20 Ağustos 2018

Mesele Kurban Olmak

Dinin temel hedefi, nihayetinde Allah rızasını elde etmek ve O’na yakınlık temin etmektir. Bu herhalde en çok bilen alimden en az bilen Müslümana kadar hepimizin emin olduğu en net gerçektir. Aksi bir ihtimal en hafifinden riya en büyüğünden ise şirk olarak bilinir ve her bakımdan felakete sebep olacak bir sapkınlıktır.

Bütün mesele Allah rızası yani yakınlık derken kullandığım yakınlık kelimesinin karşılığı ise kurbandır. Kurban; Allah rızası için belirli şartlara haiz hayvanlardan birini kesmektir. Maksat ne kan dökmek ne de et yemektir. Ana gaye Allah’a bir yakınlık temin etmek için bu sünneti yerine getirmektir.

Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.

Onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele. (Hacc 36-37)

Kurban ile ilgili bütün fıkhi meseleleri ve kafanıza takılanları mutlaka ehil alimlere danışarak cevaplandırın ki içinizde herhangi bir tereddüt kalmasın.

Hangi hayvanlar, hangi şartlarda kurban olur ya da olmaz?

Kimler kurban kesmelidir ya da kesmeyebilir?

Kurbanın derisi ya da etinden bir kısmı satılabilir mi? Kasaplara ücret olarak verilebilir mi?

Hepsinden önemlisi çoluk çocuk et yesin diye kesilen hayvan kurban olur mu? Herkes kesiyor biz de keselim diye kesilen kurbanın hükmü nedir?

Bu ve benzeri soruların cevaplarının bayram hutbesinde verilmesi en güzeli olurdu ama araştırmak her akıl sahibi Müslüman için vecibe olduğundan herkes üzerine düşeni yapmak ve yaptığı bir ameli en doğru ve en sahih şekilde icra etmek için bilgi sahibi olmak zorundadır.

Biz bu detaylarla uğraşırken ne hikmetse her sene olduğu gibi yine birileri de çıkıp kendilerince kurbana alternatif çözümler ve fetvalar üretmeye/uydurmaya başladılar.

Kurbanlık bir hayvanı kesmek yerine sadaka ya da bağış gibi isimlerle de bu ibadetin yerine gelebileceğini iddia eden her kim olursa olsun ondan şeytan kaçar gibi kaçın! Zira o Allah’ın dinini tahrip etmek için sağdan saldıran şeytanın bir elçisidir.

Bu din kemale erdirilmiş ve hükümleri sınırlar dahilinde konulmuştur. İbadetleri kesin olarak tayin edilmiş ve gerek şekli, gerekse niteliği Allah ve O’nun Rasulü tarafından konulmuştur. Onlardan sonra ne alim, ne fazıl, ne cahil, ne gafil, hiçbir insanın ibadetlerle oynama, şekillerini değiştirme, zamanıyla oynama, hatta dilini bile tercüme etme hakkı yetkisi yoktur ve olmayacaktır.

Özellikle Ehli Sünnet’in şiar ve alametlerine, toplumlara mal olan ve yüzyıllardan beri ümmetin icması ile uygulanan bir çok amel ve ibadete maksatlı bir savaş açıldığını görmekteyiz. Bu bizim Kur’an ve sünnet temelli şeriatımıza, icma ve kıyasla belirlenen fıkhımıza açılan gizli ve açık savaşın tellalları hemen her konuda Ekber Şah’ın bel’amları gibi muhalefet ile alternatifler üretmeye çalışıyorlar.

Ekber Şah, döneminde Hindistan’da bulunan dinleri birleştirerek kendisini herkesin ilahı ilan etmiş ve hoşuna giden konuları aldığı bu dine İslam’ın  uydurulması işini de bel’am olarak isimlendirilen alimler üstlenmişti. Örneğin bu alimler namaz kılmak yerine Ekber Şah’a secde etmek gerekir ve yeterlidir diye fetva vermişlerdi. Allah, onu İmam Rabbani önderliğindeki Ehli Sünnet eliyle dize getirdi ve saltanatını yer ile yeksan etti.

Tarih boyunca sünnete düşman olan her lideri ve toplumu helak eden Allah, bugün de yarın da bu dini tahrif etmek isteyenleri helak edecek; dünyalarını rezil ahiretlerini de berbat edecektir. Devrimizde bu ifsadı yayanların çoğunlukla safevi ve rafizi uzantıları olmaları da şayanı dikkattir ve onlar da nasiplerini alacaklardır…

Sünnete yapılan saldırıların esas amacının, dinin pratik hayatta uygulanmasına engel olmak ve bir tür teorik bilgi yumağına dönüştürülerek, ehli kitap tarzı bir anlayışla, arzu edenin istediği gibi yorumlayıp, işine gelen konularla amel edip işine gelmeyen meseleleri tevillerle terk ettiği bir oyuncağa çevirmek olduğunu düşünüyorum.

