14 Şubat 2022

Yokluk ağır imtihandır

 

Dünya hayatının bir imtihanlar bütünü olduğunda şüphemiz yok. Herkes için ayrı da olsa mutlaka sınırlarını zorlayan, kişilik ve iman kalitesini test eden imtihanlar, bu dünyanın ayrılmaz birer parçasıdırlar.

İyilikler ve kötülükler, varlıklar ya da yokluklar silsilesinde devam eden imtihanların arasından herhangi birini seçip öne çıkarmak yani daha ağırdır, zordur demek tamamen kişisel bir yaklaşım olur. Zira birine zor gelen diğerine kolay gelebilir.

Fakat bütün musibetlerin ortak yanı, bir şeylerin eksilmesi yani yokluğudur.

Yalnızlık bir musibettir, muhabbetin yokluğundan olur.

Küfür bir musibettir, imanın yokluğundan olur.

Fakirlik bir musibettir, malın yokluğundan olur.

Böyle devam eden yoklukların arasında neslin kesilmesi de sayılmalıdır. İstediği halde evladı olmayan için bu oldukça ağır bir imtihandır.

Hasılı kelam, varlığı nimet olan her şeyin yokluğu imtihandır.

Bu verilenlerin imtihan olmadığı anlamına gelmez elbette. Bazen varlığı ile imtihan olunup kaybettiğimiz de bir vakıadır.

Bütün bunların arasında, bizzat imtihanın temel şekli olarak Bakara Suresi 155. ayette zikredilen eksiltme ya da yokluk, daha tanıdık tabirle, yoksulluk öne çıkıyor.

Bunun maddi boyutuna fakirlik diyoruz, tercümesi yine yoksulluk oluyor, yokluk oluyor.

Aklın veya imanın fakirliğinin ne dehşet verici bir yokluk olduğunu ve aslında madden yokluk çekmenin de onlara eş değer olduğunu, günümüz şartlarında daha bir anlamaya başladık.

Bütün dünyaya saran ve zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir olma yolunda ilerlediği, adı henüz konulmamış bir dönemden geçiyoruz.

Evrensel analizler ya da zor zamanlarda inanılarak teselli olunan komplo teorilerinden bahsedecek değilim. Büyük laflar etmenin, büyük teoriler ortaya atmanın bizim mütevazi köşelerimizde pek yeri de yok zaten.

Hem yeterince konuşan ve her şeyi bilen, anlayan, sırları çözen, bütün komploları açığa çıkaran, küresel haydutların melanetlerini ifşa eden yeterince insan var.

Ne dediğimizden çok ne yaşadığımız önemli!

Hangi sırrı çözersek çözelim, bu durum yükselen ekmek fiyatlarını düşürmüyor, insanların yokluğuna bir çare olmuyor.

Olayların çıkış noktasını ve faillerini bulmanın sonucu değiştirmediğini görmemiz gerekiyor. Tıpkı korona denen virüsün kimin tarafından nerede ve nasıl ortaya çıkarıldığını ya da doğal bir süreç olduğunu düşünmemizin bizi bu mikroba karşı koruyamadığı gibi.

Dış ya da iç, hangi mihrak ne ediyorsa ediyor ama sonuçta olan gariplere oluyor.

Öyleyse, kafa yormamızın daha hayırlı olacağı husus, bu etkiyi nasıl azaltırız olsa nasıl olur?

Gelecek günlerin ne getireceğini yalnız Allah bilir. Belki bir büyük savaş, belki bir büyük ekonomik kriz, belki de bir sükûnet ve huzur ortamı…

Önemli olan bizim neye ve ne kadar hazır olduğumuzdur.

Yokluğun, yoksunluğun ve yoksulluğun imtihanı, hangi kelimeyi kullanırsak kullanalım ve konu ne olursa olsun ağırdır, zordur. Zor işlerde yardımlaşmak esastır. Kafa çevirip gitmek erdemli insanların işi değildir.

Bereketli zamanlardayız ve hızla Ramazan ayının mukaddes iklimine doğru ilerliyoruz. Uyanık olmamız ve imkanlarımızı ahiret yurdu için yatırıma dönüştürmek en akıllı tercih olacaktır.

Akrabalarımızdan başlayarak, yakın çevremizi taramak ve sıkıntısı olanların derdine derman olacak adımları atmanın tam zamanıdır.

07 Şubat 2022

Zorla yenen aş!

