23 Mayıs 2022

Şehir insanı yoruyor

 Sabahın ilk ışıkları ile tarlasında ya da bahçesinde çalışmaya başlayan ve toprağa en yakın insanlar olarak hayatlarını terleri ile ikame ettiren insanların bedenleri yorulsa da ruhlarında yakaladıkları huzur ve sükûnet çok özeldir.

Şehrin hengamesinden ve kirliliğinden uzak, toprağa ve yeşile yakın, rüzgarla direk muhatap olarak yaşamak, pek çoğumuz için artık hayallerde kalacak kadar uzak maalesef.

Şehirde aldığımız her nefesle içimize çektiğimiz egzoz gazları, yere sürtünen her tekerlekten yükselen tozlar içimizi kirletirken; bağırtılar, motor sesleri ve hele de kornalar, kulaklarımızı ve beynimizi, dahası aslında benliğimizi yoruyor.

Bu noktadan geri dönüş de yok!

Yani, yarından sonra bu şartlar kısa zamanda değişmeyecek ve olumlu manada iyileşmeyecektir. Sanayileşmenin, büyük nüfusun ve sürekli dönen ekonomik çarkın dişlileri arasında çiğnenerek yaşamaya devam etmek zorundayız.

Öyle ki; dünyanın en gelişmiş ülkeleri aynı zamanda en büyük çevre katliamlarına imza atarlar, en kirli hava oralardadır. Paranın çokluğu şartları iyileştiren değil daha da bozan bir sorundur aslında. Ticaretin gelişmesi iyi bir şey gibi görünse de, gelişen ve büyüyen her şey gibi o da bizden bir şeyler almaktadır.

Huzur ve emniyeti, sükûnet ve selameti paranın cazip yüzüne değiştirmemizin üzerinden çok zaman geçti. Hatta artık normali bu zannediyoruz. Para kazanılsın, ekonominin çarkları dönsün yeter, arasında ezilenler olsa da dert değil.

Şehir hayatı, hele de Gaziantep gibi dinamik bir şehrin hayatı, insanı çok yoran, çok yıpratan ve dişleri arasına aldığını kolay kolay bırakmayan bir canavarla yaşamak gibidir. Gerçi hangi gelişmiş şehir böyle değil ki?

Gelişmemiş diye vasıflandırdığımız küçük şehirler ve kasabalar, aslında insan fıtratına göre bir hayat sürmek için daha uygun yerler olsa da; geldiğimiz noktada artık ihtiyaçları bitmeyen ve sürekli değişen şartlara ayak uyduran insanlık için büyük şehirlerde yaşamak, sıradan bir hayat standardına dönüşmüş bulunuyor.

Bütün şikayet ve dertlerimize rağmen, bırakıp gidemeyişimiz bundan, alıştık artık. Sigara içmese de dumanına tiryaki olanlar gibi, şehrin pasına pusuna, dumanına isine alıştık.

Alıştığımız bunca şeye rağmen, yorulmaya devam ediyoruz. Ruhumuzun derinlerine dalan hırs ve kök salan haset gibi duygularla ayakta kalmaya ve karşımıza çıkan duvarları yumruklamaya devam ediyoruz.

Şehir bizi yoruyor arkadaşlar!

Şehir insanı yoruyor. Gücümüzü alıp bizi kenara yorgun ve bitkin olarak atıyor. Evine dönenlerimizin başka bir hayat organize edebilmek için hali kalmazken, sistem bizden hep istemeye ve istediklerini almaya devam ediyor.

Biraz durmaya ve uzaklaşmaya imkanı olmak artık büyük bir lütfa dönüştü. Dağlara çıkabilmek ve temiz hava solumak lükse, görüş mesafesini betonların tayin etmediği bir bakışa sahip olabilmek özel bir imkana bağlandı.

Köyler küçüldü, toprakla yakın insanlar azaldı. Sabırsız ve sinirli insanlarla dolu bir şehir hayatına mahkûm olduk.