Sünnetsiz din ile kurban olunamayacağı gibi, sünnetsiz Müslüman da olunmaz!

15 Ağustos 2018

Suriyeliler Bayram Tatiline mi Gidiyor?

Son yıllarda ülkemizde yaşayan Suriyeli kardeşlerimize saldırmak ve aleyhlerinde bir kamuoyu oluşturmak isteyenlerin her bayram yaptığı bir dezenformasyon var. ‘Suriyeliler bayram tatili için ülkelerine gidebiliyorlarsa geri dönmesinler orada kalsınlar’ şeklinde özetlenebilecek bu anlamsız tavır ilk anda pek çok samimi insanın da kafasını bulandıran altyapısı tabii ki çürük faşist bir söylemdir.

Suriye gerçeklerinden haberi olmayan halkın buna inanması çok kolaydır. Ancak etkili ve yetkili hatta gazeteci veya aydın gibi çağdaş sıfatlara haiz bazı gönüllü Türkiye aleyhtarları ve Esed taraftarları bu propagandayı yayarak toplumda Suriyelilere karşı bir nebze var olan rahatsız kesimi tahrik etmek ve çıkabilecek olaylardan nemalanmak istiyorlar.

Bir toplumda ne sebeple olursa olsun çıkacak herhangi bir kavga yahut daha ileri seviyedeki bir karışıklıktan medet uman, hoşlanan veya memnun olan o toplumun dostu değildir, kardeşi de olamaz!

Bize düşen her platformda gerçekleri aktararak insanları doğru bilgilendirmek ve bilgiye dayalı birer kanaat sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu bağlamda şahitliğimizi yerine getirmek İslami bir vecibedir.

Lütfen şu maddeleri dikkatlice okuyunuz:

Suriyeliler bayramda Suriye’ye değil, Türkiye’nin kontrolünde olan bölgelere yahut Türkiye himayesindeki muhaliflerin kontrolündeki bölgelere gidip geliyorlar. Bu da Suriye’nin halen çok küçük bir parçasına tekabül ediyor. Fırat Kalkanı bölgesi ile İdlib şehri…
Bu gidişlerin amacı tatil değil zira Suriye’nin bu bölgesinde tatil yapılabilecek imkan ve ihtimal bulunmuyor. Ancak akraba ziyareti, mezar ziyareti, halen mümkün olan bazı resmi işlemler, yıkık evlerinin durumuna bakmak, şartları görerek geri dönüş imkanı araştırmak gibi amaçlarla gidiyorlar ve imkan bulan geri dönmüyor. Örneğin geçen Ramazan bayramı için ülkesine gidenlerin yaklaşık 3000 kişisi geri dönmedi.
Suriyelilerin gittikleri bölgelere bizim yardım kuruluşlarımız, askerlerimiz hatta gerekli izinlerle sivil vatandaşlarımız da giriş yapabiliyorlar. Gerek yardım götürmek gerekse durumu yerinde incelemek isteyen gazeteci yahut değil herkes o bölgeleri ziyaret edebiliyor. Resmi görevlilerimiz, eğitim kurumları ve posta hizmetleri veren kurum çalışanları gibi bir çok insan güvenle oralarda dolaşabiliyor.
Astan süreciyle ‘Gerilimi Azaltma Bölgesi’ olarak ilan edilen yerlerden halen Türkiye himayesinde bir çok Suriyelinin tehcir edilerek sığındığı tek bölge olan İdlib kırsalı nüfus yoğunluğu ve sosyal şartlar bakımından buradan gidebileceklerin kalmasına imkan sağlamaktan çok uzaktır. Aksine sınırlar açılacak olsa oradan ülkemize gelmek isteyen milyonların varlığı bir gerçektir.
Bu bölgeler Türkiye’nin himayesiyle kısmen güvenli oldukları için insani dolaşımlar mümkün olmakla birlikte rejim ve Rusya tarafından teröristler bahane edilerek sık sık bombardımanlar yapılabilmektedir. Ancak fiili bir savaş durumu olmadığı için ziyaretler devam edebiliyor.
Bu bölgelerde iş imkanları yok denecek kadar azdır. Misafirlerimiz hayatlarını normal şekilde devam ettirebilmek için iş ve barınma ihtiyaçlarını, çocuklarını büyütme ve yetiştirme imkanlarını ancak ülkemizde bulabilmektedirler. Ziyaret sonrası geri dönmelerinin en büyük sebebi iş ve barınma imkanlarıdır. Suriye’de yaşanacak bir normalleşme ve yeniden yapılanma durumunda ülkemizde bulunan Suriyelilerin büyük çoğunluğunun geri döneceğinden kimsenin şüphesi yoktur.
Bütün bunların yanında Kuzey Suriye’de son dönemde yapılan kamuoyu yoklamalarında ve kanaat önderlerinin açıklamalarında beyan edilen halkın yaklaşık olarak yüzde sekseninin Türkiye’ye ilhak edilmek istedikleri de yaşanan sürecin ülkemiz ve halkımız adına onur verici yönü olarak kayıtlara geçmelidir.
Kızılay verilerine göre; Suriye’de her bir saatte 50 civarında aile evlerini terketmek zorunda kalıyor ve Suriye’nin içinde 6.500.000 sürgün edilmiş insan derme çatma çadırlarda ve barakalarda, Türkiye sınırına yakın yerlerde yaşıyor.
Türkiye’de bulunan 3.5 Milyon Suriyeli misafirin neredeyse tamamının akrabaları, kiminin anne-babası, kiminin Suriye’de topraklarını savunan kocası-oğlu, kiminin kardeşi bu derme çatma çadırlarda barakalarda hayata tutunmaya çalışıyor.
Suriye’ye bayrama gidenleri Bodrum’a tatile gidenlere benzetip halkın kafasında yanlış algı oluşturanlara, o bayram ziyaretinde öldürülmüş babasının, anasının, yavrusunun, yavuklusunun mezarına sarılıp gözyaşı döken insanları göstermek mümkün değil ama merhamet ve akıl sahibi herkes biraz düşündüğünde daha normal bir anlayışla olaylara bakabilecektir.
Afad verilerine göre; Türkiye’ye sığınan 3.567.130 Suriyelinin 1.631.630’u (%46) Çocuktur. Kadın, çocuk ve 65 yaş üzeri yaşlı nüfus oranı da %71’dir.Bu korunmaya muhtaç kırılgan kesime destek veren erkek nüfus oranı da %29’dur. Erkekler gitsin ülkesine ifadesi de bu anlamda gerçekçi/insani değildir.

