Kayıtlar

2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sünnet Müdafası

İslam tarihini genellikle çok severiz; masalsı kahramanlıklar ve destansı hikayelerle aktarılagelen çoğu zaman gıpta ettiğimiz yiğitliklerin ve akıllarımızın almadığı, kalplerimizin kaldıramadığı fedakarlıkların kıssalarını okumak, dinlemek ve hissetmek ruhumuza destek, yüreğimize fetanet ve benliğimize şuur verir. Elbette herşeyin kaynağı yine Rasulullah(sas) ve sahabesidir. Bedir’den Uhud’a, Hendek’ten Hayber’e her savaşı an be an yaşar gibi bilir ve acılarını da sevinçlerini de birebir hissederiz. Kendimize aklımız ve gönlümüz nisbetince dersler çıkarır, bilincimize notlar düşeriz. Katılamadığımız muharebeler için Bedir savaşı boyunca secdeden alnını kaldırmadan duaya devam eden bir Nebi(sas) hemen aklımıza gelir ve dilimizi de kalbimizi de müslümanların saflarına raptederiz. Ortalık karışıp her yandan düşman okları Nebiyyi Muhterem(sas)’e doğru yağmaya başladığında en yakınında olanlarımız, ayakları en sabit kalanlarımız ellerini kılıçlara, başlarını oklara siper ediyorlar

Dost ve Düşman

Gündelik olaylar ve hatta dünyanın neredeyse tamamını ilgilendiren büyük hadiseler biz müslümanlar için nihayetinde bu aleme ait ve burada kalacak, ahiretle mukayese bile edilemeyecek derecede küçük ve basit işlerdir. Bizce bu dünyanın en mühim işi Allah(cc)’ın emri gereğince ve rızası mucibince yaşayıp bu hayatı tamamlamaktan ibarettir. Bunun nerede ve hangi şartlar altında olacağını elbette biz de insanlar olarak bilmek ve hatta kolaylaştırmak isteriz ancak kader bizim idaremizde olmadığı gibi düşmanlarımızın da kontrolünde değildir. Alemlerin Rabb’inin Allah(cc) olduğunu iman etmenin, her durumda hamde götüren ve küfür ile dalalet istisnasıyla herşeye hamdettiren bir huzur kaynağı olması en büyük avantajımızdır. Baksanıza herşeyini kaybetmiş ufacık bir Suriyeli çocuk, hepimize hamd ile ders vermektedir! Bu hengameli dünyada hele de bugünler gibi herşeyin biraz daha karmaşık olduğu zamanlarda dostumuzu ve düşmanımızı tanımamız ve onlarla Allah(cc)’ın koyduğu ölçülerle münase

Mezhep Savaşı

Karşıt propağanda diye birşey vardır; düşmanlarına yaptırmak istediğin şeyi öyle bir desteklersin ki ‘bunu yapalım’ derler  ya da kendi yaptığın şeyi öyle kötüler, öyle güzel gizlersin ki düşmanlarına ‘bunu yapmayın’ diyebilecek kadar! İşte tam da bu duruma uygun bir örnek yaşıyoruz. Hem de yıllardır... Eli kalem tutan ve ağzı laf yapan bazı ağır abiler hemen her konuyu dönüp dolaşıp mezhep savaşı korkusuna getiriyorlar. Bu korku sadece onlarda mı var yoksa bizde böyle bir korku oluşması için mi yaparlar sorusunu geçerek irdelemeye devam edelim. Bu kalem ve kelam erbabı özellikle ve mutlaka bir ‘İslam Birliği’ hayaline sahiptirler. Onların hayalindeki bu birlik ne hikmetse İran olmadan ya da diğer bir deyişle şia olmadan olamaz. İslam Birliği’nin nasıl bir ütopya olduğunu anlamak için onların hayallerindeki birlik üyelerine, siyasi durumlarına ve islamla ilgilerine bakmak aslında yeterli olsa da bu onlara yetmez, illa da olsun diye bilye oynayan çocuk mızmızlığıyla bu hayale he

Gemiler Yakmak İçindir!