Geliştik ve zenginleştik biraz ama bizi çok yordu bu, yıprattı insanlığımızı…

Şimdi en ufak bir darlıkta veya sıkıntıda isyanları oynuyoruz. Gördüklerimizden geri kalmak bize zulüm geliyor. Kendimizi hep daha iyilerine layık görürken elimizdekiler kaybetme riski cinnet sebebimiz olabiliyor.

Halimizi görmek ve kabullenip bir çıkış aramak, çağın en büyük erdemlerinden biridir artık.

Kendini bilen ve Rabbini bilmek isteyen için yol hep açıktır!

16 Mayıs 2022

Gaziantep Büyükşehir’den ağaç kıyımı

 Söze geldiğinde hepimiz çevreci ve doğasever hatta bu konularda örnek bireyleriz. Yeşile ve doğaya zarar vermek bir yana, attığımız her adım, yaptığımız her işte bu konularda ileriye dönük olumlu planlar yaparız.

Pratikte ise biraz işler söylediğimiz gibi gitmez. Bunu da hemen hepimiz biliriz.

Benzer işlerden biri olarak son dönemde şehrimizde büyük parklarda gördüğümüz bir garipliğe dikkat çekmek istiyorum.

Şehir merkezinde yer alan ve adeta akciğer mesabesinde oksijen üreten, dev parklarda yer alan asırlık ağaçların başına gelenleri şaşkınlık ve endişe ile izliyorum.

Her biri yaklaşık 30-40 metre boyunda ve bulundukları parklara, yaz sıcağında bir şemsiye gibi gölge sunan, rüzgarın ve iç açan serinliğin kaynağı bu muhteşem ağaçların boyunlarının vurulmasını anlamakta ve anlamlandırmak zorluk çekiyorum.

Geçen sonbahardan bu yana fark ettiğim bu kıyımın sebeplerini sorguladığımızda, belediyeden yapılan; “mahalle baskısı nedeniyle ertelenen gençleştirme işlemi” şeklinde bir açıklama geldi. Bu açıklamayı biraz araştırdığımızda, dünyanın hemen hiçbir yerinde ve hiçbir parkta bulunan ve meyvesi olmayan ağaçlara UYGULANMAYAN bir yöntem olduğunu gördüm.

Gençleştirme daha çok meyveli ağaçlara uygulanan ve verimi artırmaya yönelik bir adım iken, parklarda hemen her yerde ağaçların büyüklüğü ile gurur duyulduğuna şahit oldum.

Boyunları vurulan ağaçların neredeyse tamamının zamanla o kesilen kalın dalların yara iziniiyileştiremediği ve o noktalardan başlayan çürümenin on yıllar içinde ağacı tamamen yok ettiğinibilmek için çok çiftçilikten anlamaya gerek olmadığını düşünüyorum. Çiftçi bir ailenin çocuğu olduğum halde, bu gerçeği basit bir gözlemle herkesin görebileceğini biliyorum.

Vurulan o koca dalların yerleri asla iyileşmeyecek ve yaralar kapanmayacak! O ağaçlar ölüme mahkum edildiler! Bunu da yeşil bir şehir hedefleyen Büyükşehir belediyemiz yaptı ve hala yapmaya devam ediyor.

Parklarımızın bu güya gençleştirme sonucu kaybettikleri görüntü ve yeşilin yerini doldurması bir yana, çürüyecek ağaçların faillerini on yıllar sonra kimse hatırlamayacak bile belki de.

Yüzyıllardır büyüyen o ağaçların tekrar aynı duruma gelmesi kaç yıl alır, ya da geri dönmeleri mümkün olur mu bambaşka bir soru iken, kesilen dev dallardan elde edilen odunların nerede ve nasıl değerlendirildiğini sorgulamadan geçmek istemiyorum.

Sayın Büyükşehir yetkilileri hiç değilse bu odunların miktarını ve nerede değerlendirildiğini açıklayabilirler mi acaba?Zira ağaçları gençleştirmediklerini ve aslında ölüme mahkum ettiklerini anlamaları pek mümkün görünmüyor!

