Kayıtlar

Cihad etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

İsteyene bir tezkire: Malazgirt'e giden yol

Resim
Ahsa'nın çöllerinden Sapanca'nın bulutlarına, Harezm'in otlaklarından Kudüs'ün surlarına nice memlekete at sırtında koşturdum. Müslümanlar için can aldım, can verdim. Türkler için vatan aradım. İşte bu anlatacağım bir hayat ve isteyene tezkiredir. Babam Eksük Allah'a kavuştuğundan beri Kayı'nın seçkin evlatlarından olan obamız, Sultan Alparslan Muhammed'e, bana ve kardeşim Alpkuş'a emanet. Hakanlarımız geçmişten beri bize ulaşmamız için büyük ya da küçük bir amaç verdiler. Daha fazla yay ve at isteyen her oba, yaylarını ve atlarını bunlara ulaşmak için kullandılar. Bu, at sırtında yaşayan devletin ve milletin hayatta kalma kuralıdır. Sultan Muhammed de istisna değil. Bize, babamla katıldığım akınlardan zaten bildiğim memleketleri, ötesinde, ezanın "hayyalel hayru amel" olarak okunduğu diyarları ve bizi Araplar kadar zengin edebilecek Akdeniz benderlerini hedef tuttu. Ben ve Alpkuş onun çift kanatlı yolundayız. Harezm'in otlaklarının besledi

Cennetin kapısına doğru

Resim
Zor zamanların en zor günlerindeydi ülke ve Antep, I. Dünya Savaşı’ndan çıkmış bir ülkenin, adım adım işgal edilen topraklarının kıyısında bir şehirdi. 1919 kışı zorlu başlamıştı. Kasım ayında İngilizlerden bölgenin işgal hakkını alan Fransız birlikleri adım adım ilerliyordu. Halep’in Antep sancağı, savaşlardan çıkmış imparatorluğun yaralı bir şehri olarak düşmanı bekliyordu. Osmanlı ordusunun şerefli bir subayı olan Mehmet Sait Bey, köy köy dolaşıyor, sokak sokak şehri adımlıyor ve halkı direnişe hazırlanmaları için teşvik ediyordu. Fransızların işgali kesinleştirmek amacıyla büyük bir birlikle Antep’e hareket ettiği haberleri üzerine; Mehmet Sait Bey kendisine verilen Şahin Bey lakabının hakkını veren bir gayretle 200 civarında gönüllü ile Fransız birliklerinin Antep’e geliş istikameti olan Kilis yolunda, Elmalı Köprüsü ve çevresinde düşmanı durdurmak için siper aldı. Şubat soğuğunda devam eden direniş, Fransız birliklerinin bu kahraman müfrezenin siperleri önünde p

İslam barış dini midir?

Resim
İnsanoğlu diğer canlılardan farklı olarak iletişim için dilini kullanır, yani konuşarak anlaşır ve konuşmanın temeli kelimeler ve kavramlardır. Kelimelerin anlamları konusunda anlaşma sağlayamayan birileriyle konuşamazsınız. Açlıktan ya da susuzluktan öldüğünüzü anlatmak için muhatabınızın açlık veya susuzluğun ne olduğu konusunda sizinle aynı şeyi anlıyor olması gerekir. Aksi halde diliniz bir işe yaramaz, ancak işaretlerle meramınızı anlatarak hayatta kalmayı deneyebilirsiniz. Bu en temel ve basit kavramlarda bile böyleyken, din konusunda konuştuğumuzda da mutlaka ortak bir anlamı kabullenmiş olmamız gerekir ki birbirimizi doğru anlayabilelim. Dinimiz İslam’dır, İslam dinimizin adıdır. İslam dediğimizde hem tek tek bu dinin tüm içeriğini, hem de topyekun dinin emir, yasak ve tavsiyelerini kast etmiş oluruz. Namaz İslam’dır, oruçta öyle, hac ve zekatta İslam’dır. Cihad İslam’dır ve aynı şekilde sulh yani barışta İslam’dır. Ancak İslam bunlardan sadece birisid

