15 Mart 2021

Mozaik yaşam modeli

İnsanların çeşitli ırk, dil ve renklerle yeryüzüne yayılmış olması ve bu farklılıkların, tanışmak ve bilinmek için olduğu kadar, birlikte yaşayabilme noktasında sıkı bir imtihan olduğu, hemen her devirde öne çıkan bir mihenk olarak karşımızda duruyor.

Devletlerin ve toplumların medeniyet göstergelerinin en belirgini, hiç kuşkusuz aralarındaki en zayıfların haklarının ne kadar korunduğu ile alakalıdır. Bu zayıflar arasında; kimsesiz çocuklar kadar, yaşlıların durumu ile, kadınlar kadar zor durumda kalan yolculara muamele anlayışı gibi köşe taşları vardır.

Toplumlar için kendinden olan zayıflara yaklaşım kadar bir diğer net medeniyet göstergesi de kendinden olmayanlara reva gördüğü muamelelerdir. Kendinden olmayanlar; dini, ırkı ya da dili farklı olanlar olabileceği gibi, teninin rengi farklı olanlar da olabilir.

Burada kendinden olmama ibaresi bir durum tespitidir. Aksi halde zaten insan olmakla her birimiz mutlak ve kesin bir eşitliğe sahibiz. İnsan onur ve haysiyetine yaraşır bir muameleyi herkes hak eder.

Tarihin şahitliği ve günümüzün yaşanan birçok olayı göstermiştir ki; biz Müslümanlar, gerek teori gerekse pratikte, insanlar arasında ayrım yapmadan muamele noktasında örnek bir duruşa sahibiz.

İnananların kardeş kılınmasında, ayrılıkların silinmesi olduğu kadar, inanmayanların düşmanlaştırılması gibi bir yanlışa düşmek de yoktur. İç bağları sağlam tutan ve kenetlenen toplumların, özgüven ve huzurla, diğer toplum modelleri ile münasebete girdikleri sosyolojik bir gerçektir.

İçinde kin ve nefret barındırmayan, her din ve ırktan insanı muhtemel kardeşi olabilecek kişiler olarak gören ve tabii ki dininin ve adetlerinin bir gereği olarak bu insanlara iyi davranan, dürüst iş yapan ve aldatmayan, kalplerini kazanmayı dünyanın en değerli işi olarak gören bir anlayıştan da ancak bu beklenir.

Bundan 100 yıl kadar önce, işgalciler ve onların rüzgarına kapılarak yüzyıllardır devam eden toplumsal barışı imha eden yerli işbirlikçilerinin, bu topraklara yaptıkları en büyük kötülük, insanlar arasında uzun süre devam eden ve derinleşen bir düşmanlık tohumu ekmiş olmalarıdır.

Gaziantep tarihinin buna şahitliği oldukça önemli bir örnektir. Bu şehirde, farklı mezheplerden Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar daha düne kadar huzur içinde yaşamış ve bölgemizde yaygın olduğu üzere, Osmanlı devlet idare anlayışının bir sonucu olarak, şehir ve kazaların idarelerinde de söz sahibi olmuşlardı.

Halbelkader elime ulaşan, 1321/1903 tarihli Halep Salnamesi’nden Ayıntab (Gaziantep) kazasının nüfus cetveli. İslam, Ermeni, Katolik, Protestan, Latin ve Yahudi nüfusu hakkında verilen bilgilerle geçmişe ışık tutuyordu.

Salnameye göre, Ayıntab (Gaziantep) kaza idare heyetinde 2 Ermeni üye bulunurken, mal müdürlüğü ve mahkeme üyesi olarak da iki gayri Müslim olduğunu görüyoruz. Birinci Dünya Savaşına kadar yürüyen sistemin güzel bir örneği.

Bugün bu mozaiğin kırılmış olmasından, bizim değil batılı kışkırtıcıların mesul olduğunu anlamak için o müstesna düzenin bu topraklarda yaklaşık bin yıl gibi bir süre sorunsuz devam ettiğini hatırlamak kafidir.

Selçuklu ve Osmanlı’nın en önemli gücü, farklılıklarına rağmen herkese verdiği aidiyet hissinden kaynaklanıyordu. Bugün de genel olarak, resmiyette aynı havanın tesis edildiğini, şehrimizi oluşturan göç ve ticari trafiğin kamusal korunma altında olduğunu görüyoruz.

Şehir halkının farklı din ve ırklara gösterdiği müsamahayı, farklı nedenlerle farklı devirlerde bu şehre göç etmek zorunda kalanlardan da esirgemediğini görmek ayrı bir medeniyet alameti olarak tarihe yazılıyor.

Medeniyetlerin durağı, yolların kavşağı konumu ile Gaziantep, farklılıkların enfes bir mozaiğe dönüştürülmesini geçmişte gerçekleştirdiği gibi; bugün de, gelecekte de yaşatmaya devam edecektir.

Müzelerde sergilenen rengarenk taşların resmettiği güzellik, şehrin genel manzarasına yansımalıdır.

