Kayıtlar

Ocak, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Batının asıl derdi

Biraz genelleyici bir ifade ile batı derken kastım, Rusya dahil Avrupa ve Amerika kıtalarında hükmeden ve oralardan kaynaklanarak dünyanın geri kalanını idare etme ve sömürme anlayışını teml edinmiş, bir tür beyaz adam emperyalizmidir. Avustralya’nın bir İngiliz kolonisi olduğunu ifade etmek kafidir. Ne garip bir tevafuktur ki, dünyanın yerüstü ve yeraltı zenginlikleri bunların yaşadıkları yerlerin dışında kalmış ve bu onların aç vahşi sürüler gibi orta dünyaya saldırmalarına sebep olmuştur. Evet orta dünya; zira çepeçevre sarılmış coğrafyadan bahsediyoruz ve adına kısaca doğu diyoruz. Hayatı sadece bu dünyadan ibaret bilen batı için temel hedef elbette bu hayatı daha müreffeh ve huzur içinde yaşamak oldu. Bu maksada ulaşmak için onlarda olmayanlara göz diktiler ve eşkiyalıkla, zulümle bunları elde etmekten çekinmediler. Avrupalıların ataları korsanlıkla geçinmeyi marifet bilirken, Amerikalılar’ın ataları da işte bu eşkiya Avrupalılar idi. Amerika Birleşik Devletleri bir korsa

İslam’da Devlet Başkanlığı

İslam, hayata hükmeden bir nizam ve her yönüyle insan ihtiyaç ve sorunlarına çare olması itibariyle; hem kişisel hem de sosyal anlamda devlet yöneten bir dindir. Rasulullah(sas) hayatta iken Medine’de hicretin hemen akabinde kurulan bir şehir devleti olarak tarih sahnesinde yerini almış ve daha sonrasında eksiklik ve hatalara rağmen insanlığa vahiy kaynaklı ideal hayat sistemini devlet nizamı olarak uygulayarak dünyaya adalet ve intizam vermiştir. Bugün pratikte İslam devlet sisteminin temellerine uygun kurulmuş ve sürdürülen bir örnek olmadığından olsa gerek, insanlar İslam’ın devlet yönetme yeterliliğini ve hatta ideal devlet nizamı olduğunu unutuyorlar. Bu vahiy temelli sistem aslında daha sonra insanlar tarafından parçaları alınarak taklit edilerek kullanılmaya çalışılmaktadır. İnsanların uydurdukları ideoloji ve devlet yönetme sistemlerinin tamamının temel çıkış noktası da yine vahiy temelli yönetim sistemidir. Bunlara net örnekler verecek olursak; İslam’ın şura prensibin

Adalet Herşeyin Temelidir

Allah(cc) ’ın adıyla; Rahman ve Rahim’dir ki yarattıklarının yeryüzünde çıkardığı ve çıkaracağı fesadın ve döktüğü ve dökeceği kanlara, işleyeceği zulümlere rağmen rahmetiyle dünyanın devranını devam ettirendir. Kalemi yaratan ve onunla yazı yazmayı belleten(Alak 3) Allah, emanetinin taşıyıcıları olarak zalim ve cahil oluşumuza rağmen ahirimizde rahmetiyle muamele etmesini umduğumuzdur ki O’ndan umudunu kesenin başka bir yardımcısı olmadığı gibi herhangi bir nasibi de yoktur... (Yusuf 87) Salat ve selam; hidayet rehberimiz, dünyada ve ahirette peşinden gitmekten gayrı hedefimiz olmayan, sünnet ve şefaat sahibi Muhammed(sas)’e, ashabına ve kıyamete kadar onların yolu üzere yürümeye iman ile azmeden salih mü’minlerin üzerine olsun. Şüphesiz bütün sözler ve yazılar, tıpkı namazlar ve diğer ibadetler gibi tıpkı hayatımız ve ölümümüz gibi alemlerin rabbi Allah(cc) içindir. (En’am 162) Orada onların duaları: 'Ey Allah'ım! Senin şanın pek yücedir!' demektir. Aralarınd

