31 Ocak 2022

Şehrin birlik sorunu

 

Dünyadır burası; bugün kar yağar yarın güneş açar. Allah’ın koyduğu düzen bize rağmen işler. Felaket sandığımız rahmet olur, rahmet diye sevindiğimiz imtihan.

Burada işlerin hep yolunda olması diye bir ihtimal yoktur!Dünyadır, yani yükseklerden inilen bir alçaklık, cennetlerden inilen bir süslü çukurdur. Her şeyin istediğimiz gibi olma ihtimali olan tek yer cennettir.

İşte bu dünyada, işleri zorlaştırmakta, düzeni yolunda gitmeyecek kadar karmaşık ve gereksiz kurgulamakta, üstümüze yoktur.

Şehirlerimizin birer valisi ya da kaymakamı vardır mesela, birer de belediye başkanı. Görev alanları kanunlarla belirlenmiş olsa da, nihayetinde aynı sokaklarda aynı insanlarla muhataptırlar. Kar vilayete de belediye de aynı oranda düşer. Vatandaş ise çoğu zaman, kimden ne beklemesi gerektiğini ve kime neden dolayı kızacağını karıştırır. Haklıdır çünkü halktır ve kağıtlarda yazanları çok da bilmez.

Aslında vali, belediye başkanının amiridir ancak biri atandığı diğeri seçildiği için, bir türlü denge kurulamaz. Malum, zamanımız halk oyunun en kutsal görüldüğü bir devre denk geldi.

Yukarıdaki bu sıkıntı yetmezmiş gibi bir de, şehrin ilçelere bölünerek daha fazla belediye başkanının olmasını sağlamış bulunuyoruz. Bravo bize! Koordinasyon işlerini zaten çok iyi bilir ve becerirdik. Üstüne bir de böyle farklı siyasi akımlardan olmasa bile farklı bakış ve hedefleri olan, kişisel politik gelecek hesapları yapan birkaç kişiyi daha da ekleyerek, bir organizasyon harikası kurgulamış bulunduk!

Normal zamanlarda pek göze batmasa da, sıkıntılı günlerde karşımıza dikilen bu tuhaf yapının bize sağladığı, çözümsüzlük ve anlamsız rekabet ortamından ibaret.

Büyükşehir vilayetle yarışır, ilçeler özerklik savaşı verir!

Sınırları ve yetkileri kağıt üzerinde belli olsa da, şehrin hangi sokağının ve kaldırımının kimin kontrolünde olduğu tespit edilmiş olsa da, yaşanan soğuk savaş, bu soğuk günlerde hiç çekilmez tatsızlıklara yol açabiliyor.

Oysa, belediye başkanlarının seçilmesine ve her 5 yılda bir halkı oy vermeye ikna etmek için anlamsız icraatlar yapmak zorunda hissetmesine hiç gerek yok.

Şehrin 5 yıllık değil, 50 hatta 100 yıllık planlarını, hiçbir oy kaygısı olmadan yapıp uygulayacak etkili ve yetkili idarecilerinin olması herhalde bu gidişatı değiştirebilir.

Belediye başkanlığı da pek ala, vilayete bağlı bir müdürlük olarak hizmetlerine devam eder. Yine yol, su ve atık gibi hizmetler sunulur. İl genel meclisi seçilir ve doğal başkanı vali olur. Şehrin sorunları orada konuşulur, çözüm aranır ve mümkün olan uygulanır.

Bu arada, tabelalardan makam araçlarına, adam kayırmalardan ihale fesatlarına kadar bir çok sıkıntının bugünden çok daha az oranlara ineceğini tahmin etmek zor değil.

Ülkenin başkentinde hükümetinin aldığı, örneğin yatay mimari gibi kararların yerel idareciler tarafından, gerek maddi menfaat gerekse salt politik karşıtlıktan dolayı uygulanmaması gibi tuhaflıklar son bulabilir.