Unutmayalım; mozaikler tamamen harika taşlardan oluşmaz, kırık dökük, eğri büğrü, düzgün dürüst, büyük küçük, sert yumuşak, sağlam kırık, her çeşit ve durumdaki taş, kaliteli bir harçla birleştirilir ve güzel bir renk cümbüşü, güçlü bir zemin ya da bir duvar hatta tavan ortaya çıkar.

08 Mart 2021

Sivil sorumluluk şehrin canıdır

 Geçmiş medeniyet ve şehircilik anlayışlarını irdelerken, kendi ecdadımızın örnek sistemlerini, hem devlet kurumlarının kamusal adımları, hem de halkın sivil desteklerini içeren vakıf ve benzeri etkin katılımları ile yad etmeyi pek bir seviyoruz.

Selçukludan Osmanlıya, hanlardan hamamlara, kervansaraylardan şadırvanlara, camilerden mekteplere varıncaya kadar, kurgusu ile bir medeniyet olduğu kadar, devamlılığını sağlamak için oluşturulan vakıfları ile de müstesna bir gelecek tasavvurunu, hasretle ve biraz da gururla biliyor ve anlatıyoruz.

Üstüne eklediğimiz ve pek bir sitayişle andığımız, halktan sıradan insanların kurduğu, sokakların ve meydanların düzen ve temizliği, sokak hayvanlarının bakım ve beslenmesi hatta çöplerin toplanmasından, yeniden kullanılacak durumda olanların dönüştürülmesi gibi, bugün tamamını belediyelerin icra ettiği, oldukça önemli hizmetlerin, mazide vakıflar tarafından verildiği gerçeğidir.

Yani bundan çok değil, belki bir asır önce, bugün vergilerimizle resmi hizmet olarak sunulan bazı işlerin, organize olan hayır sahibi ve hayırlı işler yapmak derdinde olan insanlar eliyle icra edildiği bir vakıadır.

Halkın resmi kurumlarla sorumlulukları paylaşması, hem uzaktan laf etmenin dayanılmaz hafifliğini engelleyen hem de gerçekten sorun olan meselelerin, kamu ve halkın ortak katılımları ile, herkesin hayrına, sorunların şehrin ihtiyaçlarına uygun şekilde çözülmesine çok büyük katkı sağlayacak, hassas bir duyarlılık noktasıdır.

Sokaklara tükürenleri denetleyen ve ceza yazan bir devlet kurumumuz olmayabilir ama eskiden olduğu gibi; sokaklara tükürenleri güzellikle uyaran ve günün şartlarına göre o pis atıkları ortadan kaldırmakla meşgul olan bir vakfın olmasını, bugün hayal bile edemiyoruz.

Nasıl olsa belediye elemanları temizliyor diye meydanları ve caddeleri kirletmekte bir mahzur görmeyen anlayışların değişmesi, bugünden yarına kolaylıkla sağlanacak bir iş değildir. Bunu kamu yasakları ve denetlemeleri kadar, toplumsal bilincin artırılması ve tüm kesimlere yayılmasıyla başarabiliriz.

Halk olarak bizlerin, hakkında “hariçten gazel okumak” dışında hiçbir adım ve çabamızın olmadığı meselelerin, nasıl olup da bizi de memnun edecek şekilde sonuçlanacağını beklememizin izahı yoktur.

Şehrin gelişen ve değişen yüzünden, genişleyen ve artan sosyal çeşitliliğinden, çoğalan zenginliğinin yanında gözden kaçan fakirliğinden, idarecilerinin çabasının yanında halkın tepkisizliğinden, çok konuşan ama hareket geçmeyişimizden rahatsız olanlarımız mutlaka vardır.

Şikayet ve sızlanmaların bir adım ötesine geçmek isteyenler için; adım atılacak alan, altına el konulacak taş, sırtlanacak yük, omuz verilecek garip, tutulacak el, silinecek yaş, sıvazlanacak sırt, okşanacak baş, örtülecek açık, temizlenecek pislik, toplanacak çöp, alkışlanacak hareket, gülümsenecek komşu, selamlanacak hemşeri, beslenecek hayvan, korunacak yeşillik ve daha neler neler, illaki vardır.

Eskilerin biraz mizahi de olsa, dillere pelesenk olan meşhur deyimi ile; “her şeyi devletten beklememek” gerekir. Nihayetinde devlet dediğimiz, bizim yani halkın arasından çıkan insanların, bilgi ve becerileriyle hareket eden dev bir organizasyondan ibarettir. Bu deve yön vermek milletin vazifesidir.

Gelecek nesillere bu devirden kalacak olan şeyin, bizden öncekilerden kalanlardan bir adım daha iyiye ve güzele doğru ilerlemiş olması gerekir. Aksi halde, nesiller boyu Selçuklu ve Osmanlı vakıflarını, toplumsal destek ve denetleme kurumlarını, milletin devlete bırakmadan kendi çözdüğü işleri, özlemle anlatmaya devam ederiz.

Bunun en acı yanı ise; tarihin bu döneminden bahsedilirken, bizim adımızın geçeceği yerin boş kalması olur. Yaşamış, yemiş ve içmiş, sonra da ölmüş bir toplum hakkında kimse tarihe not düşme ihtiyacı duymaz.