Azatlı bir köle iken kumandanlığına getirildiği ordusunun gemilerini yaktığı günden beri Tarık bin Ziyad, yeryüzünde ‘gemileri yakmak’ diye bir deyim var ve yakılan gemiler kararlılığın, dirayetin ve kahramanlığın sembolü oldular. Yakılan gemiler yalnız geri dönüşün imkanını yok etmedi, korkuların ve zaafların çürük tahtalarını da kül etti. Ateş, doğru yerde ve doğru hararetle kullanıldığında altını değersiz madenlerden ayırmak için tek yoldur. Mesele gemiler ve ateş değildir aslında, kasdedilen bir fetihtir ve yanan gemiler onun kazanını kaynatır. Bunun için gerekli olan büyük bir kumandan ve sağlam bir ordudan da ziyade, uğrunda herşeyin yakılabileceği yani herşeyin göze alınabileceği bir davadır, bir davettir. Her gemi bir şekilde yakılabilir de artık demirden yapılan bazı gemiler yakılamıyor, başı dara düşenler hemen başını sokacak bir gemi bulabiliyor.  Yakılmadan ardımızda bıraktığımız gemiler, ayaklarımıza bağlı demir kütleleriyle bizi aşağılara çekmeye devam ediyor

Halep Harap Olduktan Sonra

Çok değil 95 yıl önceydi, öyle anlatıyor görenler; devletimiz mağlup olmuş ve beldelerimiz işgal edilmeye başlanmıştı. Antepliler, Fransızlar gelmeden ellerindeki erzakları şehrin birçok evinin ve konağının altında bulunan mağaralara taşıdılar ama hayvanları ve kendileri için yapabilecekleri çok şey yoktu. Çünkü Halep düşmüştü! Musul düşmüştü! Bunların ardından  önce Kilis sonra Antep’te düştü ve işgal edildi... Oysa direniş çok sağlam başlamıştı. Sultan 2. Abdulhamid’in Teşkilat-ı Mahsusa’sından değerli bir eleman olan Özdemir Bey ve yine Osmanlı Zabiti Şahin Bey gibi komutanların ve şehrin neredeyse tüm halkının arkasında olduğu bir savaşın kaybedilmesi 11 ay sürmüştü. Tarihçiler, Antep savunmasının düşmesiyle ilgili iki sebep sayarlar; birincisi dışarıdan hiçbir yardım ve desteğin gelmemiş olması sebebiyle içeride yiyecek ve cephanenin tükenmesi, ikincisi ise kural tanımaz ahlaksız ve zalim Fransız ordusunun havadan ve karadan hedef gözetmeksizin şehri bombalama

İntikam kaç yaşında?

Dedemin hikayesini radyodan başka kitle iletişim aracının olmadığı akşamlarda annemden dinledim. Yemen cephesinde İngilizlere karşı savaşırken 40 kadar arkadaşıyla esir düşer. Düşman hangi sebeple belki de kurşun harcamamak için, onları bir ahıra hapseder ve ahırın kapısını açılamayacak şekilde kapatıp gider. Sayısını bilmedikleri günler boyunca o ahırda hayvanların pisliklerinden buldukları sindirilmemiş taneciklerle hayatta kalırlar. Bu büyükçe ahırın bir köşesinde buldukları köpek leşi onları hayata bağlar ve parça parça koparıp paylaşırlar bu kokan leşi... Yakınlardan geçen Yemenli köylülerin seslerini duyup kurtarmaları ile son bulur esaretleri ve yürüyerek Yemen’den memlekete döner dedem. Savaşlı ilgili detaylar ve dönüş yolunu yaya olarak nasıl katettiği, yolda neler yaşadığı değme film senaryolarına taş çıkartır. İşte o günlerden beri nefret ederim İngilizlerden! İçten içe bir intikam yaşatırım. Annemden aldığım bu hatırayı evlatlarıma aktarıp onların da çocuklarına ul

