Kayıtlar

2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

“Seçkin bir kimse değilim”

  Meşhur şairlerimizden Cahit Zarifoğlu’nun dizesidir bu ve ilk bakışta kolay söylenebilen ve çoğumuza pek de özel gelmeyen dört kelimelik mısra, aslında çok değerli bir idrakin kapısını aralayan muhteşem bir anahtar olarak önümüzde duruyor. Kendimizi, ailemizi, çevremizi, neslimizi, ırkımızı yahut buna benzer seçmeden sahip olduğumuz bazı özelliklerimizi başkalarından üstün ve değerli görmek gibi bir haleti ruhiye içinde yaşıyorsak, bu mısrayı anlamak bir yana dillendirmek bile bize göre değildir. Öyle ya; seçkin bir kişi, bir millet ya da bölgeden geldiğimize inanıyor ve bununla kendimizi tatmin ve takdim ediyorsak, bir anda üstünde durduğumuz kaidenin kırılması anlamına gelecektir bu kısa mısra. Oysa bizden önce ve hatta aynı zamanda milyonlarca insan bizim vazgeçilmez sandığımız imkân ve şartlardan mahrum olarak yaşadı ve yaşıyor. Firavunun sarayında bizim kaloriferli ve klimalı dairelerimiz kadar lüks imkanlar yoktu ama bir şekilde o da ısındı ve serinledi. Ne krallar ne de kölele

Kurtuluşu kurtarmak!

  Kelimelerin ve kavramların, günümüzün her şeyi ezip geçen, yakıp yıkan, hızlı ve değişken, samimiyetsiz ve bir o kadar da sahtekâr yaşam tarzında kendilerini korumaları pek mümkün olamıyor. Bu kaypak düzlemde insanların ve olayların da ayakta kalmaları, kaim olmaları, geleceğe umutla yürüyebilmeleri de bir o kadar zorlaşıyor. Günün heveskar ve hızlı değişiminden ve pek çok şeyi yozlaştırma becerisinden, geçmiş de nasibini almaktan kurtulamıyor ve mazinin en değerli hatıraları içleri boşaltılarak, kuru birer görüntüye yahut anın rüzgârı ile uçan bir balona tebdil ediveriyor. Değerlerin muhafazası, köklerin korunması, dalların kesilmemesi, yaprakların kurumaması, meyvelerin çürümemesi için atılan her adım, bir yerlerden atılan taşlarla, çamurlarla ya da küçümser bakışlarla bir köşeye mahkûm edilmeyi çalışılıyor. İşte bu ahval ve şerait içinde, her yıl bugünlerde şehrimizin bir mütareke ile kurtuluşunu hatırlarken, esarete düşerken verilen destansı direnişi de yad ediyoruz. Fransızların

Demokratik manipülasyon

  Ülke olarak bir seçim sathi mailine girmiş bulunuyoruz. Zaman olarak yaklaştığımız bu sürece, birtakım planlar ve oyunlarla girdiğimiz artık sır değil. Üstelik bu sadece bizde değil, demokrasi denen ve halkı kendisinin daha iyi olduğunu kim ikna ederse onun kazandığı sistemi uygulayan her ülkenin standartlarından biri bu. Herhangi bir iş dalında işe alınacak her elemana sorulan diploma ya da yetkinlik belgesi gibi temel soruların söz konusu bile olmadığı iş alanı politikacılık veya devlet yönetmek! Kulağa ne kadar saçma geliyor değil mi? Neredeyse çöp toplamak için bile sertifikaların istendiği günümüzde ülke yönetmek için tek özellik yetiyor: Halkı ikna etmek! Bu arada çöp toplama işini küçümsemek ne haddimize, o iş yapılmasa sokaklarımız ve şehirlerimiz yaşanır olmaktan çıkardı. Hayatımızın normal akışını sağlayan en önemli iş dallarından biri de çöplerin toplanması ve bu yüzden belediye başkanlığı da oldukça önemli bir yönetim alanı. Tabii belediye başkanını, çöpümüzü toplatacak a

