Kayıtlar

2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Titre ve kendine gel...

Bir yerlerde kulağımıza değmiştir mutlaka, zerreden kürreye bütün bir kainatın aslında birbirine çok benzeyen yapıtaşlarından ve sistemlerden oluştuğu.. Ve aslında bizim gazete, bilgisayar ya da taş yahut latif bir çiçek sandığımız şeylerin kıvıl kıvıl devinen, sürekli atom çekirdiği etrafında dönen ya da bir başka deyişle kendi kabelerini tavaf eden elektronların hareketlilikleriyle dopdolu yapının dışarıdan bu kadar sakin görünmesi ne kadar aldatıcıdır.   Bir gün insanoğlu bu atomun yapısını bozmayı keşfettiğinde yani Rabbani düzene yine Rabb’in izniyle çomak soktuğunda ortaya, ortadaki her varlığı kahreden bir küçük kıyametin çıktığını göre göre öğrendik.   Keşfettiğimiz her hakikat insanlığımızı ve acziyetimizi defalarca yüzümüze yüzümüze vurdu durdu. Herşeye güç yetirebileceği bir dünya hayalinden vazgeçmeyen zavallı insancıklar hep bir yerlere kafalarını çarpıp dolaşıyorlar.   Her çarpma bir sarsıntı aslında, her sarsıntı bir travma. Hayat insanları hep bir yanından sarsmaya deva

Sakın bunu kimseye anlatma!

Yolcuyu bilirsiniz, hani çölde susuz kalmış bir adama rastlar. Merhamet eder. Durur ve devesinden inip su ikram eder. Fakat su ikram edilen adam, suyu almadan deveye atlar ve kaçmaya başlar. Deve sahibi ardından seslenir: 'Sakın bunu kimseye anlatma!’ Hırsız ve uğursuz adam merak eder, acaba devesini kaptırdığından mı böyle seslenmektedir ardından bu yolcu... Döner ve sorar: 'Neden?’ 'Eğer sen bunu anlatırsan, bir daha çölde susuz kalan birini gördüklerinde insanlar durmayacaklardır!’ Bazı şeyler vardır, ne hakkında eğitilmiştir insanlar ne de yaşamışlardır. Sadece bir haber, bir dedikodu bazan büyük toplumların bile hafızalarında silinmez hatıralar bırakır. Haklı ya da haksız birçok insan olayları bu kırık-dökük bilgilerle değerlendirir. Sonuçta ortaya çıkan ise, hoşgörüsüzlük ve merhametsizlik olur genellikle. Muhataplarının farklı olabileceğini kabullenemeyenler ve bu tiplerin yoğun bulunduğu toplumlar karmaşanın, huzursuzluğun sıradan olduğu bir hayatı yaşarlar. Fertler

Aşk’a giriş

Bütün güzel kelimelerimi O’na ayırıyorum, bütün hoş seslerimi  ve bütün anlamdırmalarımı O’na has kılıyorum. Bütün övgülerimi ve bütün sevinçlerimi O’na adıyorum. Bildiğim herşey O’ndan ibaret ve tanıdığım varlıklar O’ndan. Ben O’ndanım ve O benden... Hergün yeniden ve daha bir üst perdeden O’nunla olabiliyorum ve hergün kelimelerim ve seslerim O’nunla daha bir güzelleşiyor. Hep bir öncekinden daha güzel ve daha hoş ve hep daha güçlü. Daha güçlü bir fırtına, hayır daha güçlü bir hortum ya da tayfun. Tüm tropik ayarları alt-üst eden ama bir o kadar fıtri, bir o kadar doğal yani. Ve tabii ki bir o kadar da önlenemez! Biliyorum ne kadar anlatsam ertesi gün yeni bir başlangıç olacak ve başka cümlelerle yeniden başlayacağım, arada hiç susmasam sözlerim tükenmeyecek. Hiç uyumadan ve molasız sürdürsem masalımı ve dünyanın bütün yetimlerine ninniler söylesem, başlarını okşasam, tüm gariplerin elinden tutsam, yine de içimde bir burukluk olmadan göz kapatamıycam. Az dedim, yetmez dediklerim, eks

