Kayıtlar

Ağustos, 2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Acemi misafirler...

Denizi olanlar mavi gözlüdür belki Ben kavruk bir çöl gibi yangınım Bir doğulu kadar esmer ve tedirgin Kirli beyaza yamanmış rengarenk kumaşlar, suya renkli kalemlerle yazılmış yazılar! Dağlarından indirilmiş düz caddelere; yamasız asfaltlarda yürürken tökezleyen acemi misafirler! *** Batının beyaz(!) medeniyetini(!) konuşalım mı biraz? Ya da çerçeveyi geniş tutmadan sadece Hollanda'nın kirli beyazını konuşalım en iyisi. Yoksa bütün bir batının bütün kirli beyazlarını bu sayfalara doldurursak en yeni formülleri ile bütün deterjanları kullansak da temizlenmez ki! Çok gerilere gidip Açe'de, çok uzak değil daha üzerinden 2 yüzyğl bile geçmemiş katliamları geçelim. Geçelim diyorum yoksa korkarım bir tek o ayıp bile yüzlerce parlemento tarafından alınacak kararlarla bile kapatılamayacak kadar büyük… Bir tek cümle batının doğuya yaklaşımını özetler mi? Deneyelim: Hollanda o yıllarda Açe'deki müslümanlara sırf bayraklarındaki hilali kaldırmadıkları için 25 yıl süreyle saldırır, bu

Çocuk herşey demek!

Annelerden özür dileyerek; gül kokulu bebek avuçları, çelikleri delen anne gözyaşları adına! ... Bilmem belgesel sever misiniz? Favori televizyon programlarımdandır belgesel. Aslanları, filleri ve diğerlerini hayret ve ibretle izlemek ve hayvanlardan hayvandan daha aşağı düşmemek için dersler çıkarmaktan hoşlanırım. Son izlediğim anne aslan artık unutulmaz bir kahraman bende. İki minik yavrusunu korumak isterken bir yılan tarafından ısırılan ve zehri vücudundan atabilmek için 7 gün yemeden içmeden, saldırılardan korunabilmek için ağaç tepelerinde ve ormanın kuytu köşelerinde ölümle hayat arasında gidip gelen kahraman anne. Yedinci günün sonunda zehrin tesirinden kurtulduğu için artık su içebileceğini anladığı an 7 gündür bir damlacık su içmemiı bu 'hayvan'dan ne beklenir? Suya koşması belki... Ama ilk yaptığı mini aslancıklarını terketmek zorunda kaldığı yere koşmak oldu. Uzun uzun aradı onları, kokladı toprağı... Sonunda çakallar ya da sırtlanlar tarafından parçalandıklarını a

Selam olsun sıladaki herkese

Geldiğimiz yere gidenlere selam olsun. Ağlayarak gelenlere, ağlayarak gidenlere selam olsun. Selam olsun dönülmez göçe hazırlananlara, selam olsun sılasını özleyen herkese... Her acıya bir hasret kalır, binlerce hasret bırakır yarınlar. Ayrılmak bitip gitmek midir acaba? Yitip yok olmak mı? Ölüm ne ki? Her gece perdelerimi uçuran rüzgar yoktur oysa. Oysa sabah yine aynı sabah, akşam yine aynı akşam. Alışanlık, zor dedirten ayrılışın son noktasındadır. Bakar durur gözlerinin içine ama sen anlayamazsın. Nelere alışmadın ki! İnsanlığın yüzakı, gönül aydınlığı, dizlerin dermanı, gözlerin feri Efendi'mizin yokluğuna bile alıştıktan sonra neye alışılmaz ki? Kimse anlamak zorunda değil beni diye düşünürüm çoğu zaman. Hem anlasa ne olur, anlamasa ne olur. Okusa da okumasa da unutulur gider insanın içinde o kendisini kabul ettirmek isteyen zamanın kabul edilemez dürtüsü. Bağırırsın ya, belki duyan olur. Duysa ne olur onu da bana söyle. Kaç karış büyürsün bu hayata. Kaç karış mezarın olur. H

