03 Mayıs 2021

Son on gün, son on fırsat!

 


Bir yarış idiyse bu, her bitirenin mutlaka birinci olduğu bir yarış!

Bir rahmet mevsimidir, her selim kalp ile uğrayanın mutlaka tepeden tırnağa ıslandığı; bir mağfiret ırmağıdır, her ihlasla girenin mutlaka tertemiz yıkandığı…

Ramazan ayından bahsediyorum; Rahmani gündemimizden, zamanın ilahi takdirinden, vahyin bereketinden, orucun bitmeyen hikmetinden, açlığın ve susuzluğun sabrından, kulluğun lütfundan bahsediyorum.

Her yıl olduğu gibi geldi ve gidiyor, hem de her zamanki gibi; ne de çabuk!

Son on güne girdiğimiz bugün, son düzlüğe çıkmış bulunuyoruz. Sabır ve sebatla koşmaya devam edenlerin göğüsleyeceği bayramın, bağrımıza bir sevinçle dokunması için, son kırıntılarımızı da dökmenin tam zamanıdır.

Bayram, affedilmiş olmanın sevincidir, zira. Günahlardan kurtulmanın, yüklerden azat olmanın, belimizi doğrultmanın, alnımızı parıldatmanın, yüzümüzü güldürmenin zamanıdır.

Bayram edebilmek için, bayramı hak etmiş olabilmek için son on gün!

Orucu bütün benliğimizle tutmak, namazı o hep aradığımız huşu ile kılmak ve sadakaları o hep imrendiğimiz Allah’ın Rasulü’nün yaptığı, esen bir yel gibi çoğaltmak için son fırsatlardır.

Bu bir sezon indirimi değil, bu bir iş terkinden dolayı zararına satış hiç değil, bu bir açılış ya da kapanış kampanyası da değil; açık bir cennet davetiyesidir!

Bir koyanın en az on aldığı bir alışveriş, helalinden temiz bir kazanç, insanların değerini tayin etmekten ve anlamaktan aciz kaldıkları bir mücevher açık artırmasında; ayakta duranların, aç kalanların, kalbi selim olanların, ihlasla kulluk onurunu kuşananların elde ettiği nadide bir ibadet parçasıdır.

Her katılanın elde ettiği bir ödül, her isteyene verilen bir karşılık, her bitirenin birinci sayıldığı bir yarıştır.

Zor zamanlarda vermenin ve karşılığını dünyada ve ahirette kat be kat almanın tam sırasıdır.

Bir dahaki Ramazan ayına kadar, tutulacak hiçbir oruç bu kadar faziletli olamayacak!

Bir dahaki Ramazan ayına kadar, okunacak hiçbir hatim bu kadar sevinçli olamayacak!

Bir dahaki Ramazan ayına kadar, verilecek hiçbir sadaka bu kadar bereketli olamayacak!

Neye sahip olduğumuzun farkında olmak ve neyi kaçırma ihtimalimizin idrakine varmak için hiç zamanımız yok aslında. Geçen her gün ömürden, geri gelmez ve gelecek Ramazan ayına kadar, kimler kalır kimler göçer bilinmez.

Tabirin tam anlamını bulduğu üzere, her gecenin Kadir olma ihtimalinin en çok olduğu son on gündeyiz.

İmanın heyecanını, ibadetin tadını, ihlasın huzurunu, ihsanın huşusunu, cehennemden azat olmanın beratını elde etmek için son düzlükteyiz.

“Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşuşun. Bu cennet, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmıştır.” (Ali İmran 133)

Bak, herkes kendince bir şeyler yapmanın peşinde; her makam ve imkan sahibi, her güç ve mal sahibi, her beden ve ruh sahibi, bir yere doğru koşuyor.

İstikameti düzeltmek, hedefi doğru tayin etmek ve cennete koşmak için, mazeretimiz yok, bahanemiz geçersiz!

Bu yol herkese açık ve her şartta mutlaka yürümenin bir şekli var. Bu bir yol evet, yürümek lazım olan, duranların kazalara sebep olacağı, dosdoğru bir yol!

Ya yürüyenlerden olmak lazım ya da koşanlardan, bir de bineklerle mesafeleri uçarcasına kat edenlerden olmak var elbette…

Nasıldı meşhur metaforumuz; “yol medeniyettir” ve yolları kat edenler medenilerdir, akıllı insanlardır!