Bugünden yarına değişme ihtimali görülmese de, bu sistemin bir alternatifinin olduğunu, olması gerektiğini düşünmek gerekiyor. Aksayan ve birbirine dolaşan hatta birbirine çelme takan güç ve otorite odaklarının, devlet ve halk işlerinin selametine göre düzenlenmesi gerekiyor.

Konumuzla ve köşemizle uyuşmasa da bu hafta bir değişiklik yaparak, görevinden istifa eden Abdülhamit Gül bey hakkında yapmakla yükümlü hissettiğim bir şahitliği yerine getirmek istiyorum.

Resmi görev ve hizmetlerini işin içinde olanlar zaten ifade ettiler. Bizimle ilgili yanı ise, hiçbir tanışıklığı olmayan birçok insanın hayatına dokunan “adalet eli” olması itibariyle her türlü takdirin üstündedir.

Karşılık beklemeksizin ve kayıtlara geçmeyen iyilikler, üstlenilen vazifenin sorumluluğunu yerine getirmenin yanında bilinen ya da bilinmeyen yerlere dikilen gül ağaçları, elbette ardında güzel bir manzara ve güzel bir koku bırakacaktır.

İsimlerin önüne yazılan makamlar kişiyi yüceltmez, yüksek şahsiyetlerin isimlerinin önüne yazılacaklara ihtiyacı olmaz. Bundandır, makamlar değişir ama adamlık hep devam eder, değişmez!

Yolu açık olsun. Dünyada ve ahirette, hayır ve iyiliklerinin karşılığını alsın.

24 Ocak 2022

Kara kar yağdı, kara güneş doğdu

 

Sözler ve kelimeler, konuşmalar ve anlaşmalar hatta anlaşamamalar, tumturaklı laflar ve dümdüz anlatılan meramlar.

İnsanlar ve duruşlar, kişiler ve olaylar, konuşmalar ve susmalar!

Yağan karlar ve gürleyen gökler, kapanan yollar ve öfkelenen yolcular.

Politik hesaplar ve rekabetler, kızgın kitleler ve soğuk havalar.

Oh olsunlar ve vahlar, kahkahalar ve gözyaşları…

İnsanlar donuyor ey, insanlar üşüyor, çadırlar taşımıyor karları ve taşımıyor zor zamanda bir şehrin halkı, çadırların tepesinde tepinen politikacıları.

Aidiyet ve hamiyyet duygularının en hızlı ortaya çıktığı zor zamanlarda bile kişisel hesabının peşinde olan politikacı haindir, ondan memlekete fayda gelmez.

Felaketten menfaat devşirenden daha zalim kim olabilir?

Düşenin düşüşünden, yarası kanayanın kanından, ciğeri yananın acısından beslenenden daha canavar kim vardır?

Kara kar yağıyor bugün, yarın kara güneş de doğar.

Zihni kara insanların beyaz karları kapkara görmesi, pırıl pırıl güneşin aydınlatamadığı bakışların olması, faturalarını nasıl ödeyeceğini dert edenlerle, hiç faturası gelmeyenlerin aynı mevsimi yaşaması…

Yerlerde kar var, üstüne daha da kar yağıyor ama biliyoruz ki bir gün güneş de doğacak karların üstüne.

Karın edebiyatını ne sokakta kalanlar, ne de yolda kalanlar yapmayacak, çadırlarında titreyen mülteciler de lafını etmez bu beyaz örtünün.

Hayatın bütün hengamesine rağmen, kainatın Rabbinin hükmü altında cereyan eden bunca hadisenin, iman ve idrakimize, sabır ve tevekkülümüze zarar vermemesi için, ara ara kendimizi tazelememiz gerekiyor.

Renklerimizden sıyrılamıyorsak bile, karın her şeyi örtmesi gibi bir süreliğine örterek, hayata ve insanlara daha bir yakından bakabiliriz.

Zorluğu yaşamak, öğrenmenin en etkili yollarından biridir. Karın üşüttüğünü inkar edemediğimiz gibi, iyiliğin ısıttığını da unutmamamız gerekiyor.