Paris’in mumu yatsı vakti söner

Resim
Her şey bir rüzgâra bakıyor abi, Bakma esrar çekip mayıştklarına.. Bir gün var ya bu Mağribli çocuklar Bir gün yakacaklar Paris'i… (Hakan Albayrak 1996) Topyekün bir gerginliği yaşıyoruz, çoğumuz farkında değilmişiz gibi davransak da olanlar hepimizi derin düşüncelere sevkedecek kadar vahim… Artık Avrupa birçoğumuzun hayallerindeki yeri çoktan yoketti. Ve zaman başımızı iki elimizin arasına alıp geleceğimizi gerçekten yeniden düşünme zamanı. Olanları doğru tahlil etmek bize olacakları tahmin gücü verecektir. Yıllar yılı üzerinde hem bizim hem de Avrupalıların kafa yorduğu(!) entegrasyon ve multikültürel toplum konuları artık moda değil... Şimdi gündem de mertlik var! Bakalım kim ne kadar delikanlı göreceğiz hep birlikte. Geçtiğimiz aylarda onuncu yılını geride bıraktığımız Srebrenitza katliamı; anlamak isteyene, değil bi kaç yazılık, kitaplar dolusu ders vermişti. Dahası bizler günlük gündemi sürekli takip ettiğimizden genel bir görüntü var gözlerimizin önünde. Avrupa'nın geldi

Hazan ve Ramazan

Resim
‘Yağmur herkese yağar Günes ısıtır herkesi Mevsimler herkes içindir Yalnız çığ altında kalan Sele kapılan her zaman birkaç kişi' Sonbahar hüzün mevsimidir, nerdeyse bütün edebiyatçılar en verimli zaman dilimi olarak sonbaharı görürler. Sonbahar hasat mevsimidir aynı zamanda. Ekenlerin biçtikleri mevsimdir. Sonbaharın türkçeleştirilmeden önce adı Hazan idi, Hazan mevsimi yani... Yani hüzün mevsimi. Yaprakların hayat verdikleri dallara vedasının adı, yeşilin sarıya ya da kızıla yenilmesi, rüzgarın her bir yaprak için ayrı ayrı gazeller okuduğu bir mevsim. Ağaçları, toprağı, suyu ve havayı saran hüznün insana dokunmama ihtimali yok! Göğsündeki kemiklerin arasynda kalb taşıyanlara hüzün zaten ayrılmaz yoldaş... Taze zamanlarda artık hüzünler öyle ağır, öyle yoğun ki; acının şiddetinden diller tutulup, gözpınarları kurudu. Doğudan ve batıdan insanların ve can taşıyan her bir nesnenin feryadı sardı alemi. Yaşadığı ini kemirirken ev başına yıkılan farelere döndü çağımız insanı. Önce kendi

Bir gece örter karanlığıyla, bir de kar!

Ne ilginç bir kafa yapımız var, ne kadar zayıf ve naif bir ruha sahibiz bilemiyorum. Ya da birileri bizden hep bunu bekliyor sanki. Etimizin ve kanımızın tadı güzel midir, hiç bir fikrim yok. Şu koca dünyada birtek bizim topraklarımız mı verimlidir, bir tek bizim coğrafyamızda mı maden ve sair şeyler çıkartılır? Herkesin ve herşeyin bir tek Sahibi/Rabbi olduğuna inanmamız mıdır yoksa neden? Kafası bozulduğunda ya da ekonomik göstergeleri yamulduğunda, hemencecik üzerine atlayacak bir garip coğrafya, gelsin imdada. Silah tüccarları yeni yıl bütçelerini denkleştirme ihtiyacı duyduğunda, güvenlik malzemesi üreten şirketler ekonomik krizi hissettiğinde gelsin yeni bir saldırı ya da saldırı ihtimali… Dünyanın en büyük ve en çok sivil katleden ordusuna sahip bir ülkenin başkanına ‘barış ödülü’ verildiğinde, Afganistan’da katledecek insan kalmadığında, Irak dünya üzerinde cehenneme döndüğünde, ne dersiniz verelim mi size bir Yemen? Gazze, açık hava hapishanesine dönüştürülür, normaldir. Bebel

Binbirsurat Dünya, Lanet Sana!