Evleri başına yıkılmış ailelerin, işkence merkezlerinde sistematik tecavüze uğramış kadınların, gözleri önünde babası infaz edilmiş çocukların korumasız bir şekilde o cehenneme gönderilmesini istemek Suriye gerçeklerini bilmemek ya da insan onurunu hiçe saymak anlamına gelir.

Suriye krizini Türkiye çıkarmadı, ama krizin dindirilmesi için 2011’den bu yana çok yüksek bedeller ödeyip insani bir duruş sergiledi. Bunu onurla devam ettirmek ve sonuna kadar mazlumların yanında olmak tarihimize altın harflerle yazılacak bir duruş olacaktır.

Son olarak herkesi anlarım da Müslümanlıktan, kardeşlikten dem vuran ve İslam tarihini, coğrafyayı biraz bilen, son bin yıllık hikayemizi okumuş birinin Suriyelilerden rahatsız olmasını ve bu şenliklere katılmasını anlayamıyorum.

Bu topraklar; mülteci yurdudur, gariban toprağıdır, mazlumların vatanıdır, imparatorluk özetidir…

31 Temmuz 2018

Çocukları öldürmeyin!

Dünya kurulalı beri herhalde en kadim çağrılardan biridir bu; çocukları öldürmeyin efendiler! Size düşman olan bir halkın çocukları da olsalar, sizin nefret ettiğiniz bir milletin evlatları da olsalar, yurdunuza ihanet edenlerin çocukları da olsalar, akil-baliğ olmamış çocukları öldürmeyin…

Yeryüzü şehirlerinin anası Mekke’de, şirkin ve zulmün kol gezdiği devirlerde, insanlara İslam’ın ilk çağrılarından biri de bu idi; çocuklarınızı geçim korkusu yahut kız oldukları utancıyla öldürmeyin!

Devirler değişti, nesiller değişti ancak bu basit vahşet değişmedi. Bütün zalimler çocuklara el uzattılar, bütün hainler çocukların dirilerini de ölülerini de kullandılar.

Yakın geçmişte Suriyeli göçmen çocukların cesetlerinin kıyılara vurmaya başlaması ile yeniden çocuklar insanlığın gündemine girmeyi başardı. Kendi ülkelerinde, sokaklarında güven içinde koşuştururken tepelerine bombalar yağdıran müstekbir zalimlerden bahsedilmeden, anne-babalarını yok eden katil sürülerinden hesap sorulmadan, kuru bir duygusallıkla ölen çocuklara ağıtlar yakıldı.