Notlar

Kabe’nin bir köşesinde bir taş durur ve o Hacer’ul Esved’dir Esved sevdanın da bir adım ötesidir aslında Hacer’ul Esved’e ibadet edilmez İbadete onunla başlanır Ona dokunan Mevla’nın eline dokunmuş gibidir O şahittir Mevlanin elidir Kabe’yi Hacer’ul Esved’den ibaret sanmak körlüktür Ama Hacer’ul Esved’siz Kabe’de tavaf dağılmaktır, dağınıklıktır Ve bir ayrıntı; Hacer kadın Kabe’nin içinde yatmaktadır Kabe’nin köşe taşının adı da Hacer’ul Esved’dir. *** Ay(na)’dan yansıyan nur, güneşin varlığına iman etmenin vesilesidir. Ay’ı nur zanneden ahmaktır. Ay’a yüz çevirenin yüzü kara! *** Put kırmaktan daha büyüktür büyük putun boynuna baltayı asmak, kırmayı da kırmaktır çünkü bu… Öyle bir kırmak ki, bi daha tarih boyu kelleleri yerlerde sürünmeye mahkum kalır putların! Ve putperestlere kendi dilleriyle putlarını kırdırmaktır bu… *** Dünyasını islam üzere kuran bir ümmet anlayışının yerini, dünyasında islama da ‘lütfen’ yer veren bir pratik felaketin aldığı günlerdeyiz.. Alimler devirlerinin a

Dünyanın kalbine, adım adım...

Hacc hatıraları da en az askerlik kadar anlatmakla bitmez, buna çok şahit olmuşsunuzdur. Her anlatan kendi gördüğü ve hissettiği kadarını aktarabildiğinden olay biraz körlerin fil tarifine dönse de siz aldırmayın. Değil mi ki bahis mevzu olan Allah'ın ve O'nun Rasulü'nün haremleridir, ne kadar anlatılırsa o kadar çok tanınır ve bir o kadar da kadri bilinir. Bu girişten sonra seyahatimizin ayrıntılarına geçebilirim. Anlatacaklarım yukardaki değerlendirmenin dışında olmayacaktır. Ben de her 'kör' gibi elime ya da gönlüme dokunan kadarını aktaracağım. Siz eksik ya da yetersiz bulduğunuz noktaları bir başka hacının hatıraları ile doldurmayı ihmal etmeyin yine de... Amsterdam'dan uğurlanırken içim bomboştu sanki, ta ki İstanbul'da ihram giyinceye kadar. O an diğer insanlardan bir farkınız olduğu ortaya çıkıyor. Çevrenizdekilerin ilginç bakışları özel bir davete, özel bir kıyafetle katılma hakkını elde etmiş özel biri olduğunuzu her defasında yeniden hatırlatıyor.

İslamofobi değil İslamohobi sorun!

İnsanlar hayatları ve tercihleri konusunda elbette saygıyı hakederler. Kimse kimsenin neden şu ya da bu şekilde inandığı ve yaşadığını reddedemez ve reddetse de zaten pratik hiçbir karşılığı olmaz bunun. Neredeyse hemen herkes bu konuda en azından teorik olarak hemfikirdir. Biz müslümanlar için ise aslolan doğru ve samimi bir iman olduğundan ve hidayet bir lütuf olduğundan zaten kimseyi zorla islama davet etme derdimiz olmaz. Ve haliyle samimi olarak mensup olduğu dine uygun yaşamaya çalışanlara saygı duyarız. Saygı duymaktan kastımız yanlışı onaylamak ya da hoşgörmek değildir ve hatta onunla yanlışı düzeltme hususunda mücadele etmektir. Zira ancak saygı duyduğumuz ve değer verdiğimiz insanların yanlışları bizi incitir. Ve onların sonlarının iyi olmasını arzu ederiz. Saygı duyduğumuzu dinler, yanlışın düzeltmek isteriz. En önemlisi de saygı duyduğumuz kişi hakkında varsa olumsuz bir fikir ya da zannımız bunu ya atarız içimizden ya da bizzat kendisinden aslını öğrenir, kapatırız konuyu.

Nasıl 'kurban' olunur?