26 Nisan 2021

Şehrin hafızasını tazelemek

 

İnsanlar gibi toplumlar da zamanla yaşananları unutabilmekte ve nesiller değiştikçe acıların ve sevinçlerin hatıraları törpülenerek silinebilmektedir. Tabii ki, tarihi günümüze taşıyarak, aynı duygularla hayata devam etmek düşünülemeyeceği gibi, geçmişi yok sayarak geleceğe yürümek de mümkün değildir.

Gaziantep, yakın tarihinde, bundan sadece 100 yıl önce büyük bir işgal yaşamış ve türlü baskı ve sindirme politikalarının yanında, taciz ve soygun gibi aşağılık muamelelerle de karşılaşmış bir şehirdir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılan imparatorluğun, işgalciler arasında el değiştiren bölge şehirleriyle birlikte, Fransızların olmayan insafına terk edildiği, 1919 yılında başlayan ve gerek yerli gerekse Fransız ordusuna katılmış gönüllü Ermeni birliklerin, eşkıyalıklarıyla bizzat yüzleşen bir şehirdir Gaziantep.

Osmanlı’nın son yıllarına kadar, şehir idare heyetinde en az bir Ermeni üyenin bulunduğunu ve dönemin idarecileri tarafından farklı sebeplerle alınan tehcir kararının belki de en düşük düzeyde uygulanarak Ermenilerin varlıklarını yoğun olarak devam ettirmelerine izin verildiği göz önüne alındığında, Antep’in bu merhametli duruşunun, adeta bir karşılığı olarak, ihanet ve işgalde Fransızlardan önce halka saldıran, işkence eden ve katliamlara karışan Fransız kuvvetlerinin ilk saflarında Ermenilerin olması aslında şaşılacak bir durumdu ancak bizim buna şaşmaya bile vaktimiz olmadı.

Şehrimizi yıktılar, hanelerimizi harap ettiler, bir neslin en değerli yetişmiş evlatlarını katliamdan geçirdiler. Sadece Antep’te 6 binden fazla şehit ve bu sayının 2-3 katı yaralının yanında, talan edilen varlıkların ve el uzatılan namusların acısı tarihin uzun dehlizlerinde kaybolmaya terk edilemeyecek kadar derin izler bıraktılar.

Gaziantep şehir merkezindeki minareler hala Fransız ve Ermeni çetelerin mermi izlerini taşıyor. Savaşa bizzat katılan nesil artık yok ama onlardan yaşananları dinleyenler hala hayatta. Şehrin müzeleri, dünün acılarını ve fedakarlıklarını anlatmak için köşelerinde bekliyor.

Gaziantep halkının kendi tarihi ile arasındaki bağı koparmasından ve yapılanları unutmasından daha vahim bir gaflet düşünemiyorum.

Daha dün kadar yakın bir geçmişte, meydanlarda namuslara el uzatanların kimler olduklarını nasıl unutabiliriz?

Müzeleri gezip görün, orada işgalci olarak adları geçen İngiliz ve Fransızları unutmadığınız gibi, onlara öncü birlik olarak, gönüllü hizmet eden Ermeni çeteleri de unutmayın.

Hesabını sormadığımız işgaller ve katliamlar, sürgünler ve soykırımlar bugün bize soykırım iddiası olarak geri dönüyor.

Dünyanın birçok yerinde, işgal edilen ve yıkıma uğrayan ülkeler ve şehirler, düşmanlarına tazminat davaları açarlar. En azından kayıtlara onların işgalci zalimler olarak geçmesini sağlayarak, tarih önünde olmayan yüzlerinin kızarması için çaba sarf ederler.

Ancak biz, ne hikmetse işgalcilerimizle yüzleşmekten hep kaçınmışız ve onları hiç değilse kağıt üzerinde mahkum etmek için bile bir çaba sarf etmemişiz. Gaziantep için de durum aynı.

Ne işgalci Fransızlara ne de onların uşakları Ermenilere, yaptıklarının hesabını sormamışız ve herhangi bir dava açmak bir yana adeta 100 yıl önce olanlar hiç yaşanmamış gibi, güler yüzle el uzatmışız.

Bin yıl kadar önce, Sultan !. Kılıçarslan tarafından, Ermeni bir zalim beyin elinden kurtarılan Malatya ve Adana ahalisinin minnet duyguları üzerine bina edilen ve yüzyıllar boyu, emniyet ve huzur içinde bizimle birlikte yaşadıkları bu topraklarda, en zor zamanımızda yanımızda olmalarını beklerken, en ateşli düşman olarak karşı saflarda yer alanları unutmamızın sonucunda bugün, dünya genelinde farklı devletlerin, soykırım tanıma gibi saçma sapan politik kararlarıyla karşılaşıyoruz.