Özelde Gazze için genelde Filistin için söylenecek sözlerin bittiği bir dönemde yazmak zorunda olmak ne kadar tatsız tahmin edemezsiniz. Evet sözün bittiği ve anlamını yitirdiği bir tarih devresinden geçiyoruz. Ne desek boş, ne yazsak yetersiz… Günlerdir bütün kalem erbabı belki de yazılacakların hepsini yazdılar ve söz bitti artık! Evlatlarının cesetleri başında yığılıp kalmış bir anne ya da babayı hangi söz teselli edebilir ki? Hangi güzel cümle, baba ve anne kelimelerini henüz ağzına bile alamadan daha, onları kaybeden bir bebenin hislerine tercüman olabilir ki? Tahmin edebilir misiniz nasıl bir duygudur; başka çocukları anne ya da baba diye seslenirken duyan ama kendisi için böyle bir ihtimal olmayan bir çocuğun halini, iç dünyasını, yüreciğinde kopacak fırtınaları… Sonra kalkıp ayağa kocaman kocaman adamlar utanmadan bu çocuklara ‘terörist’ diyecekler ve biz de tasdik edeceğiz öyle mi? Geçiniz efendiler, geçiniz… Yeryüzünün binbirsurat maymunları ve bukalemunları geçiniz. Size art

Gerisi vesaire…

Sonbahar hüzün mevsimidir, nerdeyse bütün edebiyatçılar en verimli zaman dilimi olarak sonbaharı görürler. Sonbahar hasat mevsimidir aynı zamanda. Ekenlerin biçtikleri mevsimdir. Sonbaharın türkçeleştirilmeden önce adı Hazan idi, Hazan mevsimi yani… Yaprakların hayat verdikleri dallara vedasının adı, yeşilin sarıya ya da kızıla yenilmesi, rüzgarın her bir yaprak için ayrı ayrı gazeller okuduğu bir mevsim. Ağaçları, toprağı, suyu ve havayı saran hüznün insana dokunmama ihtimali yok! Göğsündeki kemiklerin arasında kalb taşıyanlara hüzün zaten ayrılmaz yoldaş… Yeni zamanlarda artık hüzünler öyle ağır, öyle yoğun ki; acının şiddetinden diller tutulup, gözpınarları kurudu. Doğudan ve batıdan insanların ve can taşıyan her bir nesnenin feryadı sardı alemi. Yaşadığı ini kemirirken ev başına yıkılan farelere döndü çağımız insanı. Önce kendine olan saygısını yitirdi, sonra çevresindeki hiçbirşeye merhameti kalmadı. Pervasızca sömürdüğü dünya ve içinde ve üstünde yaşayanlar artık isyan ediyor. Ye

Layık olduğumuz gibi

Kainat kuramını yeniden hatırlayalım, en küçük yapıtaşlarımız atomlarla en büyük galaksilerin birbirine ne kadar benzediğini ve aslında bütün bir sistemin çok net ve sade olduğunu göreceğiz. Ancak bizim gözümüzde sonsuz bir kainat heybeti ve görülemeyecek kadar küçükte olsa bizi aciz bırakın, şaşırtan mini atom yapıları hep birer hayret sebebi olarak kalacaklardır. İnsanlarla toplumlar da aslında aynı yapının yansımalarıdırlar. Birey olarak bir kişi üzerinde izlenebilecek sosyal ya da psikolojik bütün haller bir büyük versiyonu ile toplumlarda da ortaya çıkabilmektedir. Basit bir örneklendirme ile netleştirelim, öfkeli bir insanın gözü hiçbirşeyi görememekte ve öfkesine mağlub olan kişi, kişisel normallerini yokedip hiç olmadığı birisi kadar akılsız olabilmektedir. Öfkeli kalabalıkların hareketlerinde de mantık aramak çok lüzumsuz bir iştir. Deliler gibi hareket eden koca toplulukların birey bazında ne halde olduklarını tahmin etmek zor değildir. Bireyler sapıtabilirler ve şeytan onlar

Şafak ninnileri…

Ufuklarında en ufak bir karartının bile görünmediği uçsuz bucaksız okyanusların ortasında yapayalnız kalsa da umudundan bir damlayı deryaya salmayacak kadar yakin sahibi birileri var. Uçurumların kenarlarından şahinlerin bile göremediği derinlerdeki umut ışığını görebilen, en karanlık gecelerin ortasında bile ayışığına olan umudunu asla kaybetmeyen birileri var. En çorak topraklarda, gözyaşlarıyla sulama pahasına bir tohumu toprağın bağrına gömen ve bir bedeni çatlatacak bir taze filize olan sevdası uğruna yüreğini ortaya koyan birileri var. Dehşet kalabalıkların ortasında bile bir başına ve bunca uyduruk bir hayata rağmen gündemini değiştirmeyen, önemsenmeyen, görülmeyen ve bilinmeyen birileri var. Farkedilmeyen ama hep yanan bir ateş, ısıtan ama yakmayan bir alev, eriyen ama bitmeyen bir öz, bir sevda, bir hayat, bir ölüm ve bir destan… Yürekten yüreğe dolaşan, dilden dile, gönülden gönüle aktarılan, anlatılan, anlaşılan, yaşanılan ve ölünen bir sevda var. Bir imanın sevdası, bir kav