Kavramlarımızı yeniden tanıma arayışlarımıza bu defa 'kurban' ile devam ediyoruz bir bakıma. Farkında olmadan türkçeleştirdiğimiz ve yine farkında olarak ya da olmayarak kendimize göre bir anlam yükleyip, sonra da bu anlamı asıl manayı bilmeden ve düşünmeden kullanma alışkanlığımıza kurban ettiğimiz 'kurban' kelimesinini klasik kullanım içinde düşünürsek; kameri takvimin (hicri takvimin) belli bir ayının belli bir gününde (zilhicce ayının 10. günü) zengin müslümanların gerekli şartlary taşıyan bir hayvanı Allah rızası için kesmesini ya da vekaletle kestirmesini anlarız. Bu tarif kendi başına 'kurban' kavramının temel eylemi olan zebh (kesme) işleminin gerçekleşmesini ifade eder. Ve fakat bildiğimiz genel bir gerçek daha şudur ki; dinimizin bütün emir ve yasaklarş pratik ve ilk bakışta görülen yarar ve gereklerinin yanısıra daha geniş ve kapsamlı hatta çoğunlukla da toplumsal birtakım hikmetler içerirler. Hikmet ise en kısa anlamı ile ibadet ve fiillerin ruhunu o

Vicdan ve Onur

Halimizi, hatırımızı soracak olursanız artık çok iyiyiz. Gözümüzü kapatmadan bu dünyaya, bir geniş nefes alabilmiş olmanın ferahlığı ile can vereceğiz inşaallah. Bunca zaman hüzünle ağlamadan sonra, sevincimizden ağlama zevkini tatmış olmanın tatlı huzurundayız... Hıncımızı, hırsımızı bir geniş nefes ile zalimlerin suratına tükürmüş olmanın dayanılmaz hafifliğinde, ayaklarımız yerden kesildi artık. Ebu Zer’in yalnızlığını paylaşarak herbirimiz, dünyanın en ucra köşelerinde, çekilmiş karanlık köşelerine evlerimizin, bir büyük utancın altında ezilirken; kulaklarımız, gözlerimiz ve gönüllerimiz, bir büyük hasretin son buluşuna şahit oldu. Koca iki değirmen taşının arasında ezilip, ruhumuzun un gibi öğütülüşünü çaresiz izlerken; bir dev kudretli elin bizi taşların arasından bir hamlede, bir yüce hışımla çıkarışını yaşadık. Saman çöpü misali yüzerken koca bir nehrin üzerinde Akdeniz’den gelen kan kokusu ile uyandık, silkindik ve suyun akışına karşı kulaç atmaya başladık. Ciğerlerimize çekti

Allah’ın gülleri yakanızı bırakmasın!

İnsanlar ve onların oluşturdukları toplumlar birbirleriyle sürekli etkileşim içinde değişir ve gelişirler. Bu kainatın en değişmez kanunudur aslında. Varolan herşey, yaratılan her varlık gelişir. Bunu en kolay, yaratılmışların en mükemmeli ve en üstünü olan insanda görmek mümkündür. Bu sebeble de haliyle insanların oluşturdukları topluluklar diğer varlıkların topluluklarıyla mukayese edilemez bir gelişme içindedirler. Ne var ki; insanlar arasında da diğer varlıklara özenenlerin varlığı bir vakıadır. Vahşi hayvanlara özenenler toplumları da vahşi kurallarla yönlendirmekle tanınırlar. Münasebetlerinde temel kural ‘güç’, değişmez yasa ‘menfaat’tir! Sahip oldukları akıl onları vahşi yaratıklardan ayırmaya yetmezken, aksine daha tehlikeli hale getirebilmektedir. Geçtiğimiz aylarda izlediğim bir belgeselde en tehlikeli hayvan sıralaması yapılıyordu. Belgeselin yapımcıları evrimci olunca bu sıralamaya dahil ettikleri ‘insan’ birinci sırayı almıştı. Bizim için bir kıymet-i harbiyesi yoksa da s

Bir Demokrasi Masalı...