Onlardan adil bir duruş beklemiyorduk, yine şaşırmıyoruz. İşgalcilerimizin kendi beslemelerini tutmalarında anlaşılmayacak bir şey yok aslında. Ancak bizim de onların tarzında bir cevap ile karşılarına çıkmaz vaktimiz çoktan geldi de geçiyor bile.

Dünyanın gördüğü nadir insani felaketlerden biri olan Balkan sürgünümüzün hesabı sorulmalıydı, hala sorulabilir.

Filistin cephesinde kimyasallarla kör edilen on binlerce askerimizin hesabı sorulmalıydı, hala sorulabilir.

Çanakkale’nin, Kafkasya’nın, Bağdat’ın, Yemen’in hesapları sorulmalıydı, hala sorulabilir.

İşgal edilen her bir Anadolu şehrinin ve kasabasının hesabı sorulmalıydı, hala sorulabilir.

Artık, savunma yapmaya gerek yok, nasıl olsa bir değeri olmuyor onlar nezdinde. Artık karşı adımlar atmanın zamanıdır.

 

19 Nisan 2021

Ramazan şehrin ve hayatın mektebidir

Sair mahlukat, çok az şey bilmek ve çok ötesini de düşünmemek gibi bir kolaylıkla dünyaya gelir ve giderken, insan; gerek ebeveynine bağımlılığı, gerekse öğrenme imkan ve ihtimallerinin çokluğu ile öne çıkması neticesinde, kendisine ram edilen yeryüzünün hem hakimi, hem hizmetkarı, hem de varlığın en değerlisi olur.

Yeryüzü ve içindekilerin yanında, gökyüzü ve içindekilerin de hizmetine sunulduğunun farkında olmanın kaçınılmaz cazibesiyle, öğrenmek ve daha ötesini keşfetmek için merak duygusuna sahip olmak hepimizin fıtratında var olan bir meziyettir.

Taş ve topraktan sadece ev inşa etmekten, içinde bulunan envai çeşit maden ile neler yapabileceğimizi keşfettiğimiz noktaya gelmiş olmamız bile, başlı başına büyük bir göstergedir. Allah(cc) sebepleri ve araçları yarattığı gibi, onların ve bizim tabi olacağımız kanunları da koymuş, gerisini bizim gayretimize bırakmıştır.

Dileyen taşları yontup estetik bir duvar inşa ederken, isteyen de eğri büğrü bir şeylerle yetinebilir.

Ramazan ayı bize Rahmani bir mektep olarak, nasıl bir hayat kuracağımızı tercih ettiğimiz zaman dilimi olarak sunulmuş, bereketli bir imkandır.

Bu ay süresince, taşları nasıl yontacağımızı, topraktan nasıl madenler çıkaracağımızı yani ruhlarımızın çıkıntılarını kırmayı, içimizde var olan adalet ve merhamet duygularını ortaya çıkarmayı öğrenmek herhalde en değerli marifetimiz olacaktır.

Allah’a karşı içimizde taşıdığımız veballerin telafisi için, insana ve kainata karşı içimizde taşıdığımız süfli duyguların izalesi için, kendimize dair içimizde kalan pişmanlıkların ve hayıflanmaların silinmesi için kaçırılmaz bir fırsatla karşı karşıyayız.

Başlangıç noktamız olarak, temel derslerimizden biri olan insanlarla münasebetlerimize orucun getirdiği yeni düzenlemeleri alabiliriz.

Oruçluyken, kavga ve tartışmadan uzak durmayı öğrenip Şevval ayına gelindiğinde, içimizde saklayıp büyüttüğümüz vahşi canavarı ortaya salmanın anlamı herhalde yoktur. O halde bu ay boyunca o canavarı ehlileştirmek zorundayız ki, saldığımızda kimseye zararı olmasın, dolayısıyla bizim de dünya ve ahiret helakimize yol açmasın.

Allah(cc), eksiklerimiz ve hatta günahlarımızla bizi kabul eder, samimi pişmanlıklarla yapılan tövbelerin karşılığı, -O’nun vadi olarak- kabul olunmasıdır. Oysa insanlar için aynı şeyi söylemek her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden orucumuz Allah’ın hukukuna riayet ettiği gibi insanların haklarına da uymakla tamamlanacaktır.

Sahura kalktığında ev ahalisine Nemrud kesilen ile iftara yetişmek için başkalarının haklarını çiğneyenin oruçlarının hükmünü, varın gidin hocalara sorun. Ve fakat; ardında kırık gönüller, sıkılı dişler, yaşlı gözler bırakanların açlık ve susuzluklarına Allah’ın bakmayacağını hep söyler hocalar.