Adil şahitler olmak

  Hayat su gibi akıp gidiyor, geriye kimin hangi noktada ve nasıl durduğu kalıyor. Bir de akan suya göre hareket etmeyen, şekli bozulmayan sapasağlam duruşlar, bir bakıma akışa direnişler kalıyor. Gündeminde din olanlarla bu dine duyduğu kini din edinenler arasında yaşanan tartışmalar artık memleketimizin rutini haline geldi. Dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar din düşmanı ile birlikte yaşıyoruz. Aynı şekilde cehalet ve aymazlığın da en yoğun rastlandığı bir devirdeyiz. İslam’a düşmanlarının verdiği zarardan çok, kendini bu dinin temsilcisi ilan eden ve etrafına da bir kalabalık toplayan, ancak nefsinin davasını vermekle ve peşinden gidenleri de dava diye şahsını savunmakla vazifelendiren birilerinin yaptıklarının ceremesini çekiyoruz. Ülkemizin son yüz yılında İslam’ın fiilen sosyal hayata hakim olmadığını mü’min-kafir hepimiz biliyoruz. Buna rağmen ortaya dökülen her pislikte bir şekilde İslam’ı ve Müslümanları suçlu ilan etmek ve genelleme ya da toptancılık yaparak her şeye ve he

İnsanın bitmeyen tekrarı

  Bir yerlerde kulağımıza çalınan ve gayri ihtiyari dinlenilen nakaratların çoğalması ve neredeyse kesintisiz her yerde karşımıza çıkar hale gelmesi, melodisi ne kadar hoşumuza giderse gitsin, bıkkınlık verecek ve yüz çevirmemize yol açacaktır. Yüz çevirmek dediysem lafın gelişi, zira insan önce gönül çevirir, son kulaklarını tıkar, ardından gözlerini kapatır ve son olarak yüzünü çevirir. Yüz çevirmek bir nihai vazgeçmenin ifadesidir yani. Biz ahlakın en yücesi, insanlığın zirvesi Muhammed(sav)’den bu konuda çok ciddi bir ders almışızdır. O, kesinlikle muhatabına tüm vücudu ile tam olarak yönelmeden konuşmaz ve dinlemezdi. Bu hali ile tüm benliği ile muhatabını kuşatır ve hem onu dinler hem de kendini dinletirdi. Bu yüzden O’nun yüz çevirmesi büyük bir felaket ve yıkım sayılırdı. Günümüze gelinceye kadar yaşayan insanlar arasında en iyi, en ahlaklı, en ideal şahsiyetler olarak bize aktarılanlar, O’nun ahlakından en çok nasiplenen ve en çok O’na benzeyenler oldular. Aramızda dolaşan ve

Tribünlere oynamak

  Hayatın eski ve yeni pek çok alanında, insanların kendilerini ve çevrelerini eğlendirmek, beğeni toplamak, geçimini temin etmek ya da alkışlanmak ve onaylanmak gibi duygularla ortaya atılıp, sözleri ya da hareketleri ile diğerlerini etkilemeye çalıştığı, hepimizin kanıksadığı, öyle ya da böyle bir yanından memnun olduğu birtakım performans çeşitleri vardır. Kimileri bunu, helal ve maruf dairesinde yapmak için gayret ederken, bazıları da alkış ve paradan başka bir değer tanımadan marifetlerini sergilerler. Değer yargıları, ahlak kıstasları, etik ölçüleri ya da adına her ne derseniz deyin; bağlayıcı ve denetleyici bir inanç sistemi ya da duygusu, -hadi daha yaygın olanı kullanalım- vicdanı olanlar için konu aşağı yukarı bellidir. Bütün peygamberlerin ortak nasihati olarak bize aktarılan “utanmadıktan sonra dilediğini yap” uyarısının temelinde yer alan, insanlığından ya da taşıyıp temsil ettiği inancından utanmayanlar için de mesele aşağı yukarı çözülmüştür. Meydanlara ya da bugünkü yay

Samimiyet fıtrattandır

  Mutlaka rastlamışsınızdır çevrenizde; yeni konuşmaya başlayan çocuklara, beni seviyor musun, beni özledin mi gibi sorular sorulduğuna ve alınan cevaplarla mutlu olunduğuna. Büyüklerin dünyasında yalan ve sahte duyguların çokluğu bizi gayri ihtiyari bir çocuk sevgisine, samimiyetine ve harflerin tam telaffuz edilmediği, zor anlaşılır cümlelerle dillendirilen gerçek hislere çeker. Çocukların fıtri samimiyeti yaş alındıkça ve aldatıldıkça bozulmaya başlar. Sonunda da onu, sözü değersiz sıradan birine dönüştürür ya da o fıtratı koruyarak büyüyen, doğruluk ve samimiyet timsali örnek bir şahsiyet vücut bulur. Yaratılış fıtratımızda dürüstlük ve samimiyetin varlığını en güzel çocuklardan öğrenebiliriz. Dünyanın her yerinde ve herkesin çocuğu bu fıtratla yaratılır. Farkında olmadan bu samimiyete çekilen biz büyükler, duyacağımız ve samimiyetinden şüphe etmediğimiz sözlerle mutlu oluruz. İnsan şahsiyetinin ana maddesi samimiyettir ki, o olmadan başka bir şeyin kalitesinin ortaya çıkması sözko