Politik tartışmalara heba edilemeyecek kadar değerli ömrümüzün kalan zamanlarını, iyilik için harcamak herhalde en karlı alışveriş olacaktır.

17 Ocak 2022

Az hırs çok vefa


Kişilik, kimlik ve imkanlarımızdan bağımsız olarak, her birimiz kendi çapımızda sürekli bir şeyleri elde etmeye, elde ettiklerimizle yetinmemeye ve hep daha fazlasını istemeye programlanmış robotlar gibi yaşıyoruz.

Akıllı süpürgelerin haritasını çıkarttıkları evde, kararlılıkla dolaşıp sürekli çöp toplamalarına benzer bir hayatımız var. 

Şehrin haritası, iş ve ev arasındaki yollardan ve biraz da yemek mekanlarından oluşuyor. Hadi buna Antep usulü piknik alanlarını da ekleyelim ama onlar da neticede yemek mekanlarına dönüşmüş durumda.

Bu tekdüze yaşantının, maddi getirilere hedeflenen modern hayatın bize dayatması olduğunu tefekkür etmeye zamanımız yok. 

Müslümanların hayatını vakitlere ayarlayarak, an be an programlayan ve bunu bir eğitim metodu olarak kullanan İslam, hayatımızda kapital kısımlardan ona ayırdığımız kaçamaklar kadar yer edinebiliyor ancak!

Bu bizim; varlık ve gücümüzü, hürriyet ve adalet fikrimizi, geçmiş ve gelecekle bağımızı, huzur ve mutlulukla alakamızı sağlayan, kuran ve yürütrn inancımıza gösterdiğimiz büyük bir vefasızlık aslında.

Zor zamanlarımızda kendisine sığındığımız ancak bolluk ve rahatta unuttuğumuz Allah(cc)’ın bize rahmet, bereket, huzur ve saadet ihsanında bulunmasını beklemek de ayrı vefasızlık.

İdarecilerimizin siyasi hedefleri, kazanma ve önde olma hırsları, dostlarına vefasızlıkları; dünyanın cazibesine kapılma ve kibirlerine yenik düşme sonucuna yani hezimete götüren görünür ve bilinir sebeplerdendir.

Bunun dün de böyle olduğunu ve yarın da böyle sonuçlanacağını haber veren Ebu Müslim Horasani’nin şu cümlelerini yad etmeden geçmek istemiyorum.

“Onlar şerlerinden emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Kendilerine bağlamak için düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakın tutulan düşman dost olmadı ama uzak tutulan dostları düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”

İnsanları ve toplumları hatta devletleri ayakta tutan, sağlamlaştıran ve dünyayı yaşanır, ahireti kazanılır kılan pek çok formül ve reçete vardır. Bunların fert planında herhalde en temel olanlarından birini, az hırs ve çok vefa olarak özetleyebilirim.

Kur’an’ın bize lütfedilen teklifleri ile sünnetin bize ikram edilen tebliğleri, netice olarak bizden dünyaya çok bağlanmamayı, hatta mümkün olduğu kadar yüz çevirmeyi ve gönlünü ahirete göre programlamayı öğretiyor.

Hırslarımızı frenlemek, dünyaya karşı çok güçlü bir silah olduğu gibi; vefa duygusu ile hareket etmek, birlikte yaşadığımız ve yol yürüdüğümüz insanlarla aramızda kuvvetli bir bağ olacaktır.

Birbirine güçlü bağlarla kenetlenmiş tuğlalardan oluşan duvarları (bunyanun mersus) hangi deprem yıkacak ya da hangi düşman aşabilecektir?

10 Ocak 2022

Kurtuluşu idrak etmek


Modern hayatın en yaygın geleneklerinden biri haline gelen, tarihi olay ve kişileri bir şekilde anma alışkanlığı, ciddi boyutlarda bir sömürüye ve şuursuzluğa yol açar hale geldi.