Ürküttüğü kurbağa içtiği suya değmemek diye tabir olunan deyimlerimiz belki de bu tür oruçlular için söylenmiştir, kim bilir?

Trafiği birbirine katan, sağdan soldan attığı makaslarla, kimin hakkını çiğnediğini bir an bile düşünmeden hızla iftara yetişen ve “helal bana, tam vaktinde sofradayım, hamdolsun” diye gerinen oruçlunun, karnı doyacak, susuzluğu kanacak amma gönlünün açlığına çare olmayacaktır bu oruç ve bu Ramazan ayı.

Ramazan ayı ve oruç tutmak, hayatı bir disiplin ile, mektepli bir efendilikle, düzgün bir dil ve dürüst bir el ile, tam anlamıyla şehirlilik demek olan bir medeniyet ile yaşamayı öğrenmektir.

Ve evet, daha yeni başladık. Hiçbir şey için geç değil. Bir adım geri atmak, bir kelime eksik söylemek, bir lokma az yemek, bir kere daha tebessüm etmek için oldukça vaktimiz var.

Ramazan ayı bir medeniyet mektebidir ve mezun olanların kurduğu şehirler medenidir. Hayatın ve ötelerin güzelliği için derslerimize titizlikle sarılalım, bir ay çabuk geçer. Hele Ramazan ayı daha çabuk…

 

12 Nisan 2021

Şehir ve Ramazan

 Ramazan ayı zamanlardan bir zaman dilimidir ve seçkinliği, özelliği zamanın da yaratıcısı ve deveran ettireni olan Allah(cc)’tır. Ramazan ayı hikmeti ilahi gereği kameri takvime göre tayin edildiğinden, bir mevsime sabitlenmeyip, yıl içinde dolaşmasıyla aslında bizzat hareketin temsili bir zaman dilimidir.

Takvimin Ramazan ayına gelmesi, oruç sebebiyle hakim olan sükûnetin harekete dönüşme merkezinin bedenler değil ruhlar olduğunun göstergesidir.

Köylere de gelen Ramazan ayının, şehirlerde yaşanması nispeten daha zordur. Köyde insanlar, iş saatlerini, hayatlarının akışını kolaylıkla Ramazan takvimine yani sahura ve iftara, Kur’an’a ve namaza göre ayarlama imkanına sahiptirler. Şehir halkı ise, kendi kontrol ettiği ancak ne hikmetse fıtratına ve sosyal hayatına olduğu kadar, dini vecibelerine de uyumsuz bir sistemin akışına kapılıp gider.

İş saati ayarlanamadığı için sahura kalkmanın sorun olduğu kadar, iş çıkış saatlerinde trafikte geçecek iftarlar da ayrı bir sıkıntı sebebi olur.

Bugünün dünyasında artık, sistemin fıtrat ve dine göre ayarlanma beklentimizi ertelemek hatta çoğumuzun yaptığı gibi hiç aklımıza getirmemek gibi bir çıkış yolumuz elbette vardır. Yaşananı olduğu gibi kabul edip, normali bu imiş ve başka türlüsü mümkün değilmiş gibi kabullenip, akıntıya kapılan çer çöp misali ömür geçirmek de bir seçenek.

Ve fakat; dünyanın bütün tantanasını, insan ve sahip olduğu değerlere, bedeni ve ruhi ihtiyaçlarına göre ayarlamak, bu akışı durdurmak, mesai mefhumunu değiştirmek, iş saati denilen mecburiyeti Ramazan ayına göre yeniden düzenlemek, sahur ve iftarı günün köşe taşları olarak sosyal hayatın merkezine koymak mümkündür.

Bu ihtimali aklının ve gönlünün bir kenarında bulundurmak ve imkanları kadar da olsa, kendi hayatında ve idaresindeki insanların hayatlarında bir yol aramak ve bir çözüm üretmek için kafa yormak, Ramazan ayının bereketlerinden biri olarak ortada duruyor. Ve hem kendi hem de başkalarının hayrını isteyen idarecilerin ve işverenlerin bir adım karşısında el değmemiş veya çok az kullanılmış bir ecir kapısı olarak açık.

Salgın şartlarına göre ayarlanan mesailerin, yavaşlatılan ya da tamamen durdurulan üretim hatlarının, engellenen seyahatlerin hatta sokağa çıkma yasaklarının gösterdiği; Ramazan ayını fert ve toplum planında çok farklı yaşayabileceğimiz gerçeğidir.