Unuttuğumuz işgal ve dahası

Resim
Bundan çok değil 100 yıl kadar önce bu topraklar büyük bir işgal yaşadı. İşgalin nasıl bir şey olduğunu yaşayan nesil aramızdan çekileli çok oldu. Bizim gibi birinci ağızlardan dinleyenler de yavaş yavaş azalıyor. Dedemin İngiliz esareti sonrası Yemen’den Antep’e yürüyerek dönüş hikayesini dinlemek çocukluğumun en efsane akşamlarını süslerdi. Sonra ninemin küçük bir kız iken Fransız ablukası altındaki Antep’e giriş-çıkış hatıralarını, köylünün erzaklarını düşmandan korumak için mağaralara saklamasını dinledim hep. Ninem şöyle anlatırmış anneme: “Açtık, yokluk vardı, kıtlık vardı. Antep’e alışverişe giderken Fransız kontrol noktasında aranıp geçerdik. Bir seferinde nöbetçi komutan bize jest yapıp, ekmek arasında haşlanmış et dağıtmıştı. Ne yapacağımızı bilmeden elimizde beyaz un ekmeği ve arasında mis kokulu sıcak et haşlama ile ilerledik. Onların bizi görmediği bir noktaya gelince annem; ‘etleri yol kenarına dökün ama ekmekleri yiyebilirsiniz’ demiş. Zira etlerin helal

Feryat Yemen’den Gelir!

Resim
Yemen, bizim hatırlarımızda kahvenin yurdu olmasıyla meşhurdur. Bir de Yemen Türküsü ile ki; Osmanlı Devleti’nin en acılı cephelerinden biri olması hasebiyle, ağıtlara ve türkülere konu olmasına şaşılmaz. Osmanlı ordusunun I. Dünya Savaşı sırasında Yemen’de kayıtlara geçen kaybının 350.000 civarında olduğu ve yakılmadıysa Yemen arşivlerinde, adları ve baba adlarıyla memleketlerine kadar kayıtlı oldukları bilinir. Bu sebepten Yemen’e geçen yüzyılın başlarında ‘Türk Mezarlığı’ denildiği olmuştur. Şimdilerde Yemen, iki filin tepiştiği kurak bir topraktır. Kalkan tozlar tüm dünyanın gözlerini kör ettiği için olsa gerek, çok azımız haricinde egemenlerin ve muktedirlerin görmediği ya da görmek istemediği bir insanlık dramına ev sahipliği yapıyor. Abd’nin İslam coğrafyasındaki en değerli elemanı Suudi Arabistan ile Rusya’nın en gözde askeri İran İslam Cumhuriyeti, başlangıçta bir şii ayaklanma iken bugün bir felakete dönüşen iç savaşın tarafları olarak bu rezaletin savaş sı

Notlar

Resim
Ay(na)’dan yansıyan nur, güneşin varlığına iman etmenin vesilesidir. Ay’ı nur kaynağı zanneden ya cahildir ya ahmak;ay’dan yüz çevirenin yüzü kara! *** Kâbe’nin bir köşesinde bir taş durur ve o Hacer’ul Esved’dir. Esved sevdanın da bir adım ötesidir aslında. Hacer’ul Esved’e ibadet edilmez, ibadete onunla başlanır. Ona dokunan Mevla’nın eline dokunmuş gibidir… O şahittir! Kâbe’yi Hacer’ul Esved’den ibaret sanmak körlüktür Ama Hacer’ul Esved’siz Kâbe’de tavaf dağılmaktır, dağınıklıktır. *** Put kırmaktan daha büyüktür büyük putun boynuna baltayı asmak, kırmayı da kırmaktır çünkü bu… Öyle bir kırmak ki, bir daha tarih boyu kelleleri yerlerde sürünmeye mahkûm kalır putların! Ve putperestlere kendi dilleriyle putlarını kırdırmaktır bu. *** Dünyasını İslam üzere kuran bir ümmet anlayışının yerini, dünyasında İslam’a da ‘lütfen’ yer veren bir pratik felaketin aldığı günlerdeyiz. *** Yol genişleyip hız arttığında artık en ufak bir hataya mahal yoktur, ufacık bir taş ya da m

Kudüs kimin olacak?