 

Hayatın normal akışı içinde, farklı konumlarında yaşayan bizlerin her birimizin standart vazifelerini ifa etmek gibi bir rutin sorumluluğumuz vardır. Bundan kaçış yoktur.

Kendimizden başlayarak, ailemize ve yakın çevremizden başlayarak, bir şekilde bir yerinde yer aldığımız toplumun her kademesinde bizden beklenenler olur. Yetişkin ve aklı başında her birey de bu konumunun gereklerini yerine getirir ve diğerlerinin hayatını kolaylaştırır.

Aksi durumlarda ise; aksayan motor parçası, kırılan dişli gibi akışı bozan hatta arızaya sebep olanlar da tamir edilir, sistem dışına çıkarılır. Hiçbir usta değiştirdiği bozuk parçayı makinanın içinde bırakmaz, acemiler hariç, onlar yapabilir.

Bazı görev ve sorumluluklar bilinçli olarak seçilirler veya kişi bunlara bizzat kendisi talip olur ve elde eder. Bu da yükün ağırlığını artıran bir durumdur. Öyle ya, “kendin istedin madem, buyur yap” denir. Başarısızlık durumunda da en çok mahcup olunan ve kınanan yer orasıdır.

Belediyecilik herhalde yapmak için çok talep olan ve fakat başarısızlık oranı da oldukça yüksek bir vazifedir. Bir açıdan da nankör bir yoldur.

Siz büyük imkanlar harcayarak kilometrelerce uzanan muhteşem yollar yaparsınız, ya bir imalat hatası ya da bir don sebebiyle oluşacak yarım metre çapında bir çukur, bütün yolu siler insanların gözünden ve herkes o çukurdan bahseder.

Hele bir de, öngörüsüzlük, ekip kapasitesi veya kasıtlı çelmelerle tökezlemeye başladıysanız, en fazla bir sonraki seçimde gitmeniz mutlak gibidir.

Politik hesapları ve güç dengelerini iyi yöneterek seçim kazanmak, belki ülke çapında işe yarar bir taktik gibi görünse de, yerelde hizmet temelli ve aksaklıkların yön verdiği bir tercih söz konusu olur.

Özellikle Anadolu topraklarında yaklaşık bin yıldır, etkili meyil ve ağırlıklı tercih, öyle ya da böyle, Müslümanlık temellidir. Bugün gelinen noktanın nasıl oluştuğunu hatırlamak bile bunu anlamaya yeterlidir.

Tarihi ve güncel gerçekler ortada dururken, hassasiyetlerin belirlenmesinde ve terazinin dengesinin sağlanmasında, hangi kefeye neyin ne kadar konulması gerektiğini doğru tespit etmek politikacıların geleceğini belirleyen hususlardır.

Özellikle ferdi beklentileri ve ikbal hevesleri olmayan ve bugünün tabiriyle sivil toplum kuruluşu denilen yapılarda gönüllü olarak yer alan ve toplumun hayır ve menfaati için gayret edenlerin taleplerinin dikkate alınması için illa başlarda bir sopa dolaşmasına gerek olmamalı.

Hele politikacıların, kendilerine gelecek olası taleplerin önünü almak için, muhaliflerine sızdırmalar yoluyla, hayırların önünü kesmeye çalışmaları, açık ve net bir “kendi topuğuna sıkma” girişimi olur.

Zorla güzelliğin olmayacağını tespit eden atalar, üstüne bir de “zorla yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş” derken herhalde bu gibi durumları kast etmiş olabilirler.

İçinden gelerek ve isteyerek bu toprakların Müslüman halklarına hizmet götürme hedefinde olanlara bir sözümüz yok. Onların yedikleri ekmek ve aş, ne karın ağrıtır ne de baş…

Neticede ölüm var!

Ve gerçekten sayın yetkililer ve makam sahipleri, o koltuklar geçici, emin olabilirsiniz. Hiçbir sözümüzün ispatı yoksa, sizce makbul değilse bile bundan kaçış yok, biliyorsunuz.

Ölecek ve hesap vereceksiniz, vereceğiz!

31 Ocak 2022

Şehrin birlik sorunu

 

Dünyadır burası; bugün kar yağar yarın güneş açar. Allah’ın koyduğu düzen bize rağmen işler. Felaket sandığımız rahmet olur, rahmet diye sevindiğimiz imtihan.