Bazı şeyleri Ramazan ayına özel değiştirebiliriz!

Ramazan ayının en müstesna ibadeti tereddütsüz oruç olduğu gibi, bütün ibadetler arasında ecir bakımından takvaya, iyiliğe götüren en sağlam yol ise infaktır ki; zekat ve sadakalar bu kalemde ele alınır. Yine Ramazan ayına özel olarak fıtır sadakası, bu ayda infakta bulunmanın değerini öğreten bir derstir.

Bu sebepledir ki; ümmet arasında Ramazan ayında zekatını hesaplamak ve vermek gibi adet yerleşmiş ve halen de genel olarak uygulanmaktadır.

Yoklukla varlığın birbirine bu kadar yakın olduğu başka bir zaman dilimi yoktur hayatımızda.

Ekmek ve su vardır ama gün boyu sofra kurulmaz, yani yokturlar.

Zengin ile fakir vardır ama bu ay boyunca herkes açtır, susuzdur.

Öfke ve kavga vardır ama bu ay boyunca herkes bir adım geri atar.

Zekat ve sadaka; Ramazan ayının varlıkla yokluğu buluşturan, toplumun maddi dertlerinin paylaşıldığı ve bunun başa kakılmadan, bir borç öder gibi titizlikle yapıldığı, orucun sadece bedenle değil bütün hissiyatla tutulduğu hayırlardır.

Şehirde herkesin oruç tutmayacağını, herkesin Ramazan ayı ile meşgul olmayacağını elbette biliyoruz. Elbette bu ayın hürmetine riayet etmeyenler de olacak. Dilleri ve elleri durmayacak. Bizi ve Ramazan ayını yok sayacaklar. Biz de onları yok sayacağız.

Bu ay boyunca, bize ve ibadetlerimize saygısı olmayanları yok sayacağız! Kendilerini görünmez zannetsinler, seslerini duymadığımız düşünsünler. Ramazan ayına, Kur’an’a, oruca, zekata ve sadakaya ayarlı olan gözlerimizi ve kulaklarımızı, parazit görüntü ve seslere kapatalım, varlıkları anlamsız, çırpınışları yetersiz, garezleri göğüslerinde düğümlü kalsın.

Ramazan ayı geldi! Yılın bize özel bir vakti geldi. Kainatın Rabbinin rahmet ve bereket kapıları açıldı, başka bir şeyle meşgul olmaya ne gerek! Vakit; Kur’an ve oruç vaktidir, namaz ve zekat vaktidir. Mübarek olsun!

 

05 Nisan 2021

Bir şehrin marka değeri: Küçük Buhara

 

Tarihin akışı içinde, değişen şartların getirdiği zorunluluklar kadar imkanların da etkisi ile, beklenmedik gelişmeler yaşanabilir.

Toplumun yok sayılan kesimlerinden biri çıkıp ülkenin lideri olur, dengeleri değiştirir, rotaya yön verir. Küçük bir kasabadan, bir dünya başkentine giden yol, kısa değildir ama hesapla bilinecek kadar basit de değil. Hayatın akışı; hem bir nehir gibi yatağında devam eder, hem de her an yaşanacak taşkınlarla, yeni yönler ve yollar açar, yeni imkanlar ve fırsatlar doğurur.

İşte tam da öyle bir dönemden geçtiğimiz hususunda neredeyse ortak bir tezi varken, şehirlerimizin, gönül ve kültür coğrafyamızda ortaya çıkan boşlukları doldurmak için, derli toplu,, ele avuca sığar, temelleri sağlam, ufku geniş  ve ayakları sabit bir duruş, bir gelişme ve bir ilerleyiş sağlamaları için hepimizin sorumluluğu olduğu kesin bir gerçek.

Gaziantep; adı duyulduğunda, insanların mide salgılarını harekete geçiren bir şehir olmakla yetinecek bir şehir mi olmalıydı?

Bu kentin, tarihte üstlendiği rollerden geriye, sadece restore edilmiş taş duvarlara sinen ve özel bir dikkat göstermedikçe okunamayan hatıraları mı kalmalıydı?

Gerçekten; camilerin, hanların, hamamların ve sair binaların taş duvarlarını ihya etmenin kültür ve medeniyet adına, bir anıt dikmek ya da harabe bir anıtı canlandırmaktan başka bir katkısı olmasını mı bekliyordunuz?