Bu benzersiz uygulamanın ağaçlara, çevreye ve o ağaçlarda bir habitat oluşturan kuşlara verdiği zararı nasılsa kimse araştırmayacak ve mahalle baskısı dediğimiz nedenle, kimse de çıkıp “ne yapıyorsunuz” diye sormayacak!

Bizim sesimiz de bu köşede silinip gidecek belki, ama yapılanı asla onaylamadığımızı ve verilen zararların vebalinin öyle ya da böyle sorumlularının boyunlarında olduğunu söylemeden geçemiyorum.

Emanetlerine sahip çıkanlardan olmanız dileğimle…

09 Mayıs 2022

Kadirşinas olmalı insan



Yaratılışımız gereği, isteklerimizin sonu olmaz. Ta ki, ölüm meleği gelip kapımıza dayanıncaya kadar hatta o anda bile bitmez. Hep içimizde bir hayıflanma, bir keşke fırtınasıdır eser durur.

Baksanıza; idam mahkumlarına bile, son bir isteği olup olmadığı sorulur. Gerçi bu ne kadar anlamlıdır, onu bilmek istemezdik. Öyle ya biraz sonra canına kıyacağınız birine istek sormak nedir? Ve fakat, belki de hayattan ayrılma anından birkaç nefes önce bir arzusunun yerine getirilme umudu bile insana ölüm acısını hafifleten bir sebep verebilir.

Son anımıza kadar bitmeyecek isteklerin sahipleri olarak, günlük hayatta karşılaştığımız ve rahatsız olduğumuz için değiştirilmesini istediğimiz konuların da bitme ihtimali pek yoktur. Ne muhatap olduğumuz insanlar, ne de hizmet veren kamu kurumlarının bizi memnun etmeleri pek rastlanmış bir şey değildir.

Hep daha iyisini, daha çoğunu, daha güzelini, daha ucuzunu istemeye devam edebiliriz. Bunda bir gariplik yok, zira insanız. Hayatta kalmaya ve bu kalışımızı en az maliyetle icra etmeye meyilli yaratılmışız.

Bütün bu genellemelerin ardından söylemek istediğim, bu memnuniyetsiz ve hatta doyumsuz yaklaşımlarımızın yerini biraz kadirşinaslık denen erdemin alması gerektiğidir. Yani eksikleri ve yanlışları gördüğümüz ve dillendirdiğimiz kadar; iyilikleri ve güzellikleri de görmek ve göstermek, dahası sebep olanlara teşekkür ve minnet duymak.

Dünya hayatının tam ve mükemmel olması mümkün değildir, hem de kimse için. Hep bir yerlerde eksik kalan bir şeylerimiz olacaktır. Hep bir yerde ayağımıza bir taş takılacaktır. Dünyadır ve kanunu böyledir.

Cennette yaşayacaklarımızı dünyada gerçekleştirme çabası kadar anlamsız ve gereksiz bir uğraş herhalde yoktur. Haliyle bu beklentiye girmek de aynı şekilde, hem kendimiz hem de muhatap olduğumuz insanlar için böyledir.

Dünyada kimse bize cennet veremez, çünkü onda da yoktur. Biz kendimize bir cennet kuramayız, çünkü böyle bir ihtimal yoktur.

En fazla fıtratımızın meylettiği cennetin sahtelerini kurabiliriz, o da imkanı çok büyük olanlarımız için geçerli olur.

Burada küçük bir detayı dikkatlere sunmadan geçmeyeyim. Yaratılışı gereği insanın nelerden haz duyacağı ve mutlu olacağını en iyi bilen Allah(cc)’dur ve O, cenneti hep “altlarından ırmaklar akan köşkler” yurdu olarak tasvir eder. Şimdi şöyle bir haber ve bilgi dağarcığınızı karıştırın. Dünyada en büyük nimet ve zenginliklere sahip olanlar nerelerde yaşarlar?