Tedbir ve Tevekkül de Kaderdir

Dünya, hayatın ve ölümün içiçe deveran ettiği bir imtihan yurdu ve bizler bu yurdun sahipleri değil misafirleriyiz. Geldik ve gidiyoruz. Bazılarımızın gidişleri vicdanları sızlatan facialarla, bazılarımızınki yürekleri yakan katliamlarla oluyor. Sebepler dünyasındayız ve bu sebepler bizim imtihanımızın gereği olarak cereyan eden olayların tamamının ortak adıdır. Genel sapma noktası yaşanan felakete 'kader' denilmesi üzerinden inşa edildi. Bu bakışa sahip olanlar bir hadiseye kaderin tecellisi olarak bakılmasının olayın suçlu ya da sorumlularının masum sayılacağı savı üzerinden hareketle tevekkülü bile yanlış anlama ile itham edip kınar hale geldiler. Oysa İslam, bir ceza hukuku va'z ederek zaten kaderin tecellisi olan kazalarda vesile olarak görülen suçlu şahsın cezalandırılmasını kanun kılarak bunun tevekküle ters olmadığını bize göstermiştir. Yani İslam bir katilin kısasına hükmetmekle maktulün kader olan ecelini reddetmeden mes'ul olana ceza verilmesini emre

Kendimizi kurtaralım

D ünya hayatı sabahlar ve akşamlar yurdudur; aydınlık ve karanlıklar, gündüz ve geceler, galibiyet ve mağlubiyetler, hayat ve ölümler, tokluk ve açlıklar, mazlum ve zalimler, mü’min ve kafirler, barış ve savaşlar... Size bir yara dokunduysa karşı topluluğa da benzer bir yara dokundu. Allah'ın gerçekten iman etmiş olanları ortaya çıkarması ve aranızdan şehidler edinmesi için bu günleri böyle aranızda döndürürüz. Allah zalimleri sevmez. (Ali İmran 140) Bu günler aramızda döner durur ve nihayetinde dünya hayatı son bulur ve adalet mutlak ve şaşmaz bir şekilde icra olunur ki o gün ‘din günü’dür. Öyleyse ne sevinçlerimizde haddi aşmamalı ne de hüzünlerimizde kendimizi kaybetmemeliyiz. Sevinilecek işlerde elbette memnun oluruz ancak haddi aşmamak demek o başarı ya da galibiyetin sebeplerinin tahakkuk ettiği ve Kadir-i Mutlak olan tarafından bahşedildiğini unutmamaktır. Kayıp ve hüzünlerde haddi aşmak ise yine o takdiri gözardı ederek, umutsuzluğa ve çekişmeye meyletmektir.

Yukarıdan Bakmak

Aynı şey hakkında farklı kanaatlere sahip olmamıza sebep olan pek çok etken vardır. Bildiklerimiz, tecrübe ettiklerimiz verıtabanımızın en değerli yerindedir elbette ama alttan alta bizi yönlendiren korkularımız ve farkında olmadığımız hedeflerimiz bile bizi peşinden sürükleyebilir. Mesela kalbimizin derinlerinde kök salmış sağlam bir Allah ve ahiret gününe iman farkında olmadan birçok konuda doğru kararlar vermemizi sağlayabilir. Bir de baktığımız açı ya da durduğumuz noktadan gördüklerimiz vardır ki, doğru yerde durmaz ve doğru açıdan bakmazsak herşeyi altüst edebiliriz. Bu konuda kendi açımdan en verimli dersi Hacc esnasında Mescid-i Haram’ın en üst katından tavaf edenleri seyrederken aldığımı eklemeliyim. Manzara kısaca şöyledir; kim olduklarını bilemeyeceğimiz gib niyetleri hakkında da en ufak bir kanaat sahibi olmadığımız, cisimleri, dilleri, güçleri, sesleri velhasıl herşeyleri farklı binlerce insanın oluşturduğu kusursuz bir ahenkle dönen, muhteşem halkalarla Kabe’yi s