Camiyi bina eden ruhu inşa etmek, hanları ayakta tutan erdemi ihya etmek, hamamların sembolleştirdiği tertemiz bir medeniyet kurgusunu resmetmek, medreselerin veya tekkelerin yetiştirdiği insan modelini keşfetmek, herhalde taşları kazımaktan, duvarları yontmaktan, çatıları aktarmaktan daha zordur ama her bakımdan medeniyet olmanın da olmazsa olmaz temel şartıdır.

Mısır’ın piramitleri, yönetici ve halklarına, ilahlık taslamanın neticelerini anlatır. Petra’nın harabeleri, Allah(cc) ve peygamberine savaş açmanın sonunu gösterir. Gaziantep’in mozaikleri ise, zenginlik ve şatafatın mutlaka toprak altına gireceğinin habercileridir.

Onlardan geriye, bir kültür ya da medeniyet kalmadı. Süslü taşlar ve renkli resimlerden başka…

Bundan bir asır ya da bin asır sonra, bugünün Gaziantep’inden geriye kalacak olan, kebap şişlerinden ve beyran sahanlarından daha başka ve daha çok, daha büyük bir şey olmalı!

İmam Gazali’nin ilim adamlarıyla görüşmek ve teatide bulunmak için geldiği ve kaldığı şehrin, temellerinde bin yıldır bu topraklara bereket suyu olan irfanın keşfedilip yeniden halkına ve insanlığa sunulması gerekiyor.

Yeryüzünde bulunan ilk üç İncil basımevinden birinin neden bu şehirde olduğu üzerinde kafa yormak gerekiyor.

Çok değil, sadece 100 yıl kadar önce, bir Halep sancağı iken, sıradan bir ticari yol kesişmesinin yanında, büyük ve değerli bir kültür ve medeniyet güzergahının avantajlarını kullanmış olan bu şehrin, artık baklavadan daha tatlı bir sunumu olmalı.

İnsan, yaratılış itibariyle; en üstte baş, altında kalp, onun altında mide ve en altta cinsiyetten oluşan bir varlıktır. Biz sıralamayı yanlış yaparsak, fıtratı tersine çevirip, amuda kalkarak yürümeye ve yaşamaya kalkarsak, çok uzun süre ayakta kalamayacağımız ya da en azından kendimiz olarak devam edemeyeceğimiz, kaçınılmaz bir netice olur.

Küçük Buhara olarak anılmanın herhalde bugünkü karşılığı gastronomi başkenti olmak değildir. Elbette yesin insanlar, esnaf elbette ziyaretçilerle ticaret yaparak gelir elde etsin. Ancak şehrin ruhunu doyurmadan, sürekli mideye çalışmanın sonu bellidir.

Akılsız güç, vahşete yol açar. Medeniyetsiz zenginlik, cimriliğe götürür.

Beyin ve düşünceleri, kalp ve duyguları, mide ve lezzetleri arasında denge kurabilmiş toplumlar medeniyet kurar ya da kurulu medeniyetleri ileri taşırlar. Dengesiz ayakta kalan yoktur!

Şehrin idarecileri ile halkı, akademik birikimi ile zenginleri, sağlıklı bir sacayağı oluşturarak, var olanı güzelleştirebilir, geleceğe de yön verebilecek güzel işlerin temellerini atabilirler. Toplum kesimleri arasında etkileşimin artması, ortaya konulan doğru işlerin sahiplenilmesi ve daha iyiye gidilmesi için ortak adımlar atılmasının en kestirme yoludur.

Zira bütün kesimler bir yerlerinden birbirine bağlıdırlar. Bağı çözen dengesini kaybeder. Halkının elinden tutmayan idareci dengesini kaybeder. İhtiyaç sahiplerine el uzatmayan zengin dengesini kaybeder. İlmini insanlarla paylaşmayıp fildişi kulesinde yaşayan alim dengesini kaybeder.

İlimden, irfandan yani medeniyetten mahrum kalan her şehir ve toplum dengesini kaybeder.

29 Mart 2021

Birbirimizin hayatını kolaylaştırabiliriz

 Kalabalık nüfusların, yoğun trafiğin, iyi geçinenlerle kıt kanaat hayatını idame ettirmeye çalışanların bir arada bulunduğu, kimisinin araç seçtiği, diğerlerinin balık istifi toplu taşıma kullanmak zorunda kaldığı, modern zamanlarda ve modern şehirlerde yaşıyoruz.

Dünya böyledir; her devirde rahatlık ve refah içinde hayat sürenler olduğu gibi, darlık ve sıkıntılarla hayatın ceremesini çekenler var olagelmiştir. İşte medeniyet dediğimiz şey tam da bu noktada ortaya çıkıyor.