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Böyle başlardı eskiden masallar. Çoğumuza hala tanıdıktır bu anlaşılmaz görünen ama anlaşılmasa da kulakta hoş bir yankı bırakan kısa ve sade cümleler. Bizim masalımız böyle başlamıyor ne yazık ki! Bir demokrasi masalı varmış, herkesin hayran olduğu. Bütün kölelerin her akşam dinleyip dinleyip uyuduğu, efendilerin devam etmesi için türlü hokkabazlara her türlü desteği sağladığı bir masal... Masal hep aynı cümlelerle başlarmış; bütün insanların insanca yaşama hakları vardır, bütün insanların inançlarını hiçbir baskı ve kınamaya tabi olmadan uygulama hakları vardır, bütün insanların fikirlerini özgürce beyan etme ve savunma hakları vardır... Böyle uzayıp gidermiş masal. Bu cümlelerin uzunluğu masalı dinleyen kölenin uyanık kalma direncine göre ayarlanırmış. Sonra devam masala... Demokrasi masalına göre insanlar, kendilerini yönetecek olanları kendileri seçerlermiş. Ancak tek şartla seçilecek olanları başkaları belirlermiş.

Ortadoğu nerenin doğusu?

Yüreğimin gergefine Artık isyan dokuyorum Özgürlüğün gölgesine Bedenimi çakıyorum İnsanlık tarihinin dönüm noktalarının meydana geldiği, tarihin en eski yerleşim bölgesi. İnsanlığın atası Adem'in (as), ikinci atası Nuh'un (as), kendisinden sonra gelen herkesin hayırla yâd ettiği İbrahim'in(as) ve alemlerin efendisi Muhammed'in (as) hayat sürdüğü, hemen her iktidar sahibinin ele geçirmek için çırpındığı, hem zalimlerin hem de mazlumların bolca bulunduğu, en verimli nehirlerle en büyük çöllerin arasında bir ok atımı mesafe ancak bulunan, toprağın altının ve üstünün yeryüzünün başka hiçbir bölgesinde olmadığı kadar zenginliklerle dolu olduğu, savaş ve barışların sebebi ya da bizzat kaynağı bir toprak parçası! Dünya savaşları bile bu topraklar üstündeki hesaplar için çıktı ya da çıkarıldı. Sultan II. Abdulhamid'in 33 yıllık başarılarla dolu bir hükümdarlık döneminin son bulmasına sebep olan en mühim icraatı elbette dünya islam birliğine verdiği önemin yanı sıra; Filisti

Ben kimim?

Kendini bilmek ve kim olduğunun farkında olarak yaşamak, kişisel muhasebe gibi erdemli karakter tavrının olmazsa olmaz ilk adımıdır! Kimlik tayini eğerüçüncü şahıslar tarafından yapılırsa taraflı yahut sonuçta ‘hariçten gazel okuma’ şeklinde olacaktır. Birilerine ‘sen şusun, busun’ gibi yakıştırmalar yapmak genellikle insanlararası kopmaların, ayrışmaların ve hatta kavgaların başlangıç noktasıdır. Bu konuda ‘inanç’ noktasında hüküm vermek ise vahim sonuçlar doğurabilmektedir. Bu yüzden buyrun kendimize bakalım. * * * Ben kimim? Kimliğim, sıfatım ve karakterim nedir? Ve bunlar gerçekten üzerimde varolan sıfat ve haller midir yoksa başkalarını avuttuğum ninniler midir? Kafir ; Hakk’ı ve hakikati yani Allah(cc)’ı ve onun dinini reddeden, inkar edendir. Allah katında canlıların en kötüsü kafir olanlardır,çünkü onlar iman etmezler. (Enfal – 55) Onlar ahireti de inkar ederler (A’raf – 45) Münafık ; içten içe kabullenmediği ve inanmadığı halde insanlara kendini mü’min olarak takdim eden ve m

Ölen Hayvan İmiş

Mevsim bahar, zaman bahar, devir bahar, delikanlı! Aşk, tutku, sevgi, sevda, muhabbet, delikanlı! Dünyanın varlık sebebi, insanın dünyadaki serüveninin kaynağı, hayatın devamının gereği, tarifi çok ama hiç bitmez bir serüven. Her yerde, zamanda ve kişiye göre değişen anlamlarına rağmen üzerinde en çok yazılan, en çok konuşulan konu. Sevgi temelden ikiye ayrılıyor ve bu ayrılık varlığın sonuna kadar hep devam ediyor. Yani bitmez tükenmez bir kutuplaşma sevginin ayrılmaz mübtelası. İlk ayrımı Yaratan ve yaratylan noktasında; O bizi ve bütün yaratılmışları seviyor. Sadece O'na özgü bir sevgi ile seviyor ki; biz O'nun mülkünde O'nun nimetleri ile geçinip gidiyoruz. Herşey gibi sevginin temeli de O'na dayanıyor. Sonra yaratılmışlar ve sahip oldukları duygu olarak karşımıza çıkıyor sevgi. Yaratılmışların sevgisi de tek parca değil, önce ikiye ayrılıyor: Ruhani (ruhtan kaynaklanan) ve şehevi (nefisten kaynaklanan). Ruhani sevgi de ikiye ayrılıyor; ilahi ve insani. İlahi sevgi

Acemi misafirler...