Cevap tartışmasız olarak doğuda ve batıda aynıdır. Deniz, göl ya da nehir kıyılarındaki suya nazır köşklerde. Daha ötesini hayal edemeyiz bile, kapalıdır zihnimiz ve gönlümüz…

Öyleyse; Allah(cc)’a karşı kadirşinas olmalı ve verdiklerini karşılıksız verdiğini unutmadan, aldıklarının hesabını sormak gibi bir edepsizliğe yeltenmeden, boyun eğerek kulluğa devam etmeliyiz. Öyle ya; hangi marifetimizden dolayı bize bunca nimeti verdi ki, aldığında ona isyan etme hakkımız olsun?

Saymakla bitmez karşılıksız verilen onca şeye şükretmekte yetersiz kalırken, bir de verilmeyenlerden dolayı sitem etme cüretinde bulunmak ne garip bir edepsizlik olur.

İnsanlara karşı kadirşinas olmalı ve bizim için yaptıklarının onların yapabileceği en büyük ve çok şey olduğunu düşünerek teşekkür edip hayata devam etmeliyiz. Kimse bizim için kendini helak etmek zorunda değildir.

Yine, birinin bizim için yaptığı bir şey onun yapabileceği her şeyi bize vermesi için bir yol açmaz. Onun imkanlarını veren ve değerlendiren, kullandığı yerlerin hesabını da soracak olan Allah(cc)’dur.

Biraz memnun olmalıyız, biraz minnet duymalıyız. Umulur ki, Allah(cc) ve insanlar bizim kadirşinaslığımızın karşılığını fazlasıyla vereceklerdir.


02 Mayıs 2022

Bayramınız mübarek olsun

 


Biz Müslümanlar hayatın her alanında, sevinç ve hüzünleri ya da kar ve zararları sadece dünya temelli bakmayanlar olarak; Ramazan ayının bitmesi ile artık farz olan oruç ibadetinin sona ermesi ve kendimiz için affedilenlerden olma umudumuz nedeni ile bayram ediyoruz.

Hatta daha da açık ifadesi ve sırrı ile, hiçbir sebep olmaksızın da sadece Alemlere rahmet Muhammed(sas) Ramazan ayı bitiminde bize bayram ilan ettiği için bayram eder ve hikmetini bilmeden de seviniriz.

Tıpkı Ömer bin Hattab(r.a.)’ın kendilerini ağlarken bulduğunda, Rasulullah(sas) ve sadık dostu Ebu Bekir(r.a.)’a söylediği gibi: “Sizi ağlatan sebebi söylerseniz ben de ona ağlayayım, söylemeseniz de zaten siz ağladığınız için ben ağlayacağım.”

Biz sebepsiz sevinçlerin ve nedensiz hüzünlerin paylaşılabildiği ümmetiz. Sorgulamadan ortak olunacak çok şeyimiz vardır bizim…

Ne ki; üzüntülerin sosyal medyadan ve haber servisleri üzerinden çok hızlı ve anında ve tam zamanlı olarak paylaşıldığı çağımızda, sevinçler konusunda bu kadar hızlı ve hassas değiliz. Hele bayram olunca mesele, gününü bile tutturmayı başaramıyoruz!

“Orucunuz hepinizin oruç tuttuğu gün, Ramazan/Fıtr Bayramı hepinizin bayram ettiği gün ve Kurban Bayramı da hepinizin kurban kestiği gündür.” (Tirmizi, İbn Mace)

Bu hadisten mefhumu muhalif olarak anladığım; hepimizin birlikte idrak edemediği günün gerçek bir bayram olmayacağı ve gerçekten sevinçlerin çoğalıp paylaşılamayacağı oldu, maalesef.

Coğrafyamızın farklı siyasi sınırlarında farklı günlerde ilan edilen bayram günleri, aslında halimizin de en net işareti gibi duruyor. Birlikte sevinemiyoruz, birlikte üzülemediğimiz gibi.