Medeniyet en basit tarifiyle, insanların kendilerinden başkalarının hayatlarını kolaylaştırmalarıdır.

Bunu yapan bazen bir bilim insanıdır, bir alet veya buluşla insanların hayatını kolaylaştırır ve biz buna medeniyet deriz. Bazen eğitimsiz ve garip bir köylüdür, doğallığı ve insanlığı ile, ikramı ve samimiyeti ile insanların hayatını kolaylaştırır, güzelleştirir. İşte bu medeniyettir.

Bir sürücüdür, yayaya yol vermesi medeniyet seviyesini gösterir veya bir yayadır, kendisi için ayrılan geçitten geçerek medeni bir davranış sergiler.

Bir işyeri sahibidir, mekanının önündeki kaldırımı kullanmasından tutun temizliğine kadar, onun medeniyet ve insanlık seviyesini gösteren birçok gösterge vardır. Gülümsemeyi becermesi ve bunu içten yapması gibi.

Çocuğuyla sokakta yürüyen bir annedir bazen, onun yere attığı çöpü görmezden gelmez, alır ya da aldırır çocuğuna ve atılması gereken yere yani çöp kutusuna atmasını salık verir. Bu mümkün değilse uygun bir şekilde cebinde veya çantasında muhafaza eder, ta ki bir çöp kutusu buluncaya kadar. Biz buna medeniyet deriz.

Yazılı olan ve olmayan bir sürü davranış biçimi ile insanlığımızı ve medeniyet seviyemizi görebiliriz, gösterebiliriz. Ne ki, başkaları görsün diye sergilenen davranışların samimiyetsizliği, bize bir medeniyet yorgunluğu olarak döner ve ilk boşlukta içimizdeki yabani kendini ortaya atıverir.

Bu hayatı kolaylaştırma meselesinde, ilk derin sıkıntının bulunduğu nokta, insanların geçim dertlerine yardımcı olunmasıdır. Buna hiçbir bilim insanı herhangi bir keşifle derman olamaz. Hiçbir medeniyet göstergesi karın doyurmaz, sırtını örtmez insanların.

Yaklaştığımız Ramazan ayı, bu konuda bir adım atmaya imkanı olanlar için, en değerli medeniyet alameti, en yakınlarından başlayarak; önce akraba ve komşularına, sonra kendi şehir ya da köy halkına, sonra ülke sınırlarına, daha sonra da siyasi sınırların ötesinde bulunan gönül sınırlarının yettiği yere kadar, insanların dertlerine dermen olmaya gayret etmek yani hayatlarını kolaylaştırmak için adımlar atmak, el uzatmak gibi, aslında maddi olsa da, değeri manevi olan bir yardımlaşma zamanıdır.

Tebessümün sadaka olduğunu öğreten bir dinin mensupları olarak, yardımlaşmanın ve birbirinin hayatını kolaylaştırmanın, pek çok yolu olduğunu tahmin etmemiz zor değildir.

Alacaklının borçluya zaman tanıması ya da bir kısmını hatta tamamını bağışlamasından tutun, bir oruçlunun iftarına vesile olmaya, ona bir yudum su, bir lokma ekmek ikram etmeye kadar; Ramazan ayı geldi diye fiyatlarına zam değil, mümkün olan miktarlarda indirim yapmaktan, bir gıda kolisi vermekle işin bitmeyeceğini ve hayatın bir koliye sığmayacak kadar büyük olduğunu idrak etmeye varıncaya kadar, daha nice yollar var.

Olağan dışı şartlardan ve zor zamanlardan geçtiğimizin farkında olarak, her birimiz kendi açısından, diğerlerinin hayatını kolaylaştıracak, güzelleştirecek ne yapabilirimin derdinde olursak, bu Ramazan ayını da, şu salgın belasını da en hayırlı şekilde geçirmenin bir yolunu bulmuşuz demektir.

İnsanların hatırlarını saymak ve sormak gibi, maddi külfeti olmayan iyilikler kadar, karınlarını doyurmak ve sırtlarını giydirmek gibi manevi boyutu paha biçilmez güzellikler sergilemek, medeniyetten nasibimize ne kadar düştüğünün en güzel alametleridir.

Kamu kurumlarının ve belediyelerin, bu zaman dilimlerinde standart haline getirdikleri, yardımlaşma organizasyonlarını destekliyor ve büyüyerek devam etmesini diliyoruz. Halk olarak bizim gözümüzün gördüğü ve elimizin erdiği ancak resmi kurumların ulaşamadığı birileri olacaktır, onların da sorumluluğu bizdedir.