Suçlu arandı hep ve herkes sevmediklerini katil ilan ederek bu çocukların faili meçhuller zümresine katılmalarını sağladı.

Şimdilerde Ege sularında can veren bazı masum çocuklar sebebiyle yine duyar gösteren zümreler ortaya çıktılar ve kimseye bırakmadan tüm acıları onlar çekmeye daha doğrusu acıların da ekmeğini yemeye çalışıyorlar.

Ege’de boğularak can veren tüm masum çocuklar gibi fetö sebebiyle kaçan ailelerin çocuklarının ölümü de yürek sızlatan bir hüzün sebebidir. Ancak bu ve benzeri tüm ölümlerin bir numaralı müsebbibi daha iyi bir hayat hayali kuran ebeveynlerdir, kızılması gereken ilk sorumlular onlardır.

Allah, hiçbir anne-babaya çocuklarını tehlikeye atarak müreffeh bir hayat kurma vazifesi vermedi. Sabır ve tevekkülle mevcut şartlarda en güzel hayatı sunmak ebeveynlere de çocuklara da yeterli olmalıydı.

Ayrıca bu hazin ölümler üzerinden duyarlılık gösterenlerin hiçbiri açık bir çözüm önerisi sunmuyor. Bekledikleri nedir bilmiyoruz. Çocuk sahibi zanlılara özel muamele ya da af mı istiyorlar? Sahillere de duvar örülmesini mi istiyorlar?

Gerek farklı bir ülkeden mülteci olarak, gerekse bu ülkeden bir soruşturma sebebiyle kaçan biri, hem kendi canının hem de çocuklarının sorumluluğunu kamu vicdanına terk ederek ölüme koşuyorsa kimsenin yapabileceği bir şey kalmıyor maalesef…

Masum bir çocuğun, herhangi bir sebeple, herhangi bir yerde can vermesi, anne-babasından ve suçlarından bağımsız olarak hüzünlü bir trajedidir.

Allah, bu zavallı çocukların ebeveynlerine akıl-fikir versin ve nesillerini muhafaza eylesin, ıslah etsin.

‘Bir de geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onlara da size de rızkı biz veririz. Şüphesiz onları öldürmek çok büyük bir suçtur.’ (İsra 31)

16 Temmuz 2018

Günahların şöhretini artırmayın

Önce medyanın latince medyum kelimesinin çoğulu olduğunu hatırlatarak başlayalım. Medyumlar yani insanları geçmiş ve gelecek hakkında verdikleri yalan ve yanlış bilgilerle haktan saptıran, kendileri de sapıklıkta önder olanlar.

Günümüzde artık her tür görüntülü, sesli ve basılı yayın kuruluşuna medya denilmesi arka planında bu tehlikenin olduğunu unutturmamalı.

Medya, bu işi para için yapan ve temel yaklaşımı kazanmak olan bir kapitalizm ürünüdür. Üreticileri, tıpkı sahte makine yapanlar gibi gerçeğini bulamadıklarında yahut daha ucuza mal etmek istediklerinde sahte haberler, görüntüler ve seslerle kazanmaya çalışırlar.

Genel geçer bir kural gereği bazı yalanları yayabilmek için insanların güvenini sağlama mecburiyeti olduğundan, her söyledikleri elbette yalan olmayabilir. Haber ağı dünya üzerinde en hızlı işleyen algı yönetim sistemidir.

Sahih ve sağlam bilgiye ulaşmak günümüzün en zor işlerinden biri olduğu halde hemen hepimiz duyduğumuz herhangi bir haberle ahkam kesmekten geri durmayız. Yalanları defalarca ortaya çıkan medya kuruluşları geçmişin medyumları gibi bir şekilde insanların gözündeki yerlerini korumayı başarırlar.

Bazen haberin ya da bilginin yalan olmasına gerek kalmadan da yeterince(!) zarar verilebilir. Toplumda günahların ve aşağılık işlerin sıradanlaşmasını sağlamak en az yalan haber yaymak kadar lanetli ve tehlikeli bir iştir.

Cinnet getiren anne/baba yahut intihar eden öğrenci/genç haberlerinin büyük puntolarla yayınlanmasının ne mağdura ne de topluma bir faydası olmadığı gibi, bu aşırı örneklerin hayatın bir parçası veya olağan bir gelişme gibi görülmesi büyük bir tehdittir.

Yeni nesillerin manen tahkim edilemeyen zayıf ruhları, çağdaş cahiliyenin dişlileri arasında sıkıştığında kaçmak için yol olarak gündemi sıkça meşgul eden intihar yahut cinayet gibi her halde felaket olan yöntemlere sapabilmektedir.