Daha doğrusunu itiraf edelim; birlikte değiliz!

Kendi küçük gruplarımızda oyalanıp duruyoruz. Sonra topluluklarımız, devletlerimiz ve ittifaklarımız geliyor. Sıra ümmete geldiğinde zaten bütün enerjimiz ve aksiyonumuz tükenmiş olduğundan, lafta kalan bir ümmet olarak, tarih sahnesinden kenara çekiliyoruz.

Bu bayramların, en azından bu sıkıntımızın farkında olduğumuz ve birlikte olabilmek için, Müslümanları sevmek ve aramızdaki ihtilaf ve farklılıklara rağmen kardeş olmak için bir vesile olması gerektiğini hepimiz çok iyi biliyoruz.

Dünya hayatı çok kısa; hasetlikler, kinler ve düşmanlıklar için çok daha kısa, Müslümanlara garez beslemek için çok çok daha kısa…

Her şeye rağmen Allah(cc) bugüne bize sevinç vesilesi kıldı. Biz kendimizden emin olmasak da O(cc) bize umut verdi. Cehennemden azat olunmuş gibi sevineceğiz, affedilmiş ve hatta günahları sevaplara dönüştürülmüş olanlardanız diye bayram edeceğiz.

Farklı günlerde olsa da aynı bayram bize de uğrayacak. Zamanı durdurabilecek bir güç yoktur. O devran edecek ve Kadir-i Mutlak olanın tayin ettiği noktalarda, hüzün ve sevinçler yaşanacak.

Allah(cc) bizi sevinçlerden mahrum etmesin.

Bayramımızın mübarek olması, bereketler ve kurtuluşlar umudu olması dileklerimle…

25 Nisan 2022

Yola çıkmaya hazırlanın!


Ramazan ayının sonuna yaklaşıyoruz. Her birimiz kendi gücü nispetinde heybesini doldurdu ve uzun bir yolculuğa çıkıyoruz yakında. Gelecek Ramazan ayına kadar sürecek, meşakkatli bir yolculuk olacak bu.

Yemediğimiz ve içmediğimiz vakitleri geride bırakacak ve bedenen gayet zinde olmayı, en azından aç ya da susuz olmamayı planladığımız 11 ay sürecek bir yolculuk olacak bu.

Bayrama erişemeyenler olabileceği gibi, gelecek 11 ayın herhangi bir gününde, aramızdan herhangi birileri de mezarlara dökülmeye/ekilmeye devam edecek. Ve fakat yolculuk bitmeyecek ve kıyamete kadar devam edecek. Yolda hep birileri olacak. Yol boş kalmayacak. Yolun bize ihtiyacı olmayacak yani! Bizim yola ve yolculuğa mecburiyetimiz olacak.

Büyük hedefleri olanların durmaları düşünülemez, duranların yaşadıklarına hayat denemez. Ölüm bir durmaktır zira; yeri belli ise bir mezarda yahut herhangi bir yerde toprağa karışmış olarak durmak. Duran ölüdür, duran bedendir. Ruh duramaz, durdurmazlar onu, ölümsüzdür.

Ramazan ayı için yaptığımız planların bile birçoğu akamete uğradı yani yarım kaldı ya da hiç başlanamadı. Bundan sonraki 11 ay için yapacağımız planların da akıbeti meçhul olacak.

Uyuduğumuzda uyanma ihtimalimizin bile kesin bilinemediği dünyada, küçük kafamızın içinde yapılan bir planın sonucundan emin olmak nasıl mümkün olur ki?

Planların en büyüğünü yapan ve mutlaka planı gerçekleşecek olan yalnız ve sadece Allah(cc)’dur. Bizim kulluk ettiğimiz Rab O’dur.Kainata koyduğu sebeplere riayet edenlerin -kim olursa olsunlar- planlarının gerçekleşmesine izin veren de O’dur.