Mum dibini yakıyor

  Eski ve malum bir hikayedir. İşçiler paydos vakti yaklaşırken ustalarına seslenirler; “Usta yaptığımız duvar yıkılıyor!”. Usta gayet rahat bir cevap verir; “destek olun, biz gidinceye kadar ayakta kalsın”. Eskiyen ya da bir sahtekâr eliyle eksik yapılan binalar, en zayıf yanına doğru yıkılır. Sağlam gibi görünse de yıkılması planlanan binaların ana kolonlarına dinamit yerleştirilir. Modern zamanlardayız; yığma binalar değil sağlam betonlarla uzun ömürlü işler yapılır. Ya da öyle sanılır. Hayata dair kurguladığımız bütün işler bizim ellerimizle yaptığımız birer inşaat gibidir. Temellerinden tavanlarına ve çatılarına varıncaya kadar, bizim eserimizdir bu. Sıvasını da boyasını da biz yaptığımız gibi, satışını ve müşteri çekmek için reklamını da biz yaparız. Malzemeden çalanlarımız olduğu gibi, binasının bazı parçalarını hiç inşa etmeyenlerimiz de vardır. Yerel bir alışkanlık olarak çatısız beton damlar inşa ettiğimizde, soğuktan ve sıcaktan pek bir rahatsız olacağımız kesindir ama imkan

Dengeli olmak, dengede kalmak

İnsan, şartlara uyum sağlama konusunda canlıların en yeteneklisidir denilir. Öyle ki; en sıcak yerlerden en soğuk iklim bölgelerine kadar, her yer ve ortamda bir şekilde hayatta kalmayı başarır. Bunu, yaratılıştan kendisine verilen akıl ve duygu yönetimi ile çözer. Gönlü vardır insanın ve eğer gönülden bir şey isterse, yapmasına mani olmak çok zordur. Yaşayacağı yer çöl olsa, gönlü varsa orayı vahaya çevirir, buz olsa gönlü ile eritir. Niyeti farklı ise, en uygun şartları bile yanlış algılar ve uygular. Oldurmaya kastı yoksa öldürür. İnsanın gönlündeki niyettir aslında birçok şeyi değiştiren ya da düzenleyen. Aklının ve duygularının yönetimini kaybeden insan, hayatının kontrolünü de kaybeder. Sevgisinin kontrolünü kaybedip mecnun olur, çöllere düşer. Öfkesinin kontrolünü kaybedip katil olur mahpushanelere düşer. Aklının kontrolünü kaybedince de ya delirir tımarhanelik olur ya da akla sığmaz işler yapıp dünyasını da ahiretini de heba eder. Ancak bazen bu anlam ve duygu kayıpları öyle ya

Dünyada eşitlik yoktur

  Haberler, son dakikalar ve birtakım bilgiler sürekli akıp duruyor. Bilim ve teknoloji çağının bize sunduğu en dayanılmaz ve en vazgeçilmez aşama, her yere ve her şeye hızla erişmek ve her şeyden çok hızlı haberdar olmak. Arabalar hızla ilerliyor, trafik sıkışıklıkları insanları geriyor zira her birinin çok hızlı ulaşması gereken bir yer ya da kişi var. Belki de işi var. Ama mutlaka herkesin çok acelesi var. Geçen zaman ömürdendir ve daha hayırla nasıl geçirilir diye endişe edenlerin de varlığı muhakkak ama onların sıkışan trafikten kaçma şansı, gerilen insanlardan uzaklaşma ihtimali bulunmuyor. Bütün bu keşmekeş içinde, bir kenarda durup manzarayı seyredenler kendine elbette dersler çıkarır, bunları da tecrübe diye bir gönül hanelerine yazarlar. Hayat, bazılarımızı biraz daha fazla sıkar, sırtını yere getirmek isteyen bir rakip gibidir. Böylelerinin geçimi ayrı derttir, seçimleri ayrı dertler getirir. İmtihanları ağırdır. Çalışma ve yaşam şartları zordur. Bazılarının şımarma şansı ol