Resim
Mitingler büyük hadiseler karşısında halkın galeyana gelmesiyle ortaya çıkarlarsa devlet gücünü tetikleme görevi icra edebilirler. Ancak devletin gücü halkın iteklemesiyle artmaz. Devletten gücünden fazlasını beklemek hayalcilik olur. Dün olduğu gibi bugünlerde de müstekbir devlet ve uluslar bizim zayıflık ve korkaklığımızdan faydalanarak kendi hükümlerini icra ediyorlar. Karşılarında durabilecek bir güç ya da devletimiz yok. Bu gerçeği kabullenmek ve ona göre beklentilerimizi dengelemek zorundayız. Türkiye kalibresinde bir devlet, bu gibi olaylarda en yüksek perdeden kınama ve elçi çekmek gibi diplomatik adımların ötesine geçemez. Ki bu satırları yazdığım saatlerde sadece Türkiye ve Güney Afrika devletleri istişare için elçi çekme adımı atmıştı. Dünyadan hele de İslam dünyasından bu cesareti gösteren  başkası da yok zaten... Tarihe şöyle bir not düşüldü: Giritli Ortodokslar 16 Ağustos 1866 gecesi Selino kazasındaki bütün Müslümanları (beşiktekiler dahil) katlettiler. Bu katli

Filistin ve Bazı Acı Gerçekler

Hemen her dönemde, hem bizim hem de tüm İslam dünyasının kamuoyunu galeyana getiren en önemli olayların başında şüphesiz Filistin’de yaşananlar geliyor. İşgal altındaki bir çok İslam toprağı gibi orada da müslümanlar en temel haklarından mahrumiyetler yaşıyor, sık sık katlediliyor ve hapis cezalarıyla, sürgünlerle karşılaşıyorlar. İşgalin cana ve mala verdiği zararların yanısıra, işgalcinin siyonist israil olması ibadet ve ibadethanlerin de fazlasıyla zarar görmesine sebep oluyor. Nihai hedefleri Mescidi Aksa’yı yıkarak yerine bir Siyon mabedi inşa etmek olan işgalciler her adımlarını planladıkları bir program dahilinde hem işgali derinleştiriyor hem de Mescidi Aksa’yı ablukada tutuyorlar. Dünyadan aldıkları desteğin yanısıra İslam dünyasının ‘suyun üstündeki saman çöpü’ kadar ağırlığının olduğu gerçeği de ellerini güçlendiren bir başka acı gerçek olarak heyula gibi ufkumuzda duruyor. Bazı gerçekleri yeniden hatırlayalım: Filistin’de bir yahudi idevleti kurulması projesinin önünd

Kendimizi kurtaralım

Dünya hayatı sabahlar ve akşamlar yurdudur; aydınlık ve karanlıklar, gündüz ve geceler, galibiyet ve mağlubiyetler, hayat ve ölümler, tokluk ve açlıklar, mazlum ve zalimler, mü’min ve kafirler, barış ve savaşlar... Size bir yara dokunduysa karşı topluluğa da benzer bir yara dokundu. Allah'ın gerçekten iman etmiş olanları ortaya çıkarması ve aranızdan şehidler edinmesi için bu günleri böyle aranızda döndürürüz. Allah zalimleri sevmez.  (Ali İmran 140) Bu günler aramızda döner durur ve nihayetinde dünya hayatı son bulur ve adalet mutlak ve şaşmaz bir şekilde icra olunur ki o gün ‘din günü’dür. Öyleyse ne sevinçlerimizde haddi aşmamalı ne de hüzünlerimizde kendimizi kaybetmemeliyiz. Sevinilecek işlerde elbette memnun oluruz ancak haddi aşmamak demek o başarı ya da galibiyetin sebeplerinin tahakkuk ettiği ve Kadir-i Mutlak olan tarafından bahşedildiğini unutmamaktır. Kayıp ve hüzünlerde haddi aşmak ise yine o takdiri gözardı ederek, umutsuzluğa ve çekişmeye meyletmektir. Her iki

Hocalar ve Cemaatler de Sapıtabilir

İnsanoğlu dünyaya ayak bastığı günden bu yana sürekli gelişiyor, değişiyor ve yeni birşeyler keşfedip dünyayla oynamaya ve oyalanmaya devam ediyor. Allah, her birimize dünya hayatının imtihanlığına yaraşır bir süs ve eğlence yahut bir meşguliyet veriyor. Son yıllarda özellikle 15 temmuz ile birlikte gündemimize pek yakıştıramadığımız ve aslında pek örneği de olmamış bir konu girdi. İslami cemaat sandığımız her yana yayılmış ve neredeyse herkese bulaşmış bir yapının batının bizi yok etmek için kullandığı malzeme olduğunu gördük. Silahlı örgütlerden daha etkin bir parçalama ve yok etme girişimi bu kuzu postuna bürünmüş vahşi sırtlanların tırnaklarıyla gerçekleştirilmek istendi. Bu yeni durum yani hoca dediğimiz birilerinin hain birer örgüt lideri ve cemaat dediklerimizin de gerektiğinde eli kanlı katiller olabileceği gerçeğini hala birileri kabullenemese de ve hala birileri sempati duymaya devam etse de artık reddedilemez bir biçimde canlar ve acılarla unutulmaz bir şekilde öğretildi

Onlara mühlet ver!