Bu Ramazan ayından en azından itikadımızı yani inancımızı düzeltmiş olarak ayrılmayı başarmalıyız.

Onun, bunun planlarının gerçekleşme ihtimaline inandığımızdan, birkaç milyon daha kesin bir inançla, kainatın Rabbinin onlar olmadığından emin olmak zorundayız.

Batıldan ve onun tüm temsilcilerinden korktuğumuzdan, birkaç milyon kez daha büyük bir korkuyla Allah(cc)’dan korkmak ve korkulmaya layık olan ilahımızın O olduğundan emin olmak durumundayız.

Her olayı ve kişiyi illa bir plana bağlayacaksak bunun ilahi ferman olduğunu asla unutmamak makamındayız. Müslümanlık tam da bu makamın adıdır zira. Kul olmanın, bütün saltanatlardan üstün olduğu bir makam!

Zaman nehrinde sürüklenen çer çöp gibi bir yolculuk etmek, insan şanına yakışır bir hal değildir. Bize sağlam gemiler ya da lüks yatlar yakışır! Sonu cennete çıkan bir yolun yolcularının namı büyük olacaktır. Düşmanı çok olacaktır. Taş atanı, gemilerini deleni hatta sularını bulandıranı çok olacaktır.

Ramazan ayı boyunca bulunduğumuz rahmet ve mağfiret limanı, bizi 11 ay götürecek her türlü ihtiyacın yüklenme zamanı idi adeta. Gemiciler bilirler, uzun yola tedariksiz çıkılmaz. Yolda bir limana uğradığında başına neler geleceği bilinmez. Başkalarının limanlarından ihtiyaç giderme umuduna bel bağlanmaz. Daha da kötüsü, gemisi batan ya da erzakı biten genelde yolda kalır, onları kurtaracak biri genelde bulunmaz.

Tek tek hazırlandığımız bu yolculukta yalnız olmayacağız. Fırtınalı zamanlarda desteklerine güvenilecek kardeşlerimiz yanımızda olacaklar, olmalılar. Yorulana yeniden güç aşılayacak, ayağı kayanı yere kapaklanmadan tutacak, dizlerinin dermanı biteni omuzlayacak kardeşler hep olmalı.

Bu yüzden Mü’minler kardeştir ve bu yüzden Ehli Sünnet olanlar aynı zamanda bir cemaattir.

İşte bayram dediğimiz şey tam da budur; kardeşlerinle birlikte aynı hedefe giden bir gemiye binmiş olmak ve yola koyulmak. Uzun yol ve eziyetlerine katlanacak kadar güçlenmiş olmak ve yeterli miktarda azık hazırlamış olmak.

… “Azık hazırlayın; şüphesiz azıkların en hayırlısı takvadır”… (Bakara 197)

Takva ise; Allah(cc)’in bizi yasakladığı bir iş üzerinde görmemesidir!

18 Nisan 2022

Ramazan denge ayıdır


Dünya tezatlar yurdudur. Onda hiçbir yerde ve hiçbir zaman, her şey güllük gülistanlık olmadığı gibi, her şey de elem ve kederden ibaret olmaz. Biraz ondan, biraz bundan gelir gider ve hayatın devranı böylece devam eder.

Gece ile gündüz gibi hayatın anlamını ve düzenini sağlayan olaylar kadar, hak ile batıl gibi insanın varlık ve devamını tayin eden zıtlıklar da vardır. Bunlar sürekli olmazlar. Bazen kutuplarda uzun süren geceler ya da gündüzler gibi, hakkın veya batılın üstünlüğü uzun sürse de, nihayetinde devran mutlaka değişir.

İnsanlar ve hadiseler de hep aynı kalmaz ve olmazlar. Zamanla her şey gibi onlar da değişir. Zaman ve zemin değiştikçe, ortam ve şartlar geliştikçe, aynı insanlardan bambaşka kişiler çıkabildiği gibi, aynı sebeplerden bambaşka olaylar ortaya çıkabilir.