Başkasının Ölümü

Hakkında konuştuğumuz ölümler başkalarının çünkü kendi ölümümüz hakkında konuşma imkan ve ihtimalimiz olmayacak, en azından bu dünyada!.. Henüz akıllarımızı kaybetmediysek gördüğümüz ceset görüntüleriyle onlar başkalarınındır; o çocuklar bizim olsaydılar ya da kardeşlerimizin çocukları nasıl kalabilirdik böyle yere kök salmış odunlar gibi! Parçalanmış irili ufaklı bedenler, enkaz altlarından çıkarılan kimsesiz kalmış ya da kimselerini enkazlarda bırakmış bebeler sıradanlaştıysa dünyanın gözünde, insanlığın yok olması için kıyametin beklenmesine gerek kalıyor mudur? Başkasının ölümüdür bize bu kadar kolay gelen, bizim olsaydılar böyle seyirci kalamazdık! Kendimizi çok yıpratmamak için hemen savunma mekanizmalarımızı çalıştırıp okun ucunu zalimlere çevirelim. Nasıl bu kadar acımasız olabiliyorlar? Her biri bir anne-babadan dogma ve belki de bir çoğu anne veya baba olan bu yaratıklar hangi sebeplerle bu kadar kararmış bir kalbe sahip olabiliyorlar? Biz seyrediyoruz da se

Herşeyin başlangıcı olan birşey

İnsanlık tarihinin de bilinen en eski verileri aslında hemen her bilgi gibi vahye dayanıyor. İlk insan olarak yaratılan Adem(as)’ı Allah(cc)’in halife kılmasını haber veren ayetler mücadelenin de başlangıcını anlatıyor. (Bakara 30 ve devamı) Yeryüzüne tayin edilen halife ve onun getireceği ve uygulayacağı nizama karşı çıkacakların ve engel olacakların mücadelesi bir başka deyişle; kan döküp fesat çıkaracak olanlarla adaleti ikame edip ıslah edecek olanların kavgası! Önce bilgi ya da ilim konusunda bir hakikati daha açık bir dille ifade etmeye çalışayım, sonra da fesat ile ıslah hareketlerinin kaçınılmaz karşılaşmalarını ve neticelerini irdeleyelim. Var olan herşeyin varlığını zatına borçlu olduğu Zat-ı zü’l-Celal, yarattıklarının ihtiyaçlarını tüm yönleriyle en kamil şekilde bilen ve veren olduğundan hayatiyetimizin devam ettiği süre içinde elde edeceğimiz her bilgi ya da ulaşacağımız her gelişme, yapacağımız her keşif, ortaya koyabileceğimiz her hakikat O(cc)’nun bildirdikler

Emniyet ve Adalet

Allah(cc) ’ın adıyla; Rahman ve Rahim’dir ki yarattıklarının yeryüzünde çıkardığı ve çıkaracağı fesadın ve döktüğü ve dökeceği kanlara, işleyeceği zulümlere rağmen rahmetiyle dünyanın devranını devam ettirendir. Kalemi yaratan ve onunla yazı yazmayı belleten(Alak 3) Allah, emanetinin taşıyıcıları olarak zalim ve cahil oluşumuza rağmen ahirimizde rahmetiyle muamele etmesini umduğumuzdur ki O’ndan umudunu kesenin başka bir yardımcısı olmadığı gibi herhangi bir nasibi de yoktur... (Yusuf 87) Salat ve selam; hidayet rehberimiz, dünyada ve ahirette peşinden gitmekten gayrı hedefimiz olmayan, sünnet ve şefaat sahibi Muhammed(sas)’e, ashabına ve kıyamete kadar onların yolu üzere yürümeye iman ile azmeden salih mü’minlerin üzerine olsun. İlk olması hasebiyle söze hamdele ve salvele ile başlamayı ve bu bereket ile devam etmeyi umut ediyorum. Şüphesiz bütün sözler ve yazılar, tıpkı namazlar ve diğer ibadetler gibi tıpkı hayatımız ve ölümümüz gibi alemlerin rabbı Allah(cc) içindir. (En’a