Burada işlerin hep yolunda olması diye bir ihtimal yoktur!Dünyadır, yani yükseklerden inilen bir alçaklık, cennetlerden inilen bir süslü çukurdur. Her şeyin istediğimiz gibi olma ihtimali olan tek yer cennettir.

İşte bu dünyada, işleri zorlaştırmakta, düzeni yolunda gitmeyecek kadar karmaşık ve gereksiz kurgulamakta, üstümüze yoktur.

Şehirlerimizin birer valisi ya da kaymakamı vardır mesela, birer de belediye başkanı. Görev alanları kanunlarla belirlenmiş olsa da, nihayetinde aynı sokaklarda aynı insanlarla muhataptırlar. Kar vilayete de belediye de aynı oranda düşer. Vatandaş ise çoğu zaman, kimden ne beklemesi gerektiğini ve kime neden dolayı kızacağını karıştırır. Haklıdır çünkü halktır ve kağıtlarda yazanları çok da bilmez.

Aslında vali, belediye başkanının amiridir ancak biri atandığı diğeri seçildiği için, bir türlü denge kurulamaz. Malum, zamanımız halk oyunun en kutsal görüldüğü bir devre denk geldi.

Yukarıdaki bu sıkıntı yetmezmiş gibi bir de, şehrin ilçelere bölünerek daha fazla belediye başkanının olmasını sağlamış bulunuyoruz. Bravo bize! Koordinasyon işlerini zaten çok iyi bilir ve becerirdik. Üstüne bir de böyle farklı siyasi akımlardan olmasa bile farklı bakış ve hedefleri olan, kişisel politik gelecek hesapları yapan birkaç kişiyi daha da ekleyerek, bir organizasyon harikası kurgulamış bulunduk!

Normal zamanlarda pek göze batmasa da, sıkıntılı günlerde karşımıza dikilen bu tuhaf yapının bize sağladığı, çözümsüzlük ve anlamsız rekabet ortamından ibaret.

Büyükşehir vilayetle yarışır, ilçeler özerklik savaşı verir!

Sınırları ve yetkileri kağıt üzerinde belli olsa da, şehrin hangi sokağının ve kaldırımının kimin kontrolünde olduğu tespit edilmiş olsa da, yaşanan soğuk savaş, bu soğuk günlerde hiç çekilmez tatsızlıklara yol açabiliyor.

Oysa, belediye başkanlarının seçilmesine ve her 5 yılda bir halkı oy vermeye ikna etmek için anlamsız icraatlar yapmak zorunda hissetmesine hiç gerek yok.

Şehrin 5 yıllık değil, 50 hatta 100 yıllık planlarını, hiçbir oy kaygısı olmadan yapıp uygulayacak etkili ve yetkili idarecilerinin olması herhalde bu gidişatı değiştirebilir.

Belediye başkanlığı da pek ala, vilayete bağlı bir müdürlük olarak hizmetlerine devam eder. Yine yol, su ve atık gibi hizmetler sunulur. İl genel meclisi seçilir ve doğal başkanı vali olur. Şehrin sorunları orada konuşulur, çözüm aranır ve mümkün olan uygulanır.

Bu arada, tabelalardan makam araçlarına, adam kayırmalardan ihale fesatlarına kadar bir çok sıkıntının bugünden çok daha az oranlara ineceğini tahmin etmek zor değil.

Ülkenin başkentinde hükümetinin aldığı, örneğin yatay mimari gibi kararların yerel idareciler tarafından, gerek maddi menfaat gerekse salt politik karşıtlıktan dolayı uygulanmaması gibi tuhaflıklar son bulabilir.

Bugünden yarına değişme ihtimali görülmese de, bu sistemin bir alternatifinin olduğunu, olması gerektiğini düşünmek gerekiyor. Aksayan ve birbirine dolaşan hatta birbirine çelme takan güç ve otorite odaklarının, devlet ve halk işlerinin selametine göre düzenlenmesi gerekiyor.

Konumuzla ve köşemizle uyuşmasa da bu hafta bir değişiklik yaparak, görevinden istifa eden Abdülhamit Gül bey hakkında yapmakla yükümlü hissettiğim bir şahitliği yerine getirmek istiyorum.

Resmi görev ve hizmetlerini işin içinde olanlar zaten ifade ettiler. Bizimle ilgili yanı ise, hiçbir tanışıklığı olmayan birçok insanın hayatına dokunan “adalet eli” olması itibariyle her türlü takdirin üstündedir.