Günahların yaygınlaştığı ve alenen işlendiği bir devirde bunları haber yapmamak yahut hiç değilse çocukların ve gençlerin gözlerine sokmamak kolay yapılabilecek bir hayırlı davranıştır.

Bankalar her köşe başında yer alabilir ama bizim dediğimiz medyada reklamı yer alamamalı, içki her köşe başında satılabilir ancak bizim dediğimiz medyada reklamı yayınlanamamalı, cinayet her gün işleniyor olabilir ancak bizim medyamızda reklamı yapılmamalı, fuhuş sokaklarda dolaşabilir ancak bizim medyamızda reklamı yapılmamalı, bu örnekleri aynı formatta uzatmak mümkün…

Günahın kötülenmesi bile onun reklamına dönüşebilirken, sözüm ona objektif habercilik adına her türlü melanetin ekranlara, sayfalara taşınmasının savunulabilir bir tarafı yoktur.

Magazin haberciliğinin artık normal bir haber dalı sayılması en az fahişeliğin normal bir meslek sayılması kadar büyük bir ahlaki tehlikedir.

İnsanların gözleri, kulakları ve gönülleri de kirlenir, en az ellerinin ve ayaklarının kirlenebildiği kadar!

Kirli gönül, göz ve kulakla; hakka tabi olmak, hakkı temsil etmek, hak üzere yürümek ve hakkı söylemek pek kolay olmayacaktır.

Alimlerimiz, insanları günahtan ve günah işlemekten utanmayan fasıklardan korumak için onların ifşa edilmesini ve anlatılmasını gıybet olarak görmediler. Şüphesiz maksatları maslahattı. Onlar bununla günahların sakız gibi ağızlarda çiğnenmesini, normalleştirilmesini, nesillerimizi ifsad edenlerin desteklenmesini kast etmediler.

Ancak ve sadece Müslümanları şerlerinden korumak için fasıkları ifşa ettiler ve günahlardan tiksindirmek için çirkefleri kimseyi bulaştırmadan gösterdiler.

Gazeteleri, televizyonları hatta radyoları ve internet siteleri ile insanımızı ve neslimizi bozan, ahlak ve din tanımayan, helal yahut haram bilmeyen, fayda veyahut zarar düşünmeden sadece kazanacağı parayı hesaplayan medya maymunlarının,hiç bir insani ve dini değer tanımadan, adeta düşman kahreder gibi bir gayretle bozgunculuk yaptıklarını görmek ve onlara malzeme vermemek zorundayız.

Çocuklarımızın etleri ve kanları ile enerji sağladıkları imparatorluklarının dişlileri arasına attığımız her bilgi ya da haber bize büyük veballer olarak geri dönecektir.

Örnek vermekten hiç hoşnut olmasam da Avrupa medyası ülkelerindeki korkunç intiharları ve cinnet haberlerini gizlemeleri gerektiğini çok acı tecrübelerle öğrendiler. Biz de bugün onların başladığı yerdeyiz.

Gayya kuyusuna her atılan taş bir gün dibe varacak ve büyük bir gürültü koparacaktır. Bir taşta biz atmayalım!

10 Temmuz 2018

Suriyelilerin Türkiyeli Olma Zamanı

Yılların ardından artık ülkemizdeki Suriyeli gerçeğiyle halk olarak yüzleşmemiz gerekiyor. Sokaklarda karşılaştığımız bir vakıadan daha ilerisine, kardeş bir halk olarak iç içe yaşamaya hazırlanmamız gerekiyor.

Suriyelilerin artık Türkiyeli olma zamanı geldi!

Bu insanların büyük bir çoğunluğu artık bu ülkede yaşayacak. Suriye normale dönse bile burada doğan, yetişen bir nesil var ve bunlar Suriyeli olmaktan çok Türkiyeli hissedecekler.

Tıpkı Avrupa devletlerinin orada bulunan Türkiyeliler hakkında geç kaldığı gibi, uyum politikalarında geç kalınması sadece sorunu büyütüyor. Durumumuz tamamen onlar gibi değil ve olamaz da. Zira bu insanlar keyfi değil zaruri bir sebeple buradalar ve biz onları insanlıkta eşimiz, dinde kardeşimiz biliyor, mazlum olmaları hasebiyle de gönülden sahip çıkıyoruz.

Devletimiz, tarihin ve coğrafyanın yüklediği, insanlık onurunu ayakta tutan bir dış politika gereği olarak Suriyeli kardeşlerimize kapılarını açtı. Sayılardan ve paralardan bağımsız olarak, dünya durdukça bu onur ülkemizin ve halkımızın boynunda bir övünç madalyası olarak duracaktır.