Toprak olan ve toprağa karışan işler yapanların hatıraları da toprağa karışır ve unutulur. Geleceğe kalacak olan, geçmişiyle övünmekten başka mahareti olmayanlar değil; ikisi arasında sağlam köprüler inşa edenlerdir.

01 Mart 2021

Ticari ahlak medeniyettendir

 Gaziantep ticari hayatının tarihi merkezi olan ve meşhur pazar ve çarşıların ortak noktalarından birinde uzun zamandır bir Ahi Evran heykeli bulunuyor. Heykeller yoluyla gelecek nesillere bir hatıra ya da öğreti bırakmanın ne kadar mümkün olduğunun sosyolojik neticelerini ehline bırakalım.

Sembolleştirilen meslek örgütü yapısı ile Ahilik ve ticarete ahlak ve medeniyet getiren Selçuklu izlerini bu topraklara olabildiğince sağlam bir şekilde yerleştiren Hoca Nasreddin; aynı zamanda Moğol işgaline karşı direnişi teşvik eden, birlik ve beraberlik ruhunu tetikleyen, Anadolu’da yurt edinen neslimizin, putperest ve kan içici zalim Moğol işgaline karşı durmasını destekleyen, bu uğurda kendisine destek veren Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi ile birlikte Moğollarla girişilen bir mücadelede 93 yaşında şehit olan bir kahramandır.

Moğol işgali gibi ağır bir dönemde, ticari hayatın ilke ve kurallarını belirleyen ve bunları adeta bir standart haline getirerek örgütleyen Ahi Evran Hoca Nasreddin’in aynı zamanda direnişe de destek veriyor olması, ekonomi ile siyasi hayatın iç içe gidişinin de bir göstergesidir.

Bugünün dünyasında ve şehrimiz özelinde, ticari hayatın erdem ve ilkelerinin; sürekli kazanmak ve türlü hilelerle zenginleşmekten başka bir hedefi olmayan kapitalist yaygın anlayışa karşı çok önemli bir sınama ile karşı karşıya olduğu bir gerçektir.

Dürüst ve ahlaklı bir tacirin, huzurlu ve müreffeh bir toplumun temel taşlarının en önemlilerinden olduğunu bir kenara not etmemiz gerekiyor.

Şehrimiz son yıllarda atılan adımlarla, tanıtım ve tescillerle, gerek ülke gerekse dünya çapında bir çekim gücüne kavuşmuş ve ziyaret edilmek istenilen özel bir yer haline dönüşüp bir nevi markalaşmıştır. Bunda yerel yönetimlerin çabalarının çok büyük ve değerli olduğunu da teslim edelim.

Ancak hiçbir tanıtım faaliyeti, yaptığı alışverişten memnun olarak ayrılan bir ziyaretçinin diliyle yapacağı şahitliğin önüne geçemeyecektir. Bunu sağlayacak olanın ise, ticari ahlaka uygun bir fiyatlandırma ile insanlara misafir gibi muamele eden esnaf olduğu bir gerçektir.

Geçtiğimiz yıllarda ramatçılık sektörü üzerine muhabbet ettiğimiz bir arkadaşımızın; önceleri bölge ülkeleri dahil, birçok şehre ürün satan ve bir bakıma ramatçılığın merkezi olan Gaziantep’in bu alanda oldukça gerilediğini ve sektör büyüklüğünün 3 işyerine kadar düştüğünü anlattığını hatırlıyorum.

Şüphesiz rızık ve kısmet apayrı bir hadisedir. Ancak insanların sebeplere riayet etmeleri de dünyada bir şeyler elde etmenin değişmez kanunudur. Su içmeden susuzluğun giderilmesi ne ile mümkün olabilir?

İşin kişisel kazanç boyutunu aşamayan ve hırsla hep daha çok kazanma derdinde olan, daha çok kar için her yolu mubah gören bir anlayışa karşı yapılabilecek tek şey; ticaretin bir ülkenin bağımsızlık ve istikbalini inşa eden bir faaliyet olduğunu hatırlatmak ve ahlaksızlıkla sahtekarlıkla yürütülen bir ticaretin, aynı zamanda tüm toplumun varlığına vurulan bir darbe olduğunu göstermek gerekiyor.

Yaşadığımız topraklarda huzur ve sükûnetin bozulması, genel refah seviyesi ve zenginliğin yayılmaması, birilerinin uyanıklık zannederek üç beş kuruş daha fazla kazanma uğruna, acımasız bir kapitaliste dönüşmesi ile halkın bir kısmının yokluğa mahkum edilmesi, memleketin bereketinin eksilmesine ve maneviyatının çürümesine yol açacak kötü bir yoldur.

Ticari hayatın canlılık ve kalitesi, getirisinin artması ve devamlılığı, dürüst tacirlerin oluşturduğu dengeli piyasalarla sağlanabiliyor. Aksi halde bir süre sonra, ruhsuz bir balon gibi sönme kaçınılmaz oluyor.

Ekonomik olarak zor zamanlardan geçtiğimiz bugünlerde, merhamet ve denge ile tayin edilecek fiyatlandırmaların değeri sair zamanlardan çok daha fazla olacaktır. Bu şehrin ve bu ülkenin, ekonomik hayatının gidişatından herkes etkileniyor.