Karşılık beklemeksizin ve kayıtlara geçmeyen iyilikler, üstlenilen vazifenin sorumluluğunu yerine getirmenin yanında bilinen ya da bilinmeyen yerlere dikilen gül ağaçları, elbette ardında güzel bir manzara ve güzel bir koku bırakacaktır.

İsimlerin önüne yazılan makamlar kişiyi yüceltmez, yüksek şahsiyetlerin isimlerinin önüne yazılacaklara ihtiyacı olmaz. Bundandır, makamlar değişir ama adamlık hep devam eder, değişmez!

Yolu açık olsun. Dünyada ve ahirette, hayır ve iyiliklerinin karşılığını alsın.

24 Ocak 2022

Kara kar yağdı, kara güneş doğdu

 

Sözler ve kelimeler, konuşmalar ve anlaşmalar hatta anlaşamamalar, tumturaklı laflar ve dümdüz anlatılan meramlar.

İnsanlar ve duruşlar, kişiler ve olaylar, konuşmalar ve susmalar!

Yağan karlar ve gürleyen gökler, kapanan yollar ve öfkelenen yolcular.

Politik hesaplar ve rekabetler, kızgın kitleler ve soğuk havalar.

Oh olsunlar ve vahlar, kahkahalar ve gözyaşları…

İnsanlar donuyor ey, insanlar üşüyor, çadırlar taşımıyor karları ve taşımıyor zor zamanda bir şehrin halkı, çadırların tepesinde tepinen politikacıları.

Aidiyet ve hamiyyet duygularının en hızlı ortaya çıktığı zor zamanlarda bile kişisel hesabının peşinde olan politikacı haindir, ondan memlekete fayda gelmez.

Felaketten menfaat devşirenden daha zalim kim olabilir?

Düşenin düşüşünden, yarası kanayanın kanından, ciğeri yananın acısından beslenenden daha canavar kim vardır?

Kara kar yağıyor bugün, yarın kara güneş de doğar.

Zihni kara insanların beyaz karları kapkara görmesi, pırıl pırıl güneşin aydınlatamadığı bakışların olması, faturalarını nasıl ödeyeceğini dert edenlerle, hiç faturası gelmeyenlerin aynı mevsimi yaşaması…

Yerlerde kar var, üstüne daha da kar yağıyor ama biliyoruz ki bir gün güneş de doğacak karların üstüne.

Karın edebiyatını ne sokakta kalanlar, ne de yolda kalanlar yapmayacak, çadırlarında titreyen mülteciler de lafını etmez bu beyaz örtünün.

Hayatın bütün hengamesine rağmen, kainatın Rabbinin hükmü altında cereyan eden bunca hadisenin, iman ve idrakimize, sabır ve tevekkülümüze zarar vermemesi için, ara ara kendimizi tazelememiz gerekiyor.

Renklerimizden sıyrılamıyorsak bile, karın her şeyi örtmesi gibi bir süreliğine örterek, hayata ve insanlara daha bir yakından bakabiliriz.

Zorluğu yaşamak, öğrenmenin en etkili yollarından biridir. Karın üşüttüğünü inkar edemediğimiz gibi, iyiliğin ısıttığını da unutmamamız gerekiyor.

Politik tartışmalara heba edilemeyecek kadar değerli ömrümüzün kalan zamanlarını, iyilik için harcamak herhalde en karlı alışveriş olacaktır.

17 Ocak 2022

Az hırs çok vefa


Kişilik, kimlik ve imkanlarımızdan bağımsız olarak, her birimiz kendi çapımızda sürekli bir şeyleri elde etmeye, elde ettiklerimizle yetinmemeye ve hep daha fazlasını istemeye programlanmış robotlar gibi yaşıyoruz.

Akıllı süpürgelerin haritasını çıkarttıkları evde, kararlılıkla dolaşıp sürekli çöp toplamalarına benzer bir hayatımız var. 

Şehrin haritası, iş ve ev arasındaki yollardan ve biraz da yemek mekanlarından oluşuyor. Hadi buna Antep usulü piknik alanlarını da ekleyelim ama onlar da neticede yemek mekanlarına dönüşmüş durumda.

Bu tekdüze yaşantının, maddi getirilere hedeflenen modern hayatın bize dayatması olduğunu tefekkür etmeye zamanımız yok. 