Sürekli birilerinin doğumunu ve ölümünü anmaktan, zaferleri yad etmekten, günleri kutlamaktan dolayı artık insanlar için bu özel günlerin bir anlamı kalmadığı gibi, kasıtlı ya da kasıtsız örtülen detaylar, törpülenen hassasiyetler sebebiyle, gerçeklikten uzak bir efsane gibi hatırlanıp hatta bir sinema filmi izleme rahatlığıyla geçiştirilen günlerle ve anmalarla doldu hayatımız.

Bu yoğunluk içinde geçtiğimiz haftalarda 100. yılını idrak ettiğimiz Gaziantep’in kurtuluş hikayesi, üstlerine petrol dökülen balıkçıllar kadar bir vurguyla kutlandı. Petrolü kimin döktüğünün bile söylenmediği bir kurtarma operasyonundan bahseden haber bülteni spikeri duygusuzluğu ile hazin bir işgal ve onurlu bir direniş, bir tür masal gibi anlatıldı.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, neslimizin gönül ve ruh dünyasını inşa etme fırsatlarını heba etmekteki maharetimizi ortaya koyarak; kimliği, kişiliği, yaşantısı ve şarkıları ile bu maziye ihanetin temsilcisi gibi olan bazı şarkıcıların, anma programlarında sahne alarak, gençleri eğlendirmeleri ve şehrin kurtuluşunun bir Fransız gibi lafa sallayarak, el çırparak, çığlıklar atarak idrak edilmesi, herhalde en çok şehitlerin ruhlarını incitmiştir.

Kutlama mesajlarında ise, işgalci Fransızların ve yerli işbirlikçileri Ermenilerin adlarının geçmemesi için özel bir hassasiyet gösterildiği izlenimi verildi.

Şahinbey’in katilleri kim söylenmedi, Şehit Kamil’i kim süngüledi anlatılmadı, minarelerimizdeki kurşun izlerini oluşturan mermilerin tetiklerini kimin çektiği bir yana, o izlerin ne yarası olduğu bile bilinemedi.

Gazi şehrin sokaklarında, caddelerinde kimse kurtuluş hissi yaşamadı. Kuru ve ruhsuz resmi toplantılarla geçiştirilen bu büyük destana yazık oldu.

Anlamsız şarkılarla ve batı tarzı işgalci müziklerle anılan kurtuluş, faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş gibi rahmet okunan şehitler, sayıları bile dillendirilmeyen gaziler, yıllardır restore edile edile bitmeyen bombardımanlarla viran edilen medeniyetler köprüsü bir şehir…

Hiç değilse anıtları yapılan 14 minik Anteplinin hikayesi anlatılmalıydı, hatırlanmalıydı. Kurşunlarla şehit edilen silahsız çocukların, hangi kinle süngülerle parçalandığı bilinmeliydi.

Özdemir Bey kimdir, bütün Antep bilmeliydi. Hatta Trablusgarp’tan Kafkasya’ya uzanan coğrafyanın tamamı bilmeliydi.

Bir yazı ile geçiştirilecek bir destandan bahsetmediğim için hepsini sıralamanın imkansız olduğu nice kahramanın hikayeleri anlatılmalıydı. Hala da anlatılmalı. Sadece 100 yıl önce işgal edilmiş ve yıkılmış bir şehir, yaraları taşlara kazınan direniş, bir Fransız sömürgesi utangaçlığına mahkum edilmemeli!

Biz kaybetmediğimiz savaşları masa başında bırakıp kalkmalardan usandık!

Osmanlı alfabesiyle tabela bile asılamayan bu şehrin Fransız işgalinden kurtulmuş bir imparatorluk bakiyesi olduğunu gösteren bir şeyler olmalı.

Halkın ve kamunun içine sinen bir kurtuluş hikayesi yazılmalı ve yaşanmalı.

Bu şehrin çocukları, atalarının kimlerle neyin kavgasını verdiğini bilmeli.Bir gün atlarına atladıklarında yönlerinin ne yana olacağını hissetmeli yeni nesil. Bugünlerde o şuuru edinmeli, kazanmalı ve ileriye öyle sağlam bakmalı.