Ticari hayatımızda dürüst tacirlerin çoğalmasına, Ahilik gibi tarihi kurum ve anlayışların zamana göre yeniden canlandırılıp, insanlara para kazanmanın tek amaç olamayacağını yeniden öğretmeye şiddetle ihtiyacımız var.

Bir işi yapmak için mesleki yeterlilik kadar insani kalitenin de şart olduğunu, merhamet ve cömertlik olmadan kazanılacak paraların insanları birer Karun’a dönüştürme ihtimalinin bulunduğunu, hepsinden önemlisi; bu dünyada elde edilen her bir kuruşun ve harcanan her bir liranın mutlaka nereden ve nasıl gelip, nereye ve nasıl gittiğinin hesabını vereceğimizi zihinlere ve kalplere kazımamız gerekiyor.

Kul hakkının dünyada ve ahirette karşılığı pek bir ağırdır ve onu tartacak tek terazi kıyamet meydanına kurulacak olan Mizan’dır!

22 Şubat 2021

İyi olmak ve iyi kalmak

 Modern zamanların, gelişmiş şehirlerin ve kapitalist hayat şartlarının, hemen herkesi ve her erdemi sıklıkla ve ciddi şekilde sınadığı, iyi olmanın ve iyi kalmanın her zaman zor olan pratiğinin, artık daha da zor olduğunu hepimiz, hemen her gün duyduklarımızla ve gördüklerimizle daha iyi anlıyoruz.

Devleti için iyi vatandaş, şehri için iyi hemşeri, işi için iyi usta, tanıdık ve komşuları için iyi biri, ailesi için iyi bir anne, baba, eş, kardeş veya çocuk olmak ve bunu bir süreliğine ya da bir mekana has kılmadan hayatın tamamında bir standart olarak yaşamak, herhalde bugünlerin en değerli mücevherlerinden biridir.

Afrika’nın batılılar tarafından sömürülen zengin elmas yataklarında değil, Anadolu’nun altı ve üstü verimli topraklarında, Gaziantep’in tarihi ve güncel olarak yeryüzünde doldurduğu boşlukta, cadde ve sokaklarında, okul ve fabrikalarında, ev ve işyerlerinde aramak ve bulmak zorunda olduğumuz mücevher; iyiliktir.

İyilik; büyük kalabalıkların uyum içinde yaşadıkları bir ortamda, birilerinin düzeni bozduğu anda, kahir ekseriyetin iyi olduğunu ve iyilikten yana olduğunu unutmamakla başlar. Çünkü çokluk ve destek hissi, en çok iyiliğe lazımdır. En çok çoğaltılması gereken, dillendirilmesi ve sesine ses katılması gereken şey, iyiliktir.

Bütün bir şehrin, bir gün toplanmasa burnumuzun direğini yıkacak olan çöplerini her gün düzenli olarak toplayan belediye çalışanlarının, bir yerde bir çöpü unutmasını, bütün bir koca temizlik hareketini yok sayacak kadar büyütmek; kibrit çöpünü gözüne ardındaki yemyeşil ormanı göremeyecek kadar yaklaştırmak gibidir.

Her dört kişiye bir aracın düştüğü Gaziantep’te sabahtan akşama hatta neredeyse 24 saat hiç durmadan akan trafiğin bir yerlerde birileri tarafından sabote edilmesine takılıp, her şeyi ve herkesi yanlış saymak, hatalı bilmek yine aynı şekilde; büyük kalabalıkların düzene ve kurallara uyarak oluşturdukları intizamı inkar etmek, bir bakıma nankörlük olur.

İnsanız tabi; kilometrelerce hiç sarsılmadan kat ettiğimiz yolun bir yerinde bir çukura ya da çıkıntıya rastladığımızda, bütün güzergahı o yarım metrelik bozukluktan ibaret sayarız. Bu hem kendimize hem de ilgilerine adalet değildir.

İyi giden onca şeyin arasından sürekli yanlışları ve kötüleri görmek, biraz da gözlerin ya da bakışların artık bir sebeple kırıldığını gösterir. Kırık bakış ise, düz olanı eğri, yamuk olanı normal görmek gibi bir yere giden ilk kapıdır.

Birkaç kişinin bozabildiğini düşündüğümüz düzen ve kuralların, yine birkaç kişinin ihtimam ve hassasiyeti ile güçleneceğine de inanmak durumundayız. Herkesin çiğnediği bir kurala benim uymamla değişecek olan, sadece benim gönül huzurum ve vicdani rahatlığım değil; bir yerde, her güzelliğin başlangıç noktasının tek bir kişi olduğunu gösterecek, iyi bir adımdır, iyilik için bir adımdır.

Herkesin çöpünü attığı sokak ortasına ya da kuytu bir köşeye çöp atmak; sürüye uyarak uçurumdan atlamakla çok benzer bir davranış biçimidir. Erdemli insan için doğru ya da yanlışın ölçüsü kalabalıkların yapması ya da yapmaması olamaz. Bir hareket doğruysa doğrudur ve başkalarının yapmaması onu yanlış durumuna düşürmez. Bir yanlış ise; bin kişi de işlese yanlıştır ve bir tek kişinin reddetmesi ile o yanlışın sonu başlamış olur.

İyi insan olmanın ilk adımlarından biri, sürüye uymamaktır.