Ramazan ayı gibi mübarek ve mukaddes zaman dilimleri de böyledir. Onun gelmesi ile yaşanan sevinç ya da bereket, her yerde farklı olsa da, şartlar kimine seyran olur, diğerine figan.

Mesela, Kudüs’ün Ramazanları hep hüzünlüdür. Gerçi esir olanın nesinde hüzün olmaz ki?

Ama Kudüs, her Ramazan ayına bir düğüne hazırlanır gibi süslenerek girer. Umudu ve sevinci öyle büyütür, öyle büyütür ki, ne dökülen kan, ne çiğnenen hürmetler, ne işgal ne de yakılan ateş engelleyemez Ramazan’ın bereket ve rahmetini, huzur ve sevincini!

Zaten asıl mesele; her şeyin yolunda olduğu yerde bir Ramazan sevinci yaşamak değil, her şeyin yolundan çıktığı yerde bu bilinci kuşanmaktır.

Allah(cc) Ramazan ayını bize ikram etmiştir, bizim dışımızdakilerin böyle bir ikramdan nasipleri yoktur. Onlardan asgari saygı beklemek bile çoğu zaman duygu israfı olur.

Her birimiz kendi şartlarında, kendisinden beklenen kadar bir şeyler yapmakla yükümlüdür. Hassasiyetler önemlidir elbette ama değiştirme imkanımız olmayan bir konuyu saplanıp kalmak ve yanı başımızda müdahale etmeye gücümüzün yeteceği meseleleri ıskalamak büyük bir kayıp olur.

Kudüs ve Filistin meselesi, sloganların sislerinin ardında kaybettiğimiz bir mevzu olmaktan çıkmalı ve fıtratın kanunlarına göre atılacak adımlara yön verecek bir şuura dönüşmelidir. Aksi halde, kınamalar ve başarısız boykotlarla kendimizi komik duruma düşürmekten başka bir başarı elde edemediğimize hepimiz şahidiz.

Hemen hepimizin bildiği bir hadisten mülhem; bir kötülük ortaya çıktığında onu eliyle düzeltmek güç ve otorite sahiplerinin işidir, diliyle düzeltmek ilim ve irfan sahiplerine düşer, kalbiyle buğzetmek ise iman ve vicdan sahiplerinin tavrıdır.

Ancak; bir gelecek projesi, bir değişim planı, bir ümmet misyonu, bir kurtuluş savaşı düşünülüyorsa, bunu yapmak için, toplumun her kesiminin her türlü katkısına ihtiyaç vardır. Ne ki, işin başı ve temeli organize ve plandır. Bunun olabilmesi için de birlik ve ittifak şarttır. Yoksa herkesin kendi ölçeğinde yapacağı bir planla ya da programla, küresel çetelerle ve emperyalistlerle başa çıkılması mümkün olmaz.

Müslümanlığımızın olgunluğundan bahsedebilmemiz için; iman, fikir, şuur ve hareket alanlarında dengeli olmak herhalde ilk adımımız olmalıdır. Dengede duramayanların başkaları ile el ele olmaları da düşünülemez zaten. Düşmemek için yardım almak amacıyla başkasının elinden tutanın pratikte pek bir değeri ve katkısı yoktur.

Ramazan ayı ile edinmeye çalıştığımız dünya ve ahiret dengesini, kendi benliğimize ve içinde bulunduğumuz ya da bizi etkileyen olaylara uygulamamız gerekiyor. Bizim için asıl meselenin ahiret olduğunu ve her konuyu bununla değerlendirmek zorunda olduğumuzu ama dünyaya bigane kalmamızın da mümkün olmadığını biliyoruz.

Dünyada hayatın devamına sebep olan zıtlıkların, nasıl bir denge ile devam ettiğini idrak ederek, karşılaştığımız kişi ya da olayları doğru kefeye koyarak dengemizi sağlamaya devam edebiliriz. Teraziyi devirmeden dengede kalmak hayatta elde edilecek en güzel başarıdır.