Denizi olanlar mavi gözlüdür belki Ben kavruk bir çöl gibi yangınım Bir doğulu kadar esmer ve tedirgin Kirli beyaza yamanmış rengarenk kumaşlar, suya renkli kalemlerle yazılmış yazılar! Dağlarından indirilmiş düz caddelere; yamasız asfaltlarda yürürken tökezleyen acemi misafirler! *** Batının beyaz(!) medeniyetini(!) konuşalım mı biraz? Ya da çerçeveyi geniş tutmadan sadece Hollanda'nın kirli beyazını konuşalım en iyisi. Yoksa bütün bir batının bütün kirli beyazlarını bu sayfalara doldurursak en yeni formülleri ile bütün deterjanları kullansak da temizlenmez ki! Çok gerilere gidip Açe'de, çok uzak değil daha üzerinden 2 yüzyğl bile geçmemiş katliamları geçelim. Geçelim diyorum yoksa korkarım bir tek o ayıp bile yüzlerce parlemento tarafından alınacak kararlarla bile kapatılamayacak kadar büyük… Bir tek cümle batının doğuya yaklaşımını özetler mi? Deneyelim: Hollanda o yıllarda Açe'deki müslümanlara sırf bayraklarındaki hilali kaldırmadıkları için 25 yıl süreyle saldırır, bu

Çocuk herşey demek!

Annelerden özür dileyerek; gül kokulu bebek avuçları, çelikleri delen anne gözyaşları adına! ... Bilmem belgesel sever misiniz? Favori televizyon programlarımdandır belgesel. Aslanları, filleri ve diğerlerini hayret ve ibretle izlemek ve hayvanlardan hayvandan daha aşağı düşmemek için dersler çıkarmaktan hoşlanırım. Son izlediğim anne aslan artık unutulmaz bir kahraman bende. İki minik yavrusunu korumak isterken bir yılan tarafından ısırılan ve zehri vücudundan atabilmek için 7 gün yemeden içmeden, saldırılardan korunabilmek için ağaç tepelerinde ve ormanın kuytu köşelerinde ölümle hayat arasında gidip gelen kahraman anne. Yedinci günün sonunda zehrin tesirinden kurtulduğu için artık su içebileceğini anladığı an 7 gündür bir damlacık su içmemiı bu 'hayvan'dan ne beklenir? Suya koşması belki... Ama ilk yaptığı mini aslancıklarını terketmek zorunda kaldığı yere koşmak oldu. Uzun uzun aradı onları, kokladı toprağı... Sonunda çakallar ya da sırtlanlar tarafından parçalandıklarını a

Selam olsun sıladaki herkese

Geldiğimiz yere gidenlere selam olsun. Ağlayarak gelenlere, ağlayarak gidenlere selam olsun. Selam olsun dönülmez göçe hazırlananlara, selam olsun sılasını özleyen herkese... Her acıya bir hasret kalır, binlerce hasret bırakır yarınlar. Ayrılmak bitip gitmek midir acaba? Yitip yok olmak mı? Ölüm ne ki? Her gece perdelerimi uçuran rüzgar yoktur oysa. Oysa sabah yine aynı sabah, akşam yine aynı akşam. Alışanlık, zor dedirten ayrılışın son noktasındadır. Bakar durur gözlerinin içine ama sen anlayamazsın. Nelere alışmadın ki! İnsanlığın yüzakı, gönül aydınlığı, dizlerin dermanı, gözlerin feri Efendi'mizin yokluğuna bile alıştıktan sonra neye alışılmaz ki? Kimse anlamak zorunda değil beni diye düşünürüm çoğu zaman. Hem anlasa ne olur, anlamasa ne olur. Okusa da okumasa da unutulur gider insanın içinde o kendisini kabul ettirmek isteyen zamanın kabul edilemez dürtüsü. Bağırırsın ya, belki duyan olur. Duysa ne olur onu da bana söyle. Kaç karış büyürsün bu hayata. Kaç karış mezarın olur. H