İyi kalmanın ilk adımı ise; doğruya yanaşmayan ve yapmayanların, küçümseme ve kınamalarına aldırmamaktır.

Hiç unutmadığım bir hatıramdır. 90’lı yılların sonunda bir yaz tatili sebebiyle bulunduğum Gaziantep’te eniştemin arabasıyla şehir merkezine gidiyorduk ve direksiyon bendeydi. Hala aynı yerde bulunan meslek lisesinin önündeki ışıklara geldiğimizde kırmızı yandı ve doğal olarak durdum. Bir anda arkadan bir korna kıyameti koptu. Bağırtılar da geliyordu ama konuyu anlamadığım için aldırmamıştım. Yanımdaki yeğenime ne oluyor diye sorduğumda aldığım cevap hala bugün gibi hatırımda. Neden durduk diye bize kızıyorlarmış. Ama kırmızı dedim. Kimsenin aldırmadığını o gün öğrenmiş oldum. Ama yeşil yanana kadar hareket etmedim.

Tabi sonraları, işin içine kameralar ve gerçekten kurallara uymanın trafikte rahat seyahat etmenin ilk yolu olduğuna inanan insanlar çoğalınca işler değişti. Son durumu hepiniz biliyorsunuz.

İşte o kavşaklarda kırmızı ışıkta durmak için kamera var mı diye kontrol etmek, uyanıklık değil maalesef ilk önce kendine sonra şehrine ve insanlarına saygısızlıktır. Başında sopa ile yola gelmek erdemli bir insan davranış biçimi değildir!

İyi olabiliriz, iyilikleri çoğaltabilir ve kötülükleri azaltabiliriz. Şehrimize baktığımızda yanlışları görüp onlara uyarak elde edeceğimiz şey, ne bizi ne de bizden sonraki nesilleri mutlu etmeyecektir.

Bütün iyilikler ve iyilik hareketleri bir tek kişinin attığı ilk adımla başlamıştır.

17 Şubat 2021

İyi işleri takdir etmek

İstisnalarımız dışında pek çoğumuz, hayatın iyi yanlarını ve insanların iyiliklerini görmek ve takdir etmek konusunda sınıfta kalıyoruz. On tane doğru iş yapan birinin tek yanlışında kötü adam ilan edilmesi gibi, yüzlerce iyi hizmetler yapmış bir yetkili de ilk yanlışında itibarını kaybedip, gözlerden düşebiliyor.

Ülkenin ve şehrin imkanlarını, maddi ve manevi dinamiklerini, insan ve coğrafya kaynaklarını göz önünde bulundurarak; yapılan işlere ve sunulan hizmetlere bakmak, adalet ve denge ile değerlendirmeler yapmak, doğru ve iyi işleri takdir edip, yanlış ve kötü işleri tenkit etmek gibi, sıradan ve olması gereken davranış biçimini, bazen kişisel bir zaaf bazen de politik hesaplarla, yapmıyor oluşumuz bizi daha erdemli ve değerli kılmıyor.

Tam aksine; taraftar olanların yanlışları doğru bir dille söylemesi kadar, muhalif olanların doğru işleri samimi bir dille takdir etmesi erdemlerin en değerlilerindendir.

Körü körüne taraftarlık ya da yobaz bir muhalefet, ne şahsa ne şehre, ne ülkeye hayır getirmeyecektir.

Bir başka engelli yanımız ise; kendi siyasi çizgisinden olduğu ve insanlar önünde boy boy pozları birlikte verdikleri halde, iş doğru ve güzel işlerin takdirine gelince, muhtemel iç rekabet ya da kıskançlık hatta kin ve nefret gibi yanlış duygularla, samimiyetini ve dava edindiği hakikatleri bir kenara bırakarak, gözlerini kapatan, dilini tutan yaklaşım tarzıdır.

Biz sıradan vatandaşları, kimsenin politik hesapları ve çekişmeleri direkt olarak ilgilendirmiyor. Belediye başkanlarının ya da diğer siyasi yetkililerin, birbirlerine yaklaşımlarının arka planlarını bilmek, siyasi hesaplarını tahmin etmek gibi mecburiyetlerimiz yok. Biz perde önünde oynanan oyunu seyrediyor ve sahnede rolünü yaparken, rol arkadaşına çelme takmaya çalışanları da bir kenara kaydediyoruz.

Biz ortaya konan icraatlere ve bize sunulan hizmetlere bakarız. Sizin iç çekişmelerinizi bilmez ve yapılan doğru ve güzel bir işi neden takdir etmediğinizi anlayamayız.

Gerek ülke gerek şehir bazında, herhangi bir yetkilinin gelecek yıllar boyu halkın faydasına olacak bir işi başarmış olması bizi kendimiz ve gelecek nesillerimiz adına sevindirir. Yapanın bundan ne gibi politik menfaatler temin edeceği, istikbaline etkisini düşünmek ise bizim işimiz değildir.

Bir başkan bir şehre 50 yıl sonra bile yetecek bir su projesini başarmış ve hizmetimize sunmuşsa, bunun takdir edilmesinden başka bir yol yoktur. Ya da bir diğeri, ülkede görülmedik çapta bir sosyal belediyecilik örneği sergiliyor ve standart belediye hizmetlerinin üstüne bunları ekliyorsa, onu tebrik etmekten geri durmanın alemi yoktur.