Bir demokrasi masalı daha

Bütün hayallerimi ve geleceğe ilişkin planlarımı yırtıp kuma gömüyorum… Memlekete dair umutlu beklentilerimi buzdolabına, felaket ihtimallerini magnetrona yerlestirip; sırtımı Kaf Dağı’na yaslıyorum… Bir gün Zümrüd-ü Anka yeniden uçar diye dikip gözlerimi ufka, dalıp dalıp gidiyorum… Yaradan her insanda bir alem yaratmış ya; haşa, boşuna değil. Biraz imtihan, biraz insaniliğin doğal sonucu; hep büyük hayallerimiz vardır. Cürmümüz yansa yazın ortasında bir yumurta kaynatmaktan başka bir işe yaramazken, dünyayı avuçlarımızda sanmaktan asla vazgeçemeyiz. En uzun yaşayanlarımız 1500 yıl yaşasa da zamanında, şimdi en fazla 100 yaşayacağımızı bildiğimiz halde bin yıllık hayaller kurarız. Bir yerde bir umut bizi bir yerlere bağlar da, bir ömür bir sevdanın ardından kuzu gibi bakar dururuz. Hep oldu, olacak, işte bu defa düzelecek, diye diye yüzyıllar harcanır ama bizim hayallerimiz bir türlü sükut etmez… Alem küçülür bazan, bir ülke küçülür, bir millet küçülür… Küçücük bir ülke doksana doksan

Yola bir umutla çıkmak var…

Dünya dar geldiğinde, yeryüzü bizi sıkmaya başladığında, nefes almak zorlaşıp; ciğerlerimiz kafesine sığmaz olduğunda, yüreğimiz şiştiğinde, hani içimiz dolup dolup geldiğinde, herşey ve herkes tersine tersine üstümüze yürüdüğünde, caddeler daralıp sokaklar tıkandığında, kapılara ve pencerelere sığmaz olduğumuzda, ağırlığımızı hiçbir kanepe ya da oturak taşıyamadığında, özel ve tüzel bütün şartlar aleyhimize döndüğünde, tutunduğumuz dallar kırılıp; güvendiğimiz dağlara karlar düştüğünde, tufanın ortasında son gemiyi de kaçırdığımızda, istasyonların tamamındaki bütün trenler bizsiz kalktığında, dertlerimiz dağlar kadar yığıldığında, tanıdıklarımız tanınmaz hale geldiklerinde, sevdiklerimiz sevimsiz olduklarında, dostlar vefasız çıktığında, sayılabilecek bütün olumsuzluklar yağmur gibi yağdığında, milyarlarca insanın herbirini ayrı ayrı acıtan her bir tasa ve keder bizi de bi yerden yakaladığında, kendimizi kelimenin tam anlamıyla çaresiz, ve yine tam anlamıyla yalnız ve kimsesiz hissett

Kevser ve Kader…

Arının ömrü en fazla iki ay iken kelebeğin ki çoğunlukla bir kaç günü geçmez. Aslolan hayatın kısalığı ya da uzunluğu değil sanki… Öyle olsaydı nasıl bal yerdi ki insanoğlu. Ya da bunca kısa ömürlerine rağmen kelebekleri bahardan soyutlamak neden mümkün olamaz? Hiç bir kelebek iki bahar görmedi ve amele arılar yaptıkları balı hiç tatmadı oysa… Kozasını ören her tırtıl bir kelebek olur, her kelebek bir nebzecik güzellik katar hayata ve kendi hayatından çok daha büyük bir devrana hizmet eder. Hayatın ve ölümün tatlı ahengi içinde, rengarenk bir ders verir aleme; bir cılız kelebek… Milyonlarca kilometre uçan, miligramlarla ölçülen çiçek özlerini toplayan, görülmemiş bir özenle bal yapan ve sayıları kaç olursa olsun hepsi istisnasız işlerini aksatmadan yapmaya devam eden ve sonuçta bir sonraki neslin hayatının devamını te’min eden ama bunun saadetini bile yaşayamadan hayata veda eden balarıları; yalnız ve sadece kendilerine vahyedileni icra eden minik yaratıklar olarak insan evladına, haya

Biz bu ülkenin nesiyiz?