Yeni neslimiz batıya karşı ezik olmamalı. Onların neler yaptıklarını ve nasıl zenginleştiklerini idrak etmeli. Bizim neden ve hangi şartlarda geri çekildiğimizi bilmeli.

İşgalin ve yıkımın en zor zamanlarında bile görevlerini canları pahasına yapan her bir kahramanın duygusunu, şuurunu sinesinde saklamalı insanlar.

Tepesinden bombalar yağarken iaşe defterini bütün titizliği ile tutan memurun kahramanlığı görmezden gelinmemeli. Kimin yarasını sardığını, kimin neresinden ne ile vurulduğunu not eden sağlıkçının, mağaraların derinliklerinde saklı kalmamalı fedakarlığı.

Sokaklarda koşuştururken bilgi toplayan, mermi taşıyan, çetelere erzak götürürken toprağa düşen taze fidanları bilmeli yeni nesil. Erinin yemek molasında nöbeti devralan kadınları bilmeli herkes…

Fransız vicdansızlığını ve komşusu iken düşmanı olabilen Ermenileri, ırklardan ve ülkelerden bağımsız olarak idrak etmeli herkes.

Kurtuluşu idrak etmeli, kurtulduğunu hissetmeli insanlar.

03 Ocak 2022

Hayvan sevgisi mi hayvana tapınmak mı?

 

Tarih boyunca çok dengesiz insanlar gördü dünyamız. Çok tuhaf işleri normalleştiren insanlar oldu. Bunlar bazen fert planında kalsalar da, topluma mal olan saçmalıkların olduğunu da yazıyor tarih.

Mesela psikolojik rahatsızlıkları olan kadınların canlı canlı ateşe atılmasını çok normal gören bir tarihi yaşadı bugünün çok medeni ve gelişmiş Avrupası.

Ya da saltanat ve zenginlik başkasına gitmesin diye aile içi evlilik uygulaması nedeniyle yok olan hanedanlar geldi geçti, Avrupa’nın küçük topraklarından.

Aradan geçen bunca zaman sonra, şimdi aynı Avrupa hayvanların insanlarla eşit haklara sahip olduğunu savunmayı normalleştirdi. Çocuk yerine köpek beslemeyi güzel göstermeyi başardı. Bu tuzağa düşenlerin zaten nesil sahibi olmayı hak etmeyecek kadar aptal olduklarını düşünmüş olabilirler, kim bilir…

Evlerini hayvanlarla paylaşmayı medeniyet ya da gelişmişlik olarak sundular ve bizim aramızdan da bol miktarda taklitçileri oldu.

Avrupa’da sabahın çok erken saatlerinde Müslümanlar camiye namaza giderken, onlar köpeklerini gezintiye çıkartmak zorundadırlar. Biz huşu içinde Alemlerin Rabbine secde ederken onlar pür dikkat köpeklerinin pislemesini izlerler.

Onlarda sokak hayvanı diye bir şey yoktur, çünkü artık evler hayvanlarındır.

Bizde ise, her konuda olduğu gibi taklitçilik ve özenti başarısız oldu. Avrupalı gibi hayvan sever olamadığımız gibi, kadim kültürümüzün ve medeniyetimizin bakışını da kaybettik. Ortaya yine ifrat ve tefrit çıktı.

Kimisi hayvanlara işkence etmeye, kimisi de hayvanlara tapınmaya başladı.

Bizde eskiden beri var olagelen sokak hayvanları, cinslerine yapılan modern müdahalelerle insanlara saldıran canavarlara dönüşmeye başladılar.

Sahiplenilen hayvan türü insanların karakterini de ifşa edermiş. İçinde vahşet besleyen birileri, vahşi bir hayvanları beslemeye başladılar.

Hayvan sevmekten çok öteye geçen bir kedi tapınması ile çobanlık ya da bekçilik gibi bir ihtiyaç dışında beslenen kutsal köpekler ortaya çıktı.Neyse ki, kediler sadece fotoğraflarının paylaşılması gibi bir zevke malzeme olarak kaldı!