Bu insanlar, öyle ya da böyle bir müddet sonra siyasi sahneden çekilecekler ve geriye bıraktıkları eserleri kalacaktır. Ne kendilerinin ne de yakınlarının bu hizmetlerden faydalanma oranı, bütün bir ülke ya da şehir düşünüldüğünde lafı bile edilemeyecek kadar basit ve küçüktür. Hatta 50 yıl sonra bugünün kudretli başkanları, büyük zenginleri, siyasi otoriteleri hayatta bile olamayacaklar, olsalar da bırakın siyasi hayatımızı etkilemeyi, belki kişisel hizmetlerini bile kendileri yapmaktan aciz ihtiyarlar olacaklardır.

Yaptıkları doğru ve güzel işler ise bu ülkeye ve bu şehre hizmet etmeye devam edecektir. İnsanlar onu yapanı unutsalar bile, sunulanlardan faydalanmaktan geri durmayacaklardır.

Bu yüzden, belediyelerin yaptıkları doğru ve güzel işleri takdir etmekten korkmamak gerekiyor. Bunu yapmak ne bizi suçu ya da bucu yapar, ne de devranın gidişatını değiştirir. Aksine, verilen hizmetlere nankörlük etmemek gibi bir erdeme sahip olduğumuzu gösterir.

Takdir etmek erdeminden mahrum olanın tenkitlerini neden dikkate alalım?

Hiç kimse ne tamamen saf bir iyilik abidesidir, ne de külliyen bir kötülük heykeli. Yine hiç kimse, bir yanlışla yok sayılamayacağı gibi, hiçbir yanlış da gözden kaçırılacak kadar önemsiz değildir. Bütün mesele, adalet ve denge ile yaklaşmak, doğru ve güzeli kapladığı yer ve ağırlığına göre takdir etmek, yanlışı ve kötüyü de, kirlettiği yer kadar tenkit etmekten ibarettir.

Neticede, bu ülke ve şehir bizim ve biz burada yaşıyoruz. Daha güzel bir memlekete sahip olmayı samimiyetle istiyorsak, duruşumuzun adil ve erdemli olması gerekiyor.

 

 

31 Ocak 2021

Ortak yaşam kültürünün ihyası

Toplumların genel huzuru ve güveni, bütün kamusal araçların varlık sebebi olduğu gibi; idareyi temsil eden fert ve kurumların, her an, her yerde ve herkesi denetlemesi, gözetlemesi şeklinde bir insanüstü aşamayı gerçekleştirme şansı bulunmuyor.

Dünyanın farklı ülkelerinde, metropollerin denetlenmesi ve şehir sakinlerinin ve ziyaretçilerin düzeni bozmadan, birbirinin hukukunu ve meri kuralları çiğnemeden hayatlarını idame ettirmeleri amacı ile, gerek teknoloji gerekse insan gücünün her türlü imkanından faydalanıldığına dair birçok örnek görmüş, duymuş veya okumuşuzdur.

Her köşeye bir kamera sistemi monte edebilir, görevli bütün personeli 24 saat mesai ile sürekli sahada tutabilirsiniz ama insan denen varlık, mutlaka bir kaçamak, bir gözden ırak nokta, bir yol bulacak ve kurallara uymamayı, kanunları çiğnemeyi başaracaktır.

Zaten, dünyanın hiçbir devrinde, hiçbir idari sistem ya da mekanizma altında, mutlak ve kesin kontrol sağlanamamıştır. Ancak halkın çoğunluğunun düzene tabi olması, kurallara uyması ve kanunlara riayet etmesi, genel görünümün göstergesi olmuştur.

Kaldı ki; görevliler de kurallara aykırı hareket edebilmekte ve kendilerine verilen yetkileri istismar edebilmektedirler. Yani görevliyi de denetlerseniz, onu denetleyeni de, denetleyenleri denetleyeni de ve sürekli devam eden bir döngüye girebilirsiniz. Bu devlet mekanizmasıdır aslında ve en tepeden başlayarak en alttaki memura kadar, denetleme ve kontrol zincirinin sağlamlığı kamu gücünün en değerli yanıdır.

Fertlere gelince, gerek bizzat düzenin korunmasından sorumlu olanlar, gerekse en alakasız ve kenardakiler için değişmeyecek asıl ve mutlak denetleme organı aslında herkesin kendi vicdanıdır.

Artık insanların inançlarıyla ilgili kesin yargılardan uzak durmak zorunda kalıyoruz. Zira inancının çok sağlam olduğunu ve kendi dinine uymayan, hele de bir başkasının hakkını çiğnemek olan davranışları, pek düşünmeden hatta rahatlıkla yapan insanlar görmek sıradanlaşıyor.

Bu yüzden, trafiğin düzgün akması ya da çöplerin doğru ayrıştırılması gibi basit ve temel yöntemler bile ancak kişilerin vicdani sorumluluklarına uymaları ölçüsünde başarılı olabiliyor.