Müslümanların hayatını vakitlere ayarlayarak, an be an programlayan ve bunu bir eğitim metodu olarak kullanan İslam, hayatımızda kapital kısımlardan ona ayırdığımız kaçamaklar kadar yer edinebiliyor ancak!

Bu bizim; varlık ve gücümüzü, hürriyet ve adalet fikrimizi, geçmiş ve gelecekle bağımızı, huzur ve mutlulukla alakamızı sağlayan, kuran ve yürütrn inancımıza gösterdiğimiz büyük bir vefasızlık aslında.

Zor zamanlarımızda kendisine sığındığımız ancak bolluk ve rahatta unuttuğumuz Allah(cc)’ın bize rahmet, bereket, huzur ve saadet ihsanında bulunmasını beklemek de ayrı vefasızlık.

İdarecilerimizin siyasi hedefleri, kazanma ve önde olma hırsları, dostlarına vefasızlıkları; dünyanın cazibesine kapılma ve kibirlerine yenik düşme sonucuna yani hezimete götüren görünür ve bilinir sebeplerdendir.

Bunun dün de böyle olduğunu ve yarın da böyle sonuçlanacağını haber veren Ebu Müslim Horasani’nin şu cümlelerini yad etmeden geçmek istemiyorum.

“Onlar şerlerinden emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Kendilerine bağlamak için düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakın tutulan düşman dost olmadı ama uzak tutulan dostları düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”

İnsanları ve toplumları hatta devletleri ayakta tutan, sağlamlaştıran ve dünyayı yaşanır, ahireti kazanılır kılan pek çok formül ve reçete vardır. Bunların fert planında herhalde en temel olanlarından birini, az hırs ve çok vefa olarak özetleyebilirim.

Kur’an’ın bize lütfedilen teklifleri ile sünnetin bize ikram edilen tebliğleri, netice olarak bizden dünyaya çok bağlanmamayı, hatta mümkün olduğu kadar yüz çevirmeyi ve gönlünü ahirete göre programlamayı öğretiyor.

Hırslarımızı frenlemek, dünyaya karşı çok güçlü bir silah olduğu gibi; vefa duygusu ile hareket etmek, birlikte yaşadığımız ve yol yürüdüğümüz insanlarla aramızda kuvvetli bir bağ olacaktır.

Birbirine güçlü bağlarla kenetlenmiş tuğlalardan oluşan duvarları (bunyanun mersus) hangi deprem yıkacak ya da hangi düşman aşabilecektir?

10 Ocak 2022

Kurtuluşu idrak etmek


Modern hayatın en yaygın geleneklerinden biri haline gelen, tarihi olay ve kişileri bir şekilde anma alışkanlığı, ciddi boyutlarda bir sömürüye ve şuursuzluğa yol açar hale geldi.

Sürekli birilerinin doğumunu ve ölümünü anmaktan, zaferleri yad etmekten, günleri kutlamaktan dolayı artık insanlar için bu özel günlerin bir anlamı kalmadığı gibi, kasıtlı ya da kasıtsız örtülen detaylar, törpülenen hassasiyetler sebebiyle, gerçeklikten uzak bir efsane gibi hatırlanıp hatta bir sinema filmi izleme rahatlığıyla geçiştirilen günlerle ve anmalarla doldu hayatımız.

Bu yoğunluk içinde geçtiğimiz haftalarda 100. yılını idrak ettiğimiz Gaziantep’in kurtuluş hikayesi, üstlerine petrol dökülen balıkçıllar kadar bir vurguyla kutlandı. Petrolü kimin döktüğünün bile söylenmediği bir kurtarma operasyonundan bahseden haber bülteni spikeri duygusuzluğu ile hazin bir işgal ve onurlu bir direniş, bir tür masal gibi anlatıldı.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, neslimizin gönül ve ruh dünyasını inşa etme fırsatlarını heba etmekteki maharetimizi ortaya koyarak; kimliği, kişiliği, yaşantısı ve şarkıları ile bu maziye ihanetin temsilcisi gibi olan bazı şarkıcıların, anma programlarında sahne alarak, gençleri eğlendirmeleri ve şehrin kurtuluşunun bir Fransız gibi lafa sallayarak, el çırparak, çığlıklar atarak idrak edilmesi, herhalde en çok şehitlerin ruhlarını incitmiştir.

Kutlama mesajlarında ise, işgalci Fransızların ve yerli işbirlikçileri Ermenilerin adlarının geçmemesi için özel bir hassasiyet gösterildiği izlenimi verildi.