İnsan ne kadar etki edebilir zamana? Kim geçen saniyelerden sadece ama sadece birini geri çevirebilir? Hangi kral ya da imparator, kuruyan bir yaprağa ‘dur’ diyebilir dalında? Güneşi benim Rabb’im doğudan getirirken, hangi firavunun gücü onu batıdan getirmeye yeter? Azrail gırtlağına çöktüğü zaman, kimin silahı onu durdurabilir? Hangi süper gücün, hangi süper lideri sivrisineğe karşı bir savunma sistemi geliştirebilir? Nemrud’dan daha acı bir son hepsini beklemiyor mu? Bu soruları bildiğimiz herşeyi ekleyerek çoğaltalım, sonunda varacağımız nokta kainatın sahibi Allah(celle celaluh)’ın kudretini idraktir! Ve bugün hepimizin yeniden ve yeniden hatırlamamız gereken dünyanın değişmez gerçeği de budur... Birileri birşeyler yapar, birilerinin başlarına bir takım işler gelir... Acılar, gözyaşları, kan ve zulüm birbirine karışır... Silahın ve paranın gücünü elinde bulunduranlar hep kazanıyor görünür... Tıpkı bir zamanlar olduğu gibi. Ama gün gelir, devran döner; ömrü olanlar s

100 yıllık işgal

Kudüs ya da genel adı ile Filistin, tarih boyunca hemen her yer gibi çok el değiştirdi. İbrahim(a)’ın kurduğu şehir, Davud(a)’ın devletine başkentlik yaparak başlayan tarihi ve Süleyman(a) devrinde yeryüzünün incisi olmasıyla şöhret buldu. Öyle ya; yalnızca insanlara değil tüm mahlukata hükmeden bir ‘Kral Nebi’nin başkenti olmak her şehre nasip olmaz... Son Nebi(sas)’in ümmeti olan bizler içinse Kudüs tarihinin en değerli hadisesi İsra ve Mirac durağı ve elbette ilk kıblemiz olması hasebiyle olduğu kadar, Adem(a)’dan Muhammed(sas)’e kadar devam eden ve ayrım yapmaksızın tamamına iman ettiğimiz peygamberlerin durağı, yurdu ve uğrağı olmasıyladır. Bu mukaddes şehir, Mü’minlerin Emiri Ömer bin Hattab(ra) devrinde fetihten sonra Kudüs olarak isimlendirildi. Bundan sonra kısa dönemler dışında müslümanların emniyet ve adaletiyle idare olunan Kudüs, payidar olarak devam ettiği varlığını 1516’da Osmanlı’nın cihangir sultanı Yavuz Selim Han(r)’ın kuşatması sırasında zarar görmemesi içi

Taassup Belimizi Büktü

Fitnelerin ana kaynaklarından biri olan kavmiyetcilik veya kabilecilik gibi asabiyetleri körü körüne savunmak anlamında ıstılahımızda yer alan taassup, giderek dermansız bir hastalık gibi tüm yapılarımıza sızdı ve iğrenç bir bakteri gibi ele geçirdiği unsurlarımızı kendine asker edinerek bizimle savaşmaya devam ediyor. Geçtiğimiz hicri asrın başlarında kavmiyetçilik hastalığımız dışardan yapılan müdahalelerle uzuvlarımızın bedenden kopmasına kadar ilerlemişti. Ancak o kadar teslim olduk ki bu mikroba, kopan organlarımız da içten içe envai türden asabiyetlerle kavgaya, dağılmaya ve yok olmaya mahkum oldu. Hani biz ‘müslümanlar bir bedenin azaları’ idik ya, işte o minvalde bakınca halimize ortaya her bir uzvu bir başka köşeye düşmüş ve kendi yaralarıyla kıvranan başsız bir beden görüyoruz. Bu vahim tablonun sonucu olarakta acı, kan ve gözyaşı semtimizden eksik olmuyor... Hal bu ise, bizden beklenen en normal davranış iyileşmek ve bütünleşmek için gayret etmek olmalıyken