İnsanların şehre ve topluma karşı sorumluluklarını yerine getirme noktasında gösterecekleri duruşu belirleyen ve artık neredeyse karakter olarak benliğine yerleşen bazı davranışlar, çocukluktan itibaren yerleşen algılar, doğru ya da yanlış örnekler tarafından aşılanıyor.

Daha küçücük bir çocukken, annesinin kendisine yemesi için açtığı dondurmanın paketini sokağa attığını görerek büyüyen birinin, ileride doğru davranışı göstermesi için çok ciddi eğitilmesi ve denetlenmesi gerekiyor. Ancak yine de refleks bir hareket olarak, çöpünü sokağa atabiliyor.

Babasının elinden tutarak, kırmızı ışıkta karşıya geçirdiği ya da aracını kullanırken, yol babasından miras kalmış rahatlığı, kameraların görmediği yerlerde yaptığı kural ve hak ihlalleri, arka koltuktaki minik beynin kıvrımlarına öyle bir yer ediyor ki; dersler, denetlemeler, cezalar ve dahası, bir yerde işe yaramayabiliyor.

Bu yüzden; ortak yaşam kültürü, şehirde yaşamanın kuralları, sokakta yürümenin adabı, kaldırımları kullanmanın anlamı, araç kullanmakla ilgili titizlik, insanlara hitap şekli, çöp kutusu kullanma alışkanlığı, terbiyeli bir fert olarak topluma karışma tarzı, yüzünün ve ellerinin temizliği, üstünün eski ya da yeni olması değil ama temiz olması gibi nezaket kuralları, umuma açık yerlerde yere tükürmenin en az herkesin içinde tuvaletini yapmak kadar ayıp olduğu, insanların arasında elinin kolunun nerede durduğuna dikkat etmek gerektiği, başkalarına saygısızlık etmenin ve haklarını çiğnemenin ahlaksızlık olduğu, erdemli ve dürüst bir insan olmanın en değerli hazine olduğu, daha çocukken, küçücükken minik beyinlere nakşedilmesi gereken temel insani değerler olmalı.

Bu dünyanın dini olarak imarından, insani olarak korunmasından ve gelecek nesillere, daha güzel ve kaliteli bir toplum yapısı bırakmak gibi bir ödevimiz olduğundan artık bahsetmek bile istemiyorum. İnsanlık, ahlak ve erdem üzerine bina edilir ve bu yüzden ahlaksız ve erdemsiz kişilere; “insanlığını kaybetmiş” deriz. Şehir ise ortak yaşama kültürü üzerine bina edilir ve buna uyum sağlayamayanlar sadece kendilerinin değil, herkesin hayatını zorlaştırmaları sebebiyle hak ve sorumluluk altında kalırlar.

Şehir; fiziksel ve ruhsal zorlukların arasında, kalabalıkların ve curcunanın ortasında, havasının ve suyunun bile sorun olduğu bir hayatı, bilerek ve isteyerek kabullenmenin ve buna göre yaşamanın gereklerini yerine getirenlerin inşa ve ihya ettiği bir toplumsal yaşam biçimidir.

Kendimiz ve gelecek nesillerimiz için; şehirlerimizi korumak, ortak bir yaşam kültürü geliştirmek, olanları kabullenmek ve ileriye bakmak durumundayız.

 

24 Ocak 2021

Şehir ve insan komşuluk demektir

Şehirden ve medeniyetten bahsedeceksek elbette ilk konumuzun insan olduğunu ve insanlar arası ilişkilerin, kayda değer bütün konuların temel çekirdeğini oluşturduğunu da hatırlamamız gerekiyor.

İnsan yetiştirilmeden, ne şehir kurulabiliyor ne de medeniyet.

İnsanlar arasındaki ilişkiler, temel sosyal yaşam kurallarına göre belirlenmeden ve uygulanmadan, herhangi bir medeniyetten bahsetmemiz mümkün olamıyor.

İnsan yetiştirme kısmının ayrı bir başlık olduğunu ve tabii ki ehli olan eğitimciler tarafından ele alınması gerektiğini not ederek; şehrimizin sahip olduğu insan nüfusunun ilişkilerini, asgari müşterekler üzerine bina etmemizin ve geliştirmemizin gerekliliği üzerinde düşünmemiz ve bu konuyu en azından bir rahatsızlık bağlamında konuşmamız gerekiyor.

Şehrin insan ilişkilerinin temeli kavram olarak aslında toplumla aynıdır. Şehir, toplumun nihai vücut bulmuş önemli ve büyük bir göstergesidir. Şehirlerin bir araya gelmesiyle devletlerin oluştuğu pratik gerçeğine bakarsak, şehir devlettir ve evet, bazı küçük şehir devletçikler bile mevcuttur.

Aileden başlayan ve aile içi ilişki ve düzenle ortaya konan temel insan davranışlarının topluma ve şehre yansıması, büyük oranda ahlaki değerler ve saygı temelli oluyor. Bizde “devlet baba” tamlamasının temelinde de aile kültürü yatıyor. Tabi modern zamanlarda geleneksel tavırların değil, üzerinde çok konuşulan yeni kuşakların kuralsız ve güya özgür yaklaşımları öne çıkıyor.