Her şeyin zıddıyla kaim olduğu dünyamızda, şeytanın kıyamete kadar izinli olması bize bir şey anlatıyor. Onu yok edemeyiz ve böyle bir hedefimiz de olamaz. Ona rağmen dengede kalmak ve dümdüz yürümeye devam etmek, bütün meselemizdir.

11 Nisan 2022

İnancımızın temeli ahde vefadır


Mübarek zaman dilimindeyiz. Her işimizi daha bir dikkatle, incelikle yapmaya çalışıyor ve bu bir aylık bereketten en çok nasıl faydalanırız diye hesaplar yapıyoruz.

Geçip giden bir cennet ırmağından kaselerimizi doldurmaya, kana kana içmeye çalışıyoruz. Yeryüzüne indirilmiş olmamıza bir virgül koyup, göklerin kapılarını zorluyoruz.

Ramazan ayı bizi; aslımıza, ruhumuzun geldiği yere, ait olduğumuz ana vatanımız cennete, yaratılış sebebimizin sırrını çözmeye, bunların dünyalık ifadesi olarak da, kazananlardan ve bağışlananlardan olarak bayrama götürüyor.

Cehennemden azat olmak için bu nehrin bereketiyle yıkanmak, orucun hikmetli nefesiyle konuşmak, kulluğun onurlu haliyle gidişata kulaç atmak yeterli oluyor.

Ancak her şeyin temeli olan bir şey var. Her şeyin başlangıcı olan ve onsuz kağıttan bir kulenin bile ayakta duramadığı bir şey!

Ahde vefa; söze sadakat, sözünde durmak, dediğinin arkasında olmak, yaptığının hakkını vermek, anlaşmaya uymak.

İnancımızın temel çıkış noktası neresidir sorusunun cevabı da ahde vefadır. Zira, bize;“ne zamandan beri Müslümansın” diye sorulsa, cevabımız “Kalubela’dan beri” oluyor. Yani Alemlerin Rabbi ile ahitleşmemizden, O’na söz vermemizden beri Müslümanız, teslim olmuşuz.

Esasen Müslümanlık teslimiyet olarak tercüme edildiğinde, bir söze yani ahde teslimiyet anlamına geliyor. Kimse bizden iddia etmediğimiz bir şey istemiyor. Biz bir söz verdik, şimdi hayatımız boyunca bu söze sadık olmamız isteniyor.

Dünya hayatının temel imtihanı, doğruluk yani dürüstlük, yani söze sadakat, yani ahde vefadır. Bu temel noktada başlıyor bütün ayrışma ve bütün tartışma.

Hak ve batıl kavgasının temeli de budur. Sözünde duranlar ve durmayanların kavgası.

İslam davetinin özeti de budur; sözünde durmaya çağrı, büyük ahde ve bütün ahdlere vefa çağrısı.

Büyük ahde vefa gösteren herkesten doğal ve hayati bir netice olarak, dünya hayatı boyunca verdiği tüm sözlere de sadık olması beklenir.

Doğruluk yalanın zıddı olduğu gibi, ahde vefa da ihanetin karşısındadır.

Müslümanlığımızın temeli, sözünde durmaktır, doğru olmaktır. Bizim için ahde vefadan başka bir ihtimal olamaz. Doğru olmaktan başka bir seçenek bulunamaz.

Kendimizi tartacağımız ilk mihenk budur. Bu ölçüde kalitemiz tescillenmezse, bizi kabul edecek bir din, Müslümanlık iddiamızı onaylayacak bir makam bulamayız.

Enes b. Malik şöyle derdi:Allah’ın Resulü (sas) bize hutbe verdiği zamanmutlaka şöyle buyururdu:

"Dikkat edin! Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur, ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur.” (Müsned, İbniHanbel)

Kendisi ile dinimiz ve dünyamız güzelleşen zata selat ve selam olsun. Bizi İslam nimeti ile şereflendiren Allah’a hamd olsun.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...