Köpekler ise artık birer silaha dönüşme yolunda hızla ilerliyor. Genleri ile oynanmış ve bir tür canavar olarak üretilmiş hayvanlar, ancak sadist ve zalim ruhlarla arkadaşlık edebiliyor. Sadakat duygusu ile emirlere uyan bu hayvanların başkalarını parçalaması için sahibinin komutu bile gerekmiyor. Adeta aynı hisleri taşıyorlar!

İnsanların önceliklerini belirleyen fıtrat kaynaklı yaklaşımları, biraz daha kaybetmeye başladığımız günlerde karşımıza çıkan, bu dengesiz hayvan sevgisi ya da hayvan sevgisi maskesi altında gizlenen vahşet hissi tehlikeli boyutlara ulaşmaya başladı.

Çocukların hayatlarına mal olan ya da hayatları boyu silinmeyecek acılara ve travmalara yol açan bu meselenin çözülmesi ve köpek terörünün sona erdirilmesi gerekiyor.

Sokak hayvanları mefhumunun şehir hayatından çıkarılması ve gündemimizden düşmesi gerekiyor.

Sokak hayvanları sahipsiz değildir diye kafamızı şişirenlerin, onların zaten sahipleri olmadığı için sokak hayvanı olarak isimlendirildiklerini ve isterlerse tamamını evlerine alarak besleyebileceklerini anlamaları gerekiyor. Bunu yapamayacaklarına göre, belediyelerin bu hayvanları olabilecek en uygun ortamda rehabilite ederek barındırmasına kimsenin karşı çıkmaması gerekiyor.

Bir insanın hayatı söz konusu olduğunda, karşısında olan hayvanın feda edilmesi konusunda tartışmaya bile gerek kalmamalı iken, sokaklarda köpekler tarafından parçalanan çocukları suçlayacak kadar hayvanlaşanların da barınaklara alınması ve tedavi edilmeleri gerekiyor.

Biz boynuzsuz koçun hesap soracağını da biliyoruz;bir insanınayağını incitme ihtimali olan yoldaki taşı kaldırmanın iman alameti olduğunu da…

Hayatın dengesini sağlayan yaklaşım, İslam’ın sunduğu yoldadır. Yoldan çıkanların savrulmalarını hüzünle izliyoruz.

27 Aralık 2021

Direniş ve kurtuluş mirası

 

Milletlerin ve fertlerin hayatlarını şekillendiren, bugünlerine yön veren ve onlara bir karakter çizen dünler vardır. Dün yaşananların sürekli hatırlatılması gerekmeden devam eden etkileri biraz dikkatli bakan gözler tarafından görülür.

Bazı milletler ırkçıdır mesela, yüzyıllar öncesinden gelen bir faşizmin kurbanıdır ruhları. Bunu yeni yetme bebelerinde de, görmüş geçirmiş ninelerinde de görürsünüz.

Bazıları zalimdir! Nesiller boyu hep birilerinin kanları ve canları ile beslenmiş ve öyle bir gelecek kurgusu bilinç altlarına yerleşmiştir.

Bunu biraz daha küçük ölçekli örneklerle de anlayabiliriz. Her şehrin halkının iyi olduğu bir alan, tanındığı bir huyu olabilir. Bazı aileler biliriz, nesiller boyu iyilikler ve güzelliklerle anılırlar.

Gaziantep’in direniş ve kurtuluş hikayesinin bu şehrin halkının ruhunun derinliklerinde ne gibi silinmez izler açtığını görmek zaman geçtikçe zorlaşsa da, hala bazı minarelerindeki kurşun yaraları gibi silinmeyen hatıralar bulunuyor.

Mesela Antepliler yemeğe düşkünlükleri ile tanınırlar, boşuna değildir. Zamanında az yokluk ve kıtlık görmemişlerdir. Dedeleri ya da nineleri açlık ve korku ile imtihan olunmuş, bir lokma ekmek için günlerce beklemiş olan nesil, hala hayatta ve o hatıralarla yaşamaya devam ediyor.