Şehir dediğimiz şey, birlikte yaşayan ailelerden ya da kaçınılmaz olarak bir aile içinde yetişmiş bireylerin tek başına yaşasa da doğal olarak, komşuluk ve benzeri münasebetler yoluyla, parçası olduğu topluma ve şehre katkı yapması ile oluşuyor.

Çadırlarda ya da köylerde, komşular arasında arazi sıkıntıları, hayvanların ürünleri yemesi gibi belli başlı konular öne çıkarken; günümüz devasa şehirlerinde artık, attığımız her adım, çıkarttığımız her ses, yediğimiz yemeğin kokusu, kavgamızın ve gürültümüzün verdiği rahatsızlık, arabamızı park ettiğimiz yer ve şekil, ortak kullanım alanlarına verdiğimiz her zarar, yere ya da havaya attığımız her çöp, bir başkasının hakkına, alanına ve özeline dokunabiliyor.

Mahalle bazlı büyük komşuluk ilişkilerinin hayatımızdan neredeyse çıktığı, bir sokak içinde yaşayanlardan gerçekten komşu gibi tanışan ve konuşanların azaldığı, apartmanların ve sitelerin komşuluk ilişkilerini, yeni kalıplar ve düzlemler üzerine çektiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu gerçeği göz ardı ederek nostaljik komşuluk edebiyatı yapmanın bir anlamı yok.

Bugünün şehirlerinde yaşayan hiç kimse, artık köyünde ya da merasında gibi yaşayamaz. Böyle bir ihtimal ortadan kalkmış bulunuyor.

Her bir fert; mahallesine, sokağına, sitesine ya da her nerede yaşıyorsa oraya uyum sağlamak ve komşularının hukukunu düşünerek hareket etmek zorundadır. Bu ortak alana giren her ferdin, burada yaşasın ya da yaşamasın, kimsenin hakkına girmeden, kimseye rahatsızlık vermeden ve kendisi de rahatsız olmadan hayatına devam etmenin yolunu bulmak gibi bir sorumluluğu vardır.

Elbette bütün bu ilişkilerle ilgili, hemen her toplumda olduğu gibi bizde de hukuki zeminlerde karşılığı olan ve yaptırımlarla da olsa düzeni sağlamaya yarayan bir yol bulunduğu malumdur. Ancak komşuların mahkemelerde ya da başka tatsız bir ortamda karşılaşmaları, birbirlerinin yüzüne bakmalarını zorlaştıran, araya olmaması gereken bir mesafe koyacak olan bir durumdur.

Bu yüzden, her şey yaptırım ya da cezalarla çözülmemeli, özellikle insani münasebetlerin, karşılıklı saygı ve birbirinin hukukuna riayet temeline oturması gerekmektedir.

Bu noktada her birimizin kendi kutsallarının devreye girmesi gerekir. Kişi, sahip olduğu dünya görüşü ne olursa olsun, diğer insanların haklarına saygı duymak, komşularına özen göstermek ve birlikte yaşamanın katlanılabilir bir zorunluluk değil, keyfi sürülecek bir yaşam tarzı olmasını sağlamak gibi bir noktaya nerden bakarsa baksın gelmeyi içine sindirmek istemelidir.

Hele bizim gibi çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda, kul hakkı gibi, üzerinde çok büyük bir titizlikle durulması gereken anlayış varsa, aslında uzun sözlere gerek kalmamalıdır.

Valinin, belediye başkanının, muhtarın, site yönetiminin ya da her kimse en küçük kontrol mekanizmasının bile, bir şeyleri yasaklamasına, denetlemesine ve cezalandırmasına gerek duyulmadan, devreye kul hakkının girdiğini idrak edebilen bir Müslümanın, komşuları başta olmak üzere diğer insanların hukukuna uyması beklenir.

Kapınızın önüne koyduğunuz çöpün rahatsız ettiği komşuların üzerinizde hakları vardır.

Sokağa attığınız her bir çöp parçasının rahatsız ettiği insanların, onu temizlemek için çalışanların üzerinizde hakları vardır. Nasıl olsa işleri bu, diyemezsiniz.

Bağırdığınızda ya da kahkahalarla güldüğünüzde sesinizden rahatsız olan komşunun üzerinizde hakkı vardır. Gürültü yapmasını umursamadığınız çocuktan rahatsız olan komşuların üzerinizde hakları vardır.

Siz aracınızı düzgün park etmediğiniz için sıkıntı çeken her bir komşunun üzerinizde hakları vardır.

Açık bıraktığınız kapı, ışık, gereksiz yere tükettiğiniz tüm ortak giderler sebebiyle tüm komşularınızın üzerinizde hakları vardır. Şehrin ve ülkenin üzerinizde hakları vardır.

Bunlar ilk anda aklıma gelen örnekler olsa da; genel olarak bir başkasının hukukunu çiğnediğiniz her an, onun üzerinizde hakkı vardır ve hesabı olacaktır. Büyük ya da küçük her şey karşılığını bulacaktır.

Şöyle bir durup kendimize bakarsak, sonra komşularımıza tebessümle selam verip hayır dualarla devam edersek, hiç zorlanmadan; sokağımıza, mahallemize ve şehrimize iyilik etmiş, güzellik getirmiş ve berekete sebep olmuş oluruz.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...