Ancak gerek Suriyelilere yönelik uyum programları, gerekse halkımızın gerçeklere dayalı bilgilerle desteklenen; bu insanların neden burada oldukları, nasıl yaşadıkları, devletimizin ne kadar aylık verdiği, yurtdışından gelen destek yardımların miktarları, velhasıl sosyal medyada yayılan ve özellikle sokaklarda dedikodu olarak dolaşan ve hemen herkesin inandığı yalanların artık birinci elden düzeltilmesi gerekiyor.

Hiç ama hiç vakit kaybedilmeden dil kurslarının düzenlenmesi ve bu insanların artık kendilerini ifade edecek kadar Türkçe öğrenmelerinin sağlanması gerekiyor. Televizyonlarda kamu spotlarıyla yalanlarla mücadele edilmesi gerekiyor.

Gerekirse Avrupa Birliği’nin tecrübelerinden faydalanılması gerekiyor. Asimilasyon politikalarından uzak durulması namına, kötü tecrübelerin bilinmesi çok faydalı olacaktır. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız için istediğimiz her şeyin yurt içinde yaşayan diğer milletlere sağlanması durumunda toplumsal barış çok daha hızlı temin edilecektir.

Çoğunlukla yanlış bilgilerle dolaşan bir antipati oluşumunu ancak doğru bilgi akışı, doğru entegrasyon politikalarıyla çözebiliriz.

Fertlerin ve sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerinin yeterli olmadığı ortada. Hatta sivil toplum kuruluşları çoğunlukla sadece yardım toplama ve dağıtma faaliyetlerine odaklanmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Oysa artık bu insanların sadece doymaya ve giyinmeye değil, onurlu birer toplum üyesi olarak saygı görerek yaşamaya hakları var.

Suriyelilerin vatandaş olmaları gerekmiyor ancak vatandaş olmadan da kullanabilecekleri hakları ve ödevleri net bir şekilde ortaya konmalı ve hepimiz bunları bilmeliyiz, kabullenmeliyiz.

Kendi halkının dertlerine çözüm bulmakta son devirde oldukça başarılı sosyal politikalar uygulayan ve yeni dönemde bu konuda daha etkin politikalar izleyeceğini beklediğimiz devlet başkanının ve hükümetinin mültecilerle ilgili politikalarıyla hem onların hem de bizim beklentilerimize cevap vermesini bekliyoruz.

İş yerlerinde ve kiraladıkları evlerde bir çok haksızlık ve istismara maruz kalan bu vatansız insanların, ikinci sınıf vatandaş görülmelerini sonlandıracak adımlar artık atılmalı, sokaklarda hor görülen hatta aşağılanan garibanların ellerinden tutulması yukarıda bahsettiğim insani dış politikanın içeride taçlandırılması olacaktır.

İnsanlık onuruna sahip, vicdan sahibi herkesin içine sinecek adımların atılması için artık yeterince geç kalınmıştır. Sayın etkililer ve yetkililer lütfen ellerinizi kaldırın ve buradayız deyin!

Suriyeliler aleyhine yapılan onca olumsuz propagandaya rağmen sesi çıkmayan İslami yapılar neyi bekliyorlar? Ensar olmanın büyük şerefine sahip çıkmak namına adımlarınızın seslerini duymak istiyoruz. Meydanlarda Suriyeliler kardeşimizdir diye yürümek için kaç cinayet işlenmesi gerekiyor? Nefret pompası gibi çalışan bazı odakların seslerini bastırmak için daha neyi bekliyorsunuz?

Sivil toplum kuruluşları atacakları adımlarla, gerek devletin elini güçlendirebilir gerekse halkı bilinçlendirerek yalanların yayılmalarını ve etkilerini azaltabilirler.

Hepimizin yapması gereken bir şey mutlaka vardır.

Hepimizin yapabileceği bir şey mutlaka vardır.

En yakınımızda Suriyelinin elini tutup gözlerinin içine bakarak kardeşim demeyi hepimiz becerebiliriz.

Gülümsemenin sadaka olduğunu bilecek kadar hepimiz bu dini biliyoruz.

Kardeşlerinize gülümseyin ey Müslümanlar!

30 Haziran 2018

Haddini bilmek

Bizde en çok bulunan şeyin uzman olduğu gerçeğiyle gündemin her türünde karşılaşırız. Ordu savaşa girse herkes kurmay seviyesinde bilgi sahibidir, seçim olsa toplum mühendisi, kriz olsa ekonomist…

Hele ‘Beyaz Türkler’ her konuda olduğu gibi toplumu tanımak hatta tanımlamak konusunda da herkesten daha önceliklidirler. En azından kendileri öyle sanırlar. Kendi doğrularının reddedilmesi bir yana tartışılmasına bile tahammülleri yoktur.