Anteplilerin kendilerini beğenme ve gurur noktasında gözle görülür bir farkları vardır. Konular değişse de, bir yerde ortaya çıkan bir Antepli kibri de denebilir buna. Bu da boşuna değildir.

Üstüne döneminin en büyük silahlı güçlerine sahip ve en acımasız işbirlikçi yerli hainlerin desteğini almış Fransız ordusu geliyor ve siz bu orduya aylarca kök söktürüp direniyorsunuz. Hem de kimseden bir destek almadan! Bu da bir nebze genlere gurur olarak işleniyor adeta.

Sonra Antepliler devletçidir genelde, sadıktırlar devletlerine. Devlet onların yok olmak pahasına ortaya koydukları ama açlıktan savaşacak güçleri kalmadığında kaybettikleri şehirlerini, bir anlaşma ile geri almış ve işgalciler bir 25 Aralık günü artlarına baka baka defolup gitmişlerdir.

Nüfusundaki olağan sosyolojik değişikliklere ve modern hayatın getirdiği bütün karmaşaya rağmen, bu şehrin halkının bilinç altında hala bu verilerin oluşturduğu duygular hakimdir.

Şüphesiz bu gibi zamanlarda hatırlanmakla yetinilmemesi ve çağdaş hormonlu kuşaklara aşılanması gereken, aktarılması elzem olan bilinç; maddi ve manevi her tür işgale karşı direniş ruhudur.

Zaman geçip nesiller değiştikçe bu ruhu kaybetmeye başladığımızı görebiliyoruz. Atalarından üç beş parça araziyi miras olarak devralan ve sonra har vurup harman savuran bir mirasyedinin kaybından çok daha büyük ve değerli bir mirasın üstünde oturuyoruz.

Toprağı ve memleketi değerli kılan, üstünde kurulan ve altındakileri incitmeyen bir dünyadır; şehri ve insanı değerli kılan ise, ortaya koyduğu medeni duruş ve ahlaki yaklaşımdır.

Gaziantep bugün sahip olduğu insan ve kültür zenginliğini, geçmişinden aldığı mirasa ve değerlere borçludur.

Antep lehçesi bize bir imparatorluk hikayesi anlatır aslında. Selçukludan Osmanlıya uzanan bir mirasın semeresi olan lehçedeki zenginlik, yediklerimize ve içtiklerimize, dahası ruhumuza da sinmiştir.

İnsanlar ve şehirler, pek çok türden ağacın oluşturduğu bir orman gibidirler. Her ağaç kendi başına bir şeydir ama orman dediğimiz ve içinde bir başka dünyanın hayat bulduğu ve dünyaya da hayat bahşeden zenginliğin derinliklerinden çıktığı şey, tek başına elde edilemez.

Kurdun ve kuşun, hatta birçok zayıf canlının barınabildiği bir ormanı ancak kökleri derinlerde olan ve uzun yıllar aynı yerde sebatla yeşermeye devam eden ağaçlar oluştururlar.

Gaziantep’in direniş destanını ve kurtuluş hikayesini hatırlarken, anlarken ve aktarırken aklımızın ve gönlümüzün bir köşesinde, bu mirasa sahip çıkmanın ve büyütmenin kaygısı olmalıdır. Bu ormana bir fidanla da olsa katkıda bulunmayı hepimiz becerebiliriz. Dallarını kırmamayı, meyvelerini israf etmemeyi başarabiliriz.

20 Aralık 2021

Mülk Allah’ındır, biz emanetçiyiz!

 

İnsan, kendini beğenmeye ve elindekilerin gerçekten sahibi olduğuna inanmaya pek bir meyillidir. Ölenlerin yanlarında gözle görülür bir şey götüremediklerini her cenazede hatırlasak da, hiç bırakmayacak ve hiç elimizden alınmayacak gibi dünyaya sarılmamız biraz da bundandır.

Oysa; kendi nefesimize bile tam olarak sahip olamadığımız gibi, dünyanın her yanına serpilmiş nimetlerin ve güzelliklerin de sahibi değiliz. Emanetçi ve nasip olduğu kadarını kullanıcı olmaktan öte geçmek gibi bir şansımız yoktur. Dünya var olalı beri, hiçbir insanın da böyle bir seçeneği olmamıştır.