Fil Vakası

İnsanlık tarihi bir çok olaya sahne olmuş olsa da bazıları bizim için daha özeldir. Bu özel olaylardan bir tanesi de meşhur ‘Fil Vakası’ olarak kayıtlara geçen, Yemen kralı Ebrehe’nin Kabe’yi yıkma maksadıyla fillerle desteklenen ordusuyla düzenlediği sefer ve sonunda aleme ibret olacak bir hezimetle yenilip ezilmesidir. Bu olayın Mekke’de cereyan etmiş olması, merkezinde Kabe olması ve alemlere rahmet Abdullah oğlu Muhammed(sas)’in doğumundan 2 ay gibi kısa bir süre önce gerçekleşmiş olması ve tabi bütün bunların üstünde hadisenin  ayetlerle bize bizzat tarihin de Rabb’i olan Allah tarafından bildirilmiş olması çok özeldir. Rabbinin Fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların planlarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşları gönderdi. Onların üzerlerine pişirilmiş balçıktan taşlar atıyorlardı. Sonuçta onları yenik ekin yaprağı gibi yaptı. (Fil Suresi 1-5) Şüphesiz bu olay Rahmani bir müdahale ve olağanüstü bir olaydı. Dönemin şartları içinde değerle

Bir Film Meselesi

İletişim ve teknoloji çağında olmamız sebebiyle, herşeyin bir şekilde bu gelişmelerle içiçe olmak zorunda olduğu gerçeğini gözardı etmeden mukeddasatımızı bu devrin zedeleme ve olası hakaretlerinden koruma refleksimizi harekete geçiren son günlerin tartışmalı filmi; ‘Muhammed, The Messenger of God’ bizi bir kere daha sarstı. İranlı meşhur bir yönetmenin bu son filmi ile 3 bölümle Nebi(sas)’in hayatını anlatacağı açıklandı. İlk bölümü bazı islam ülkelerinde yasaklanan film geçen hafta vizyona girmesiyle gündem oldu ve eleştirilerle savunmalar bir anda havada uçuşmaya başladı. Son söyleceğimi başa alayım; bu filmi izlemeyi düşünmüyorum ve kesinlikle izlenmesini de tavsiye etmiyorum. Bunun sebeplerini izah etmeye çalışacağım elbette ama aslında bir tek sebep bütün sebepleri bastırdığından sadece onu anlatmam belki de kafidir. Biz müslümanlar Muhammed(sas) ümmetiyizdir ve O’na tabi olmamız ve sevmemiz imanımızın gereği olduğu gibi imanımızla birlikte kalplerimize yerleşen bir

Kalem ve Kılıç

Resim
Savaşlar dünya kurulalı beri, Adem(as)’in evlatlarının sorunlarını çözmek ya da menfaatlerini temin etmek için kullanageldikleri en sert metod olarak hayatımızda hep var oldu. Kıyamete kadar da devam edecek; yeryüzünde fitne ve zulüm kalmayıncaya, adalet ve merhamet esaslı bir nizam kuruluncaya kadar... Tabi mustesna zamanlar da gördü bu dünya; kuzunun kurtların saldırısından emin olarak dolaştığı, çöllerde yalnız seyahat eden kadınlara kimselerin musallat olmadığı dönemler oldu. Dünyanın bir başka ucundaki bir zulmü bir mektupla durdurabilen adaetin hamisi hükümdarlar geldi ve geçti. Sonra zulüm sardı her bir yanı ve insanlık kendi aklıyla ve planlarıyla yeryüzünde hakça bir düzen kurmayı hiç başaramadı. Müslümanlarca toprakları fethedilen ve krallıkları yıkılan ülkelerde ne maddi ne de manevi katliamlar yaşanmadı ve yaşanamaz da! Ancak gayri müslimler bizim topraklarımıza girdiklerinde bizim dava ve ideallerimizin hayatlarımızla ikame edildiğini zannederek soykırımlar uygula