Şahinbey’in katilleri kim söylenmedi, Şehit Kamil’i kim süngüledi anlatılmadı, minarelerimizdeki kurşun izlerini oluşturan mermilerin tetiklerini kimin çektiği bir yana, o izlerin ne yarası olduğu bile bilinemedi.

Gazi şehrin sokaklarında, caddelerinde kimse kurtuluş hissi yaşamadı. Kuru ve ruhsuz resmi toplantılarla geçiştirilen bu büyük destana yazık oldu.

Anlamsız şarkılarla ve batı tarzı işgalci müziklerle anılan kurtuluş, faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş gibi rahmet okunan şehitler, sayıları bile dillendirilmeyen gaziler, yıllardır restore edile edile bitmeyen bombardımanlarla viran edilen medeniyetler köprüsü bir şehir…

Hiç değilse anıtları yapılan 14 minik Anteplinin hikayesi anlatılmalıydı, hatırlanmalıydı. Kurşunlarla şehit edilen silahsız çocukların, hangi kinle süngülerle parçalandığı bilinmeliydi.

Özdemir Bey kimdir, bütün Antep bilmeliydi. Hatta Trablusgarp’tan Kafkasya’ya uzanan coğrafyanın tamamı bilmeliydi.

Bir yazı ile geçiştirilecek bir destandan bahsetmediğim için hepsini sıralamanın imkansız olduğu nice kahramanın hikayeleri anlatılmalıydı. Hala da anlatılmalı. Sadece 100 yıl önce işgal edilmiş ve yıkılmış bir şehir, yaraları taşlara kazınan direniş, bir Fransız sömürgesi utangaçlığına mahkum edilmemeli!

Biz kaybetmediğimiz savaşları masa başında bırakıp kalkmalardan usandık!

Osmanlı alfabesiyle tabela bile asılamayan bu şehrin Fransız işgalinden kurtulmuş bir imparatorluk bakiyesi olduğunu gösteren bir şeyler olmalı.

Halkın ve kamunun içine sinen bir kurtuluş hikayesi yazılmalı ve yaşanmalı.

Bu şehrin çocukları, atalarının kimlerle neyin kavgasını verdiğini bilmeli.Bir gün atlarına atladıklarında yönlerinin ne yana olacağını hissetmeli yeni nesil. Bugünlerde o şuuru edinmeli, kazanmalı ve ileriye öyle sağlam bakmalı.

Yeni neslimiz batıya karşı ezik olmamalı. Onların neler yaptıklarını ve nasıl zenginleştiklerini idrak etmeli. Bizim neden ve hangi şartlarda geri çekildiğimizi bilmeli.

İşgalin ve yıkımın en zor zamanlarında bile görevlerini canları pahasına yapan her bir kahramanın duygusunu, şuurunu sinesinde saklamalı insanlar.

Tepesinden bombalar yağarken iaşe defterini bütün titizliği ile tutan memurun kahramanlığı görmezden gelinmemeli. Kimin yarasını sardığını, kimin neresinden ne ile vurulduğunu not eden sağlıkçının, mağaraların derinliklerinde saklı kalmamalı fedakarlığı.

Sokaklarda koşuştururken bilgi toplayan, mermi taşıyan, çetelere erzak götürürken toprağa düşen taze fidanları bilmeli yeni nesil. Erinin yemek molasında nöbeti devralan kadınları bilmeli herkes…

Fransız vicdansızlığını ve komşusu iken düşmanı olabilen Ermenileri, ırklardan ve ülkelerden bağımsız olarak idrak etmeli herkes.

Kurtuluşu idrak etmeli, kurtulduğunu hissetmeli insanlar.

03 Ocak 2022

Hayvan sevgisi mi hayvana tapınmak mı?

 

Tarih boyunca çok dengesiz insanlar gördü dünyamız. Çok tuhaf işleri normalleştiren insanlar oldu. Bunlar bazen fert planında kalsalar da, topluma mal olan saçmalıkların olduğunu da yazıyor tarih.

Mesela psikolojik rahatsızlıkları olan kadınların canlı canlı ateşe atılmasını çok normal gören bir tarihi yaşadı bugünün çok medeni ve gelişmiş Avrupası.

Ya da saltanat ve zenginlik başkasına gitmesin diye aile içi evlilik uygulaması nedeniyle yok olan hanedanlar geldi geçti, Avrupa’nın küçük topraklarından.