Dost sohbetlerinde, ev meclislerinde, üç kişinin biraraya geldiği hemen her yerde değişmez konularımızdan birisi budur. Kendimizi ait kılamadığımız bir ülkede yaşamanın getirdiği dayanılmaz tartışmalar! Birinci sınıf vatandaş olma gayretlerimizle, uyum ya da entegrasyon projelerimizle, kendimize has anlaşılmaz hayat tarzımızla, kimlik ve karakter sorunu yaşayan koca kitlelerimizle sahiden biz bu ülkenin nesi oluyoruz? Tarihten kalan ve bizi hep takip eden bir Osmanlı kimliğimiz var. Bizim farkında olmadığımız ama bizi istemeyenlerin asla unutmadığı bir damar bu. Bize karşı dünyanın boynu aslında hep bükük! Onlar asla bizim olduğumuz kadar alicenap olamadılar ve olamayacaklar da! Fakat bu bize avantaj değil dezavantaj oluyor. İçlerinden taşıdıkları bu ezikliğin acısını bir şekilde çıkarmaya çalışıyorlar. Sanmayın ki bunu yapanlar medyada gözümüzün içine baka baka dinimize küfredenlerden ibaret! Şükür ki; tarihe düştüğümüz kalın ve silinmez hatıra hiçbir büyük ayıp barındırmıyor. Dün, bu

Muhabbet hayattır, yokluğu ise ölüm…

Dünya, yaygın kanaate göre deni kelimesinden türetilmiştir. Denilik yani alçaklık dünyanın tabiri caizse çekirdeklerine yer etmiş. İnsan ise unutkanlığı ile meşhur, alemin en değerli varlığı da olsa; kendini kendi elleriyle en değersizler sınıfına da dahil edebilen müstesna yaratık… Dünya, zahmetlerle dolu. En hafif zahmeti, nefes almak bile bazan dağları yerinden sökmeye eşdeğer bir ağırlığa dönüşür. Bunu en iyi herhalde astım gibi rahatsızlıkları olanlar bilir. Ya da Kanuni gibi, cihanın en büyük imparatoru iken bile insana; ‘olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’ babından şiirler yazabilenler anlar. İnsan, zahmetlere en az maruz kalabilmek için neredeyse bütün gücünü harcayan bir yapıya sahiptir. Elindeki bütün imkanları daha az zahmetle yaşamak için kullanmaktan çekinmez. Meşhur hikayedir: Tembellere mahsus bir evi şehir halkı ateşe verir ki bir umut canlanırlar diye… Bütün tembeller kaçışmaya başlar. İçeride en son iki kişi kalır. İçlerinden biri binbir zahmetle cebinden sig

İnsanlığın gündemine ‘insanlık’ geldi!

Halimizi, hatırımızı soracak olursanız artık çok iyiyiz. Gözümüzü kapatmadan bu dünyaya, bir geniş nefes alabilmiş olmanın ferahlığı ile can vereceğiz inşaallah. Bunca zaman hüzünlerimizle ağlamaktan sonra, sevincimizden ağlama zevkini tatmış olmanın tatlı huzurundayız… Hıncımızı, hırsımızı bir geniş nefes ile zalimlerin suratına tükürmüş olmanın dayanılmaz hafifliğinde, ayaklarımız yerden kesildi artık. Ebu Zer’in yalnızlığını paylaşarak herbirimiz, dünyanın en ucra köşelerinde, çekilmiş karanlık köşelerine evlerimizin, bir büyük utancın altında ezilirken; kulaklarımız, gözlerimiz ve gönüllerimiz, bir büyük hasretin son buluşuna şahit oldu. Koca iki değirmen taşının arasında ezilip, ruhumuzun un gibi öğütülüşünü caresiz izlerken; bir dev kudretli elin bizi taşların arasından bir hamlede, bir yüce hışımla çıkarışını yaşadık. Saman çöpü misali yüzerken koca bir nehrin üzerinde Gazze’den gelen kan kokusu ile uyandık, silkindik ve suyun akışına karşı kulaç atmaya başladık. Ciğerlerimize ç