Son yüzyılda bu topraklarda hemen her alanda tek söz sahibi olma hakkı kendilerinde idi. ‘Bu ülkede bizim istemediğimiz bir şey gerçekleşemez’ cümlesi bir beyaz kadına aittir. Demokrasi denilen sistem güya onların hedeflediği dünyayı kuracaktı ama hesapları tutmayınca ‘demokrasi sandıktan ibaret değildir’ demekten utanmadılar.

Halk, bir türlü beyazların istediği gibi evrilemedi, onların doğrularını benimsemedi, onları bir türlü sevmedi.

Beyazlar bu halkı anlayamayacak, anlamaya ihtiyaçta duymayacaklar. Sabit fikirli yobazlara olarak kendi halklarıyla ve değerleriyle kavga etmeye devam edecekler. Kendilerine ait gördükleri imtiyazlarını ellerinden almadıkça veya bunu hissetmelerine sebep olan her ne ise yok edilmedikçe böyle devam edecekler.

Bu tuhaflığın bir diğer yanında da onlara yaranmak namına şekilden şekle giren, sözlerini ve bedenlerini eğip büken, yazılarını bugün yazıp yarın inkar eden, her konuda pek bir duyarlı ve mutlaka aramızdan özel olarak seçilmiş bizi aşağılayan bir tür var.

Bunlar serçeye özenip kendi yürüyüşünü değiştiren ama ne serçe gibi yürümeyi becerebilen ne de kendi yürüyüş modelini koruyabilen karga gibiler. Ne yürüdükleri belli ne koştukları ne de zıpladıkları…

Bu ara türün nihai hedefi; beyazların gazetelerinde yazmak, davetlerinde bulunabilmek, onlar tarafından adam yerine konulmak, erkeklerse beyaz kadınlarla takılmak(!), kadınlarsa beyazların teknelerinde gezinebilmek gibi süfli ve bayağı işler oluyor.

Ara tür özgürlükçüleri, duyarlılıklarını da beyazlara odakladıkları için mazlumların ve mağdurların yaşadıkları pek önemli değildir. Beyaz efendilerin hoşuna gidecekse tepki gösterilir değilse görmezden gelinebilir.

Günün modası Müslümanlığından dolayı mazlum duruma düşürülen masumları savunmak değilse kafa yormazlar, gündemlerine de almazlar. Bu sadece bu ülkenin beyazlarına da ait değildir. Dünya beyaz emperyalizminin gör dediğini görür, yaz dediğini yazarlar. Herhangi bir kedi-köpek ızdırabı, Suriye’nin ya da Filistin’in mazlumlarından daha önemlidir.

Bu yüzdendir; Esed, İran ve Rusya üçlüsünün herkesin gözü önünde silahlarını ve askerlerini eğitmek için çoluk çocuk bombalamasını göremeyişleri! Ve bu yüzdendir katil teröristlerin işledikleri vahşete sessiz kalışları.

Bu noktada bir kere daha bütün kalbimle lanet ediyorum; Esed’e ve Esedçilere, İran’a ve İrancılara, Rusya’ya ve Rusçulara, Dera’nın yıkılan her taşı sayısınca lanet olsun! Canların hesabı dünyada da sorulsun inşaallah.

Tarih, üstünlerin ve hizmetkarlarının enkazıyla doludur.

Hayat, onlara hadlerini bildiren bir kaderdir.

İnsanlık, fıtratın erdem ve onuru ile kaimdir.