Şerrinden Allah’a Sığındıklarımız

Müslüman olmanın en güzel yanlarından birisi de elinizin ermeyeceği ve gücünüzün yetmeyeceği varlıklarla ve tabii ki insanlarla da mücadele edebilme imkanına sahip olmaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun bir zalim ve gaddar hakkında kalbinde iman taşıyan herkesin Rabb’ine iltica etme ve duasıyla onu Rabb’ine havale etme gibi bir mücadele çıkış kapısı vardır. İnsanlar bir yana, insanların hisleriyle bile bu şekilde dua ile mücadele etme ve onlara direnme hatta korunma imkanımız her zaman mevcuttur. Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden de sığınılacak merci yine Rabb’ul Alemin olan Allah’tır. Kin ve öfkelerden, düşmanlık ve ihanetlerden korunak olarak kaçılacak yer de yine duanın vesile olacağı emniyettir, huzurdur, sekinettir. Şüphesiz dua, yalnız dillerden dökülen cümleler değil esasında kalplerde taşınan iman ve teslimiyetin niyetlere dönüşmesi ve bu niyetin Kadir-i Mutlak olan Allah’a kalplerden ve dillerden yine O’nun lütfu bir lisan ile sunulmasıdır. Bizim beddua d

Meydan Savaşlarını Özlüyoruz!

Her ne kadar belirli bir zaman için gelsekte bu dünyaya, ‘bazımız bazımıza düşman olarak’ indik (Bakara 36) ve kıyamete kadar da bu böyle devam edecek. Düşmanlık ise savaş, acı ve ölüm demek! Adem(as)’ın iki oğluyla başlayan kavga hala devam ediyor. Küçük menfaatler ya da büyük hedefler uğrunda savaşıyoruz. Neticede savaşıyoruz! Dünya, nadiren huzurlu zamanlar geçirse de hep bir yerlerde birileri birileriyle çatışıyor. Savaşın da bir ahlakı olması gerektiğini herkes kabul etse de pratikte kazanmak için hemen her yola başvurmaktan kaçınmıyoruz. Özellikle biz müslümanlar yeryüzünde bu konuda en hassas toplumuz ve yapabildiğimiz kadar savaş hukukunu çiğnemekten sakınıyoruz. Zira biz her haksızlığın hesabının verileceğine iman eden bir toplumuz... Teknolojinin gelişmesi hele de merhametsiz toplumların gelişmiş silahlar edinmesi günümüz savaşlarının ‘hukuksuz ve acımasız’ birer katliama dönüşmelerini hızlandırıyor. Gerçi zalim bir ordu elinde en basit silahlar bile korkunç bire

Sembollerimize Sahip Çıkamıyoruz

İslam bir bakıma semboller dinidir; yaptığımız ibadetlerdeki şekiller ve şartlar ile fıkhımızda menasık olarak isimlendirilen ibadetler hep semboller üzerine kuruludur. Bu konuda en çarpıcı örnek Hac ibadetidir ki; Hacc’ın tüm menasıkı sembollerden oluşur. Arafat bir semboldür, tıpkı Mina ya da Müzdelife olduğu gibi, hatta tavaf bir semboldür. Zamanlar ve devirler değiştikçe sembollere tutkusuyla bilinen insanlık fıtratı örneğin İslam’ı ‘haç’a karşı temsil eden ‘hilal’i sembol edinmiştir. Hilal sembolünün Nebi(sas) döneminde kullanıldığına dair rivayetler de vardır. Esasen karanlık bir dünyayı aydınlatan ışık kaynağı olmak İslam’ı pek güzel sembolize eden bir olaydır, bu yüzden de hilal çokça kabul görmüştür. Camiler İslam’ın sembollerindendir, keza ezanlar da öyle... Tesettür kişisel bir semboldür, sakal da öyle. Daha bir çok şey sembol olarak sayılabilir ancak bunlardan en önemlisi şüphesiz ‘İslam’ kelimesidir. Bu kelime tüm sembolleri ve temsil edilmesi gereken hayı

Mültecilerle imtihanımız

Suriye devrimi başladığından bu yana gerek içimizde gerekse dışarıda bir çok şahıs, cemaat ve devletin ipliğini pazara çıkardı ve tabiri caizse ‘kimin ne idüğü’ artık çok daha kolay görülür oldu. İlk yıllardan başlayarak devletler pozisyon aldılar ve ne mutlu bize ki Türkiye tarihinin en onurlu dış politika duruşlarından birini bu konuda sergiledi. Daha olaylar başlayıp silahsız göstericiler meydanlarda ‘halk rejimin yıkılmasını istiyor’ sloganları atmaya başladığında ve henüz hiç bir mülteci sınırlara yönelmemişken de, kan dökülmeye ve artık halkın da yok olmamak uğruna silahlı direnişe geçtiği günlerde de, mülteciler sınırlara dayandığında da, kamplar dolup sınır şehirlerinde boş ev kalmayıncaya kadar yoğun bir göç yaşandığında da bu duruş değişmedi. Bu başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere çevresindeki bazı hamiyet sahibi insanların şahsi gayretleriyle yürütülen ve hem içeride hem de dışarıda yoğun tepki ve saldırılara sebep olsa da halen kararlılıkla devam ettirilen politika