25 Mart 2021

Toprağa ve yeşile yakın olmak

Hep bir yerlerde yetişmek için süregelen yarışın içinde gibiyiz. Herkesin acelesi var. Kaldırımlardaki yayaların, araçlarındaki sürücülerin arasında, bir adım öne, bir araç öne geçmek için çırpınıp duruyoruz.

Bütün gelişmişliğimize rağmen, bugün şehirde yaşayanlarımızın çoğu, sakin bir köy sabahı hayali kuruyor. Korna ve bağırtıların olmadığı, horoz ve kuzu seslerinin melodisiyle uyanılan bir sabahın bize ne kadar iyi geleceğini düşünüp duruyoruz. Köy, biz şehirliler için biraz tatil yeri olduğundan, işleri ve yorgunluklarını hesaba katmadan, alternatif bir kaçış yeri gibi görünüyor.

Oysa köylerde yaşayanların da çoğu, şehrin nimetleri için oraları terk etme hayali kurmakla meşgul ya da bizzat yola çıkmış geliyor. Öyle ya, Türkiye'de, köylerde yaşayan nüfusumuzun oranının yüzde onun altına düşmesi de bunun göstergesi.

Topraktan uzaklaşıyoruz! Hayvanlardan, ağaçlardan, taşlardan uzaklaşıyoruz. Ayaklarımızın altında kuru dallar kırılmıyor şehirlerde. Başımızı kaldırıp filiz veren ağaçlara bile bakmaya zamanımız kalmadı.

Oysa üstünde dolaşan her şey gibi, bir gün mutlaka bağrına döneceğimiz toprak; bizim sadece bedenlerimizin beslenme kaynağı değil, aynı zamanda ruhlarımızın da ferahlama ve güçlenme noktası.

Bu noktada şehir için parkların, yeşil alanların değerini anlatmaya gerek kalmıyor aslında, kalmamalı da. Hepimizin daha çok yeşilliğe, daha çok canlı hayvan görmeye ihtiyacımız var. Sokak köpekleri ya da kedilerinin daha ötesinden bahsediyorum.

Yeşili ve canlılığı, şehir insanının ihtiyaçlarının ilki olarak tanımlıyoruz. Bir parkta akan suyun, yüzen ördeklerin ya da bir havuzda yaşayan balıkların, insana verdiği sükûnet ve hayat hissi başka hiçbir şekilde alınamıyor.

Belediyelerimizin mevcutla yetinmemeleri ve her mümkün olan alanı yeşillendirmeleri, her kaldırıma veya orta refüje uygun ağaçlandırmaları yapmaları, mevcut park ve yeşil alanları titizlikle korumaları boyunlarının borcudur, şehre ve halkına hatta gelecek nesillerine olan borçları hem de.

Yeşilin verdiği huzur ve sükûneti, suyun yaşattığı dinginlik ve dinlenme hissini, modern çağın ürettiği hiçbir eğlence aracı sağlayamıyor. Toprağa yakın oturmanın, çimlere temas etmenin, ağaçlar arasında yürümenin verdiği enerji ve sağlığı, hiçbir terapi metodu ile elde edemiyoruz.

Öfke topu gibi gezen hemşerilerimizin, hızı ile asfaltı ağlatan sürücülerimizin, ailesine ya da yakınlarına bile gülümsemekten aciz kalanlarımızın, çalışanlarını kulu gibi gören işverenlerimizin, çocuğunu hırpalayan annelerimizin, tokatlayan babalarımızın, velhasıl hepimizin bir sakinliğe, bir yeşilliğe, bir canlı hayvanı seyretmeye, şu güzelim bahar zamanı göz veren ağaçlar altında oturmaya ihtiyacımız var.

Bir durmamız, yavaşlamamız, sakinleşmemiz gerekiyor. Koşmaya biraz ara vermemiz, bir derin nefes alıp, şöyle bir etrafa bakmamız gerekiyor.

Hayat öyle ya da böyle devam ediyor, edecek! Bu hengamede kaçırdığımız huzurun, kaybettiğimiz muhabbetin, terk ettiğimizin dostlukların, yitip giden nesillerin ise telafisi olmayacak.

Hepimiz biraz sakin olabiliriz, bir adım geri atabiliriz, biraz yavaşlayabiliriz. Neticede sadece ve yalnızca bir tane hayatımız ve malumunuz sınırlı bir ömrümüz var.

Dünyadan nasibimiz; gördüğümüz, dokunduğumuz, kokladığımız, tattığımız ve duyduğumuz kadar, ötesi yok…

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...