İğneyle kuyu kazacaksın

İğneyle evet. Her hamlende bir iğne ucu kadar yol katedeceksin. Toprak bile sana kafa tutacak. Saat, gün ve hafta, aylar ve yıllar ne demek; bir ömür dur-durak bilmeksizin, iğneyle kazmaya devam edeceksin. Hedefin bir koca insanlığın susuzluğuna yetecek kadar su bulmak olunca, kazdığın santimlik derinlikler koca bir hiç olacak. Kazacak, kazacak ve hep kazmaya devam edeceksin. Vazgeçmek, yorulmak, dinlenmek, pes etmek, yılmak, yıkılmak, uyumak gibi kelimeleri lugatinden sileceksin. Bir bütün ömür köleliğe mahkum kazmaya devam edeceksin. Kürek mahkumlarının cesetlerini de suya atarlar bileceksin. Su bulmak için kuyu kazanları ise kazdıkları kuyuya gömerler. Gömmelidirler de! Bir insana yapılabilecek en son iyilik, hayatını uğruna feda ettiği iş ile onu taltif etmek değil midir? Hedefe kilitlenmiş, ama muhteşem programlı, teknolojiüstü bir füze gibi yoluna devam edeceksin. Yoluna çıkan engeller asla durduramayacak seni. Hep yumuşak değildir toprak! Bunu en iyi mezar kazanlardan öğreneceks

Bizim masal kahramanlarımız!

Hayata ve onun getirdiklerine en doğru yaklaşımları yakalayabilmek ve belki de hayattan en çok faydalanmak için ihtiyaç duyduğumuz şey aslında örnek insanlardır. Küçücük bir çocukken babasını ya da annesini taklid ile doğruyu bulmaya çalışan insan, gençliğinde bu ihtiyacını içinde yaşadığı toplumun çıkardığı örneklerle gidermek istiyor. Tam da bu noktada karşımıza yeniçağın handikapları çıkıyor. Bundan cok değil elli yıl kadar önce hayata atılan bir genç için en göze görünür örnek şahsiyet, ya aileden başarılı bir akraba yahutta komşulardan biridir. Hadi biraz daha sosyal düşünüp yaşadığı şehrin kanaat önderleridir diyelim. Günümüze gelinceye kadar modern toplumların geçirdiği en büyük travmanın medya yoluyla yönlendirilmesi gerçeği olduğunu hatırlatmadan geçemem. Bu tip travamaların en etkin olduğu toplum katmanı ise şüphesiz ve kaçınılmaz olarak gençler olmuştur. Ve o günleri yaşayan gençler bugün birer yetişkindirler ve toplumları yönlendirmekte, hatta daha vahimi kendilerinden sonr

Yakup’un Sırrını Arıyorum

Hayatın sırrını çözmek, olayların ardındaki gizemi bilmek çok çekicidir insan için ve bunu yapmanın belki de en muhtemel yolu da hayatlarını vahiyle yaşamış insanlardır yani peygamberler. İnsana dair herşeyin onların hayatında bir örneğini bulmak mümkündür nerdeyse ancak onların haysiyetlerine asla zarar vermeyecek örnekler… Şöyle kısa bir gezinti yaptığımızda ne demek istediğim daha kolay anlaşılacak. Nedir insana en zor gelebilecek şey? Kendi evladının onu reddetmesi mi? Siz başkalarına çare olmaya çalışırken evinizin içindeki ateşi söndüremeyişiniz nasıl bir şeydir? Sevdiklerinizin sırt dönmesi nasıl bir ağırlıktır, hangi omuz çeker bunu? Nuh(as) yaşamıştır bunu. Evlatlarını kaybettiğini zanneden bütün babalara Nuh(as) ders vermektedir. Son ana kadar vazgeçmemiştir hatta vahiyle durdurulana kadar! Nedir arkadan vurulmanın en ağırı? Hangi zırh delinmez ihanetin okuyla? Yüreğini delen ve yakıp geçen okun hangi sadaktan çıktığını bilmek nasıl bir eziyettir? Düşmana sırrına satan hain k