Paris’in mumu yatsı vakti söner

Resim
Her şey bir rüzgâra bakıyor abi, Bakma esrar çekip mayıştklarına.. Bir gün var ya bu Mağribli çocuklar Bir gün yakacaklar Paris'i… (Hakan Albayrak 1996) Topyekün bir gerginliği yaşıyoruz, çoğumuz farkında değilmişiz gibi davransak da olanlar hepimizi derin düşüncelere sevkedecek kadar vahim… Artık Avrupa birçoğumuzun hayallerindeki yeri çoktan yoketti. Ve zaman başımızı iki elimizin arasına alıp geleceğimizi gerçekten yeniden düşünme zamanı. Olanları doğru tahlil etmek bize olacakları tahmin gücü verecektir. Yıllar yılı üzerinde hem bizim hem de Avrupalıların kafa yorduğu(!) entegrasyon ve multikültürel toplum konuları artık moda değil... Şimdi gündem de mertlik var! Bakalım kim ne kadar delikanlı göreceğiz hep birlikte. Geçtiğimiz aylarda onuncu yılını geride bıraktığımız Srebrenitza katliamı; anlamak isteyene, değil bi kaç yazılık, kitaplar dolusu ders vermişti. Dahası bizler günlük gündemi sürekli takip ettiğimizden genel bir görüntü var gözlerimizin önünde. Avrupa'nın geldi

Hazan ve Ramazan

Resim
‘Yağmur herkese yağar Günes ısıtır herkesi Mevsimler herkes içindir Yalnız çığ altında kalan Sele kapılan her zaman birkaç kişi' Sonbahar hüzün mevsimidir, nerdeyse bütün edebiyatçılar en verimli zaman dilimi olarak sonbaharı görürler. Sonbahar hasat mevsimidir aynı zamanda. Ekenlerin biçtikleri mevsimdir. Sonbaharın türkçeleştirilmeden önce adı Hazan idi, Hazan mevsimi yani... Yani hüzün mevsimi. Yaprakların hayat verdikleri dallara vedasının adı, yeşilin sarıya ya da kızıla yenilmesi, rüzgarın her bir yaprak için ayrı ayrı gazeller okuduğu bir mevsim. Ağaçları, toprağı, suyu ve havayı saran hüznün insana dokunmama ihtimali yok! Göğsündeki kemiklerin arasynda kalb taşıyanlara hüzün zaten ayrılmaz yoldaş... Taze zamanlarda artık hüzünler öyle ağır, öyle yoğun ki; acının şiddetinden diller tutulup, gözpınarları kurudu. Doğudan ve batıdan insanların ve can taşıyan her bir nesnenin feryadı sardı alemi. Yaşadığı ini kemirirken ev başına yıkılan farelere döndü çağımız insanı. Önce kendi

Bir gece örter karanlığıyla, bir de kar!

Ne ilginç bir kafa yapımız var, ne kadar zayıf ve naif bir ruha sahibiz bilemiyorum. Ya da birileri bizden hep bunu bekliyor sanki. Etimizin ve kanımızın tadı güzel midir, hiç bir fikrim yok. Şu koca dünyada birtek bizim topraklarımız mı verimlidir, bir tek bizim coğrafyamızda mı maden ve sair şeyler çıkartılır? Herkesin ve herşeyin bir tek Sahibi/Rabbi olduğuna inanmamız mıdır yoksa neden? Kafası bozulduğunda ya da ekonomik göstergeleri yamulduğunda, hemencecik üzerine atlayacak bir garip coğrafya, gelsin imdada. Silah tüccarları yeni yıl bütçelerini denkleştirme ihtiyacı duyduğunda, güvenlik malzemesi üreten şirketler ekonomik krizi hissettiğinde gelsin yeni bir saldırı ya da saldırı ihtimali… Dünyanın en büyük ve en çok sivil katleden ordusuna sahip bir ülkenin başkanına ‘barış ödülü’ verildiğinde, Afganistan’da katledecek insan kalmadığında, Irak dünya üzerinde cehenneme döndüğünde, ne dersiniz verelim mi size bir Yemen? Gazze, açık hava hapishanesine dönüştürülür, normaldir. Bebel