Aradan geçen bunca zaman sonra, şimdi aynı Avrupa hayvanların insanlarla eşit haklara sahip olduğunu savunmayı normalleştirdi. Çocuk yerine köpek beslemeyi güzel göstermeyi başardı. Bu tuzağa düşenlerin zaten nesil sahibi olmayı hak etmeyecek kadar aptal olduklarını düşünmüş olabilirler, kim bilir…

Evlerini hayvanlarla paylaşmayı medeniyet ya da gelişmişlik olarak sundular ve bizim aramızdan da bol miktarda taklitçileri oldu.

Avrupa’da sabahın çok erken saatlerinde Müslümanlar camiye namaza giderken, onlar köpeklerini gezintiye çıkartmak zorundadırlar. Biz huşu içinde Alemlerin Rabbine secde ederken onlar pür dikkat köpeklerinin pislemesini izlerler.

Onlarda sokak hayvanı diye bir şey yoktur, çünkü artık evler hayvanlarındır.

Bizde ise, her konuda olduğu gibi taklitçilik ve özenti başarısız oldu. Avrupalı gibi hayvan sever olamadığımız gibi, kadim kültürümüzün ve medeniyetimizin bakışını da kaybettik. Ortaya yine ifrat ve tefrit çıktı.

Kimisi hayvanlara işkence etmeye, kimisi de hayvanlara tapınmaya başladı.

Bizde eskiden beri var olagelen sokak hayvanları, cinslerine yapılan modern müdahalelerle insanlara saldıran canavarlara dönüşmeye başladılar.

Sahiplenilen hayvan türü insanların karakterini de ifşa edermiş. İçinde vahşet besleyen birileri, vahşi bir hayvanları beslemeye başladılar.

Hayvan sevmekten çok öteye geçen bir kedi tapınması ile çobanlık ya da bekçilik gibi bir ihtiyaç dışında beslenen kutsal köpekler ortaya çıktı.Neyse ki, kediler sadece fotoğraflarının paylaşılması gibi bir zevke malzeme olarak kaldı!

Köpekler ise artık birer silaha dönüşme yolunda hızla ilerliyor. Genleri ile oynanmış ve bir tür canavar olarak üretilmiş hayvanlar, ancak sadist ve zalim ruhlarla arkadaşlık edebiliyor. Sadakat duygusu ile emirlere uyan bu hayvanların başkalarını parçalaması için sahibinin komutu bile gerekmiyor. Adeta aynı hisleri taşıyorlar!

İnsanların önceliklerini belirleyen fıtrat kaynaklı yaklaşımları, biraz daha kaybetmeye başladığımız günlerde karşımıza çıkan, bu dengesiz hayvan sevgisi ya da hayvan sevgisi maskesi altında gizlenen vahşet hissi tehlikeli boyutlara ulaşmaya başladı.

Çocukların hayatlarına mal olan ya da hayatları boyu silinmeyecek acılara ve travmalara yol açan bu meselenin çözülmesi ve köpek terörünün sona erdirilmesi gerekiyor.

Sokak hayvanları mefhumunun şehir hayatından çıkarılması ve gündemimizden düşmesi gerekiyor.

Sokak hayvanları sahipsiz değildir diye kafamızı şişirenlerin, onların zaten sahipleri olmadığı için sokak hayvanı olarak isimlendirildiklerini ve isterlerse tamamını evlerine alarak besleyebileceklerini anlamaları gerekiyor. Bunu yapamayacaklarına göre, belediyelerin bu hayvanları olabilecek en uygun ortamda rehabilite ederek barındırmasına kimsenin karşı çıkmaması gerekiyor.

Bir insanın hayatı söz konusu olduğunda, karşısında olan hayvanın feda edilmesi konusunda tartışmaya bile gerek kalmamalı iken, sokaklarda köpekler tarafından parçalanan çocukları suçlayacak kadar hayvanlaşanların da barınaklara alınması ve tedavi edilmeleri gerekiyor.

Biz boynuzsuz koçun hesap soracağını da biliyoruz;bir insanınayağını incitme ihtimali olan yoldaki taşı kaldırmanın iman alameti olduğunu da…

Hayatın dengesini sağlayan yaklaşım, İslam’ın sunduğu yoldadır. Yoldan çıkanların savrulmalarını hüzünle izliyoruz.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...