Beyazlar da hadlerini öğrenecek, öğreteceğiz…

21 Haziran 2018

Ütopya yalandır

Allah’ın insanlar için tayin ve tesis ettiği hayat düzenini çiğneyen ve bununla kendilerine dünyalık saltanat ve mal edinen müstekbir ve zalimlerin halkların hayallerine bile yön vererek hükümdarlıklarını korumaya çalışmaları bir vakıadır.
Bunu farklı yollarla yaparlar. Günümüzde en yaygın araçları görsel yayınlar yoluyla umutları ve gelecek tehayyüllerini yönetmektir. Elbette toplumun tüm kesimleri ekranlara bakarak kendine bir hayal dünyası kurmayacağından, bunun bir de fikri ya da felsefi boyutunu hazırlarlar ki; kafası biraz çalışan ve gidişatın adil olmadığını fark edenler için meşgul olunacak bir mecra bulunsun.
Adil bir dünya düzeni kurma beklentilerini, ilk adımda adalet yerine eşitlik kavramını zihinlere yerleştirerek saptırırlar.
En kolay istismar edilecek olan mal dağılımıdır. Zenginlerle fakirlerin ceplerinde ve ellerinde olanların eşit olmadığı da reddedilemeyecek bir durumdur. Buradan zihinlere yerleştirilecek olan zehir, herkesin eşit olmamasının adalet olmadığıdır. Oysa ceplerde olanların farklılığı dünya durdukça değişmeyecek ve asla eşitlenemeyecek bir kaderdir. Uğrunda gayret edilmesi gereken insanların mal ve mülk bakımından eşitlenmesi değil, eşitsizliğe rağmen adil bir paylaşım düzeninin kurulmasıdır.
İslam bunu zekat, sadaka gibi sosyal yolların yanısıra devlet nizamına yerleştirdiği ve beytulmal’in yani hazinenin müdahaleleriyle aksayan noktalarda fertlerin ve toplumların hayatlarını adaletle düzenleyerek yapar. Bunu yapmak için kullanacağı yollar ve izleyeceği metotlar ise Kur’an ve sünnet ile sınırları çizilmiş, dönemin ulemasının fetvalarıyla şekillenen, ihtiyaçları gideren, dertlere çare olan ve sürekli gelişip değişen, canlı ve hayatın tamamına hakim bir ilim ve fıkıhtır.
Adaleti tesis etmek için gerektiğinde katilin canını alabildiği gibi, zenginin malına da el koyabilir.
Bir tek kadının ırzını korumak için yahut zekatta eksik verilen bir tek oğlak için savaş ilan edebilir.
Cizyesini ödeyen bir Yahudi yahut Hristiyan tebaasını müdafaa için Müslüman askerler canların verirler.
Kurtların ve kuşların aç kalmamasını dert edinir, yük taşıyan hayvanların kaldıramayacağı yükleri taşımamaları için sahiplerini takip eder.
Toplumun tüm kesimlerinin ve hakimiyeti altında yaşayan tüm canlıların hatta cansızların varlık ve devamlılıklarını güvence altına alır, korur ve destekler.
Otların ve ağaçların korunması kadar, böceklerin ve sair insanlar nazarında değersiz görünen tüm varlıkların sahibidir, hamisidir.
Uygulamalarda bugünün insanına hitap eden ve fikir dünyasını sarsacak şeyler vardır. Dünyanın halihazırdaki normalleşen gayri İslami düzenine alışan çağımız insanı olarak bizlerin kavramak için yardıma ihtiyacımız olan uygulamalar.
Bir örnek olarak, Osmanlı’da gayri Müslimlere Müslüman kıyafeti giyme yasağını gösterebiliriz. İlk bakışta çağdaş liberallerimizin ‘hani nerede özgürlük’ feryadını duymak mümkündür. Oysa hükmün sebep ve hedefinin o devirlerde nasıl ortaya konulduğunu bilmek her şeyi değiştirebilir.
Bir gayri Müslim, Müslüman kıyafeti giyerse sair halkı kendisinin Müslüman olduğu izlenimiyle aldatabileceği ilk sebeptir. Zira Müslüman demek kendisinden emin olunan ve her bakımdan güvenilen insan demektir. Tabii ki olmayanlar olacaktır ancak olması gereken budur.
Diğer sebep ise, gayri Müslimlerin Müslüman kıyafeti giymeleri halinde kendi kültürlerinin tahrip olması ve zamanla asimile olarak kaybolması gösterilir. Bu fetvada da zikredilen çok değerli bir sosyal uygulamanın delilidir.
Geçmişteki adil İslam yönetimlerinin pratiğinden yoksun günümüz insanının, nüfus olarak çok az oldukları halde büyük toplumları gayet başarılı bir şekilde yöneten atalarınıanlamaları da kolay olmayacaktır.
Öyle ya; Osmanlı 2000, evet yazı ile iki bin alp ile dev bir imparatorluğa meydan okuyabilmiş ve dahası ele geçirdiği kale veya şehirlere birkaç yüz Müslüman bırakarak yönetmeyi başarmıştır.
Bu insanların ellerinde sihirli değnek yoktu ama Allah’ın kurduğu bir adalet sistemi vardı ve buna fıtratı bozulmamış her insan teslim olmakta bir beis görmüyordu.
Çağdaş insanın en büyük sıkıntısı fıtratın kaybetmesi olsa gerek, bundan sonra batıl ve kötü olanı sevmek ve kabullenmek kolay olduğu gibi; hak ve adil olanı aramak, bulmak ve uygulamak zor gelir.
Evet, çağdaş ütopyalar yalandır ve tek gerçek İslam’ın adaletidir.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...