Ne peygamber kral Süleyman(a)’ın, ne zalim Cengiz’in ne de adil Kanuni’nin giderken yanlarında amellerinden başka bir sermayeleri olmadığı gibi, hükmettikleri dünyadan avuçlarında tuttukları bir tutam kuru ot bile onlarla gitmemiştir.

Havası, suyu ve toprağı ile, bitkisi, hayvanı ve hatta bakterileri ile bu dünya Allah(cc)’in mülküdür ve O’nun hükümranlığında, ondan başkasının müdahale etmesine izin vermediği, hiçbir alanda, hiçbir güç sahibi, bir yaprağı bile dalından koparamaz.

Kimse rüzgarlara hükmedemez, bulutlara yön veremez!

Kimse yağmurları engelleyemez ya da dilediği yere dilediği kadar yağdıramaz!

Baksanıza, susuzluktan ve kuraklıktan dert yanan ve çare arayan herkesin tek düşünebildiği, daha dikkatli su kullanımından başka bir şey değildir. Kimsenin bir damlacık suyu, yoktan var edecek takati yoktur!

Hiç ama hiç kimse, yerden biten berekete hükmedemiyor.

Son yıllarda beldelerimize düşen yağış miktarında görülen aşırı düşüş karşısında hepimizin, umutla ve dualarla başımızı göğe kaldırmaktan başka bir marifetimiz olmadı. Neyse ki, Alemlerin Rabbi olan Allah(cc), günahsız bebelerin, beli bükülmüş salih ihtiyarların, dertlerini anlatamayan hayvanatın ve sair mahlukatın bereketiyle yağmurunu indiriyor. Hem de felaket değil rahmet olarak!

O dilerse umutla beklenen yağmuru felakete dönüştürür de, kimse bunun önüne geçemez!

Bu bir meydan okumadır ve insanlığa güçsüzlüğünü hatırlatmadır. Kibirlerin kırılması ve boyunların O’nun hükmü karşısında tevazu ile bükülmesi için, Allah(cc)’in altımızdaki toprağı başımıza geçirmesine, sağlam durduğunu sandığımız dağları yerinden oynatmasına, akan suları durdurmasına, yağan karları azaltmasına gerek olmamalı!

Aklı başında, izanı yerinde her kul için, haşyet ve nedametle bakışlarını kendine çevirme, acziyet ve zaaflarını görme, toparlanmak ve toprağa girmeden önce, iyilerin arasına girmenin ve iyilerden olarak kayıtlara geçmenin zamanı yoktur, mekanı da…

Çevreci bakışların, doğal düşüncelerin ise çağımızda hemen pek çok konu gibi sloganlar arasında kaybolan anlamlarını, ancak kulluk ve ibadetin, hesap ve ahiretin şuuruyla yeniden bulabiliriz.

Ağaçların ve böceklerin haklarına riayet etmek gibi bir inceliği barındıran idrak ve medeniyetimizin, suya ve toprağa dair yerleştirdiği müstesna ahlakı hatırlamamız, yerin altındakilere ve üstündekilere hürmetimizin gereğidir.

Evet bizim medeniyetimizde; toprağa, suya, hayvana ve bitkilere yaklaşmanın, muamelenin, kullanmanın ve faydalanmanın da bir ahlakı vardır.

Başıbozukluk ve keyfilik İslam’ın dışındadır.

Acımasızlık ve zulüm İslam’ın karşısındadır.

Cimrilik ve israf insan fıtratının zehirleridir.

Çiçeğe de böceğe de, suya da havaya da nimet gözüyle bakmak İslam’dandır.

Toprağa ve üstünde yetişen her bitkiye rahmet ve bereket gözüyle bakmak imandandır.

Hoca Nasreddin nüktesi gibidir hayat bazen, ne rahmetten kaçılmalıdır ne de rahmet idrak edilmeden tepelenmelidir.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...