Ne yaptığının farkında olmak

  Yusuf(a) peygamberin “ben nefsimi temize çıkaramam, zira o kötülüğü emreder” (Yusuf 53) dediği hadise hemen hepimizin farkında olarak ya da olmayarak sürekli tekrar ettiği bir temizlik harekatıdır. Öyle bir temizlik harekatı ki bu; cinayetleri, hırsızlıkları mazur ve hatta makbul gösterir. Hak, hukuk, adalet ve merhamet gibi erdemleri unutturur. Daha da vahimi bir hesap günü olduğunu bile düşündürmez. Kazara aklımıza gelse bile, yaptığımızın gayet normal, helal hatta vacip olduğuna bizi ikna eder de yolumuzdan dönmeyiz. Bir dalavere ile bir şey elde ettiysek zaten o hakkımızdı ve elimizden alınıyordu, biz de onu bir takım hile ve desiseler yoluyla geri almış olduğumuz için herhangi bir vebale ya da günaha girmemiş olduk! Şeytanın ve nefsin herhalde en ağır bela tuzağı; aslında belki de küçük bir günah iken bu düşüncelerle başımıza bela ettiği, kalbimizdeki imanı da zedeleyen, zulmü ve hak yemeyi normal ve helal göstermesidir. Şeytana çok suç atmayı da bırakmamız gerekiyor, zira o kal

Saltanat kavgamız

  Bir meselede esas olan, doğru olan, takdire şayan olan duruş; söz konusu kişinin kimden yana olduğuna veya yapılan işin kime yaradığına bakmadan değerlendirme yapmaktır. Yani zulmü ya da herhangi bir yanlışı kim yaparsa yapsın, değerlendirmemizin değişmemesi erdemli olan tavırdır. Başkalarında ya da diğerleri gördüğümüz kesimde görerek telin ettiğimiz işleri, biz ya da sevdiklerimiz veya bizden bildiklerimiz yapınca, normal görüyor ve hatta beğeniyorsak, bu en hafif tabiri ile ahlaksızlık oluyor. Konuyu daha güncel bir örnekle anlamaya çalışalım. Monarşi yani bir saltanat/kraliyet ailesinin değişmez üstünlüğü ve kutsanması üzerinden kurulan yönetim şekli, Osmanlı’da olunca kötü, İngiltere’de olunca iyi olamaz! Her şekilde yanlıştır denilmesi gerekir. Benzer şekilde, ruhbaniyet Hristiyanlarda olunca kötü Müslümanlarda olunca iyi olamaz! Yani kendine dünyalık fıtri ihtiyaçları haram kılan rahip ne kadar hata ediyorsa, aynı tavrı gösteren hoca da o kadar hatalıdır. Bizimkine yakışıyor,

Bir adamlık hatırası

  Bilen bilir bizim gazete biraz da Genel Yayın Yönetmeni sıfatını taşıyan Yaşar’ın doğal yansıması olarak, bir nevi gariplerin başvuru noktasıdır.   Bugün hangi konuyu yazsam, kime ne anlatmaya çalışsam diye düşünürken karşıma bir hatıra çıktı. Belki de anlatmak istediklerimin bir özeti, belki bir darbı mesel olur diye onu yazayım istedim.   Bundan tam üç yıl önce, Referans Gazetesi ofisinde rutin muhabbetlerimizden birindeydik. Hamza Mercanoğlu İstanbul’a gideceğinden ve yeni bir başkangıç yapacağından bahsediyorken, Yaşar Yavuz dün gece sosyal medyada dönen dolapları anlatıyordu.    Sekreter birinin geldiğini haber verdiğinde, önce beklesin dedi Yaşar ama sonra bir sevki ilahi ile kapıya yöneldi ve büyük bir adamı karşılar gibi gencecik bir çocukla içeri girdi. Herhalde 12 ya da 13 yaşlarında bir genç çocuktu gelen.   Yer gösterdik oturdu, çay söyledik birlikte içmek için. Yaşar işlerinden başını kaldırıp ne için geldiğini sorduğunda çocuk bşraz uzakta kalan kanepeden kalkıp yanımda