27 Haziran 2022

Ne olacak bu Antep’in hali?

 Millet olarak politikayı pek bir severiz. Birkaç kişi bir araya gelince, ana mevzumuz ülke meseleleri ya da dünyanın kurtarılmasıdır. Hemen her birimizin genel kültüründe saatler boyu siyaset konuşacak kadar malzeme bulunur.

Hele bizim nesil gibi geçiş dönemini yaşamış olanların fikir altyapısı, değerlendirme kapasitesi günlerce muhabbete yeter de artar bile. İnternetsiz, televizyonsuz ve hatta radyosuz büyüyen son kuşak olarak, biraz derleme, toplama, kulaktan duyma bilgimiz çoktur bizim.

Ancak, geçen zaman içinde gördük ki, dünyayı kurtaramıyoruz. Amerikan emperyalizmi, Rus yayılmacı komünizmi, Avrupa sömürgeci demokrasisi derken, geldiğimiz noktada dünya olduğu gibi duruyor.

Fakat geriye dönüp baktığımızda, ülkede ve dünyada olanları izlerken, konuşurken, düşünürken, burnumuzun dibinde kendi şehirlerimizde yaşananları gözden kaçırdığımızı anladık. Hatta hemen yanı başımızda, dokunabildiğimiz insanları, ailemizi ve komşularımızı ihmal etmişiz.

Yakınlarından ve yakınlıklarından kopan her canlıyı bekleyen vahşileşme süreci, biz modernleşiyoruz zannederken yaşanmış ve yaşanmaya devam ediyor.

Vahşileşme derken kastettiğim, üzerinde smokin bulunan bir ayı ya da çiçekli elbiseler giymiş bir aslan değil. Davranış ve ilişkilerde yaşadığımız bencillik, acımasızlık ve menfaat eksenli, kazanma temelli yaklaşım, ne kadar da bir vahşi yaşam hikayesine benziyor.

Afrika savanasının ortasında, hayatta kalmak için mücadele eden herhangi bir canlının davranışlarını ve tepkilerini göstererek insan kalmak, kaldığını zannetmek, herhalde yine insana özgü bir aldanış biçimidir.

Sürekli birilerinin başkalarını avlamaya çalıştığı, avcıların savaştığı, av görülenlerin çaresiz oradan oraya kaçışları, çığlıklar ve dökülen kanlar, çekilen acılar. Şu cümle herhangi bir vahşi yaşam alanının hikayesini anlatan bir belgeselde yer alabilir. Ya da yaşadığımız şehirde insanlar nasıl geçiniyorlar, nasıl bir hayat düzeni devam ediyor sorusunun cevabı da olabilir.

Teşbihte hata olabilir, bu kadar değil her şey diyenlerimizin de haklı oldukları açılar vardır. Fakat insanların en temel ihtiyaçları olan, barınma ve beslenme alanlarında yaşananlar hepimizin malumu. Ekmeğin aslanın ağzında olduğu bir dönemden geçiyoruz. Hatta bazılarımız için artık ekmek aslanın midesinde. Elde etmek için ölümü göze almak gerekiyor.

Barınmak için insani standartların asgarisine sahip bir ev edinmekle, savanada başını sokacak bir köşe bulmak neredeyse aynı; ikisi için de savaşmak gerekiyor!

Bu manzarayı zaten hepimiz biliyoruz ve sorumlularına sabah akşam ağzımıza geleni sayıyoruz zaten dediğinizi duyar gibiyim. Gayet de haklısınız. Peki sizce bu ortam sadece dış etkenler, dış güçler, müdahaleler ya da uzaktan telkinlerle mi oluştu?

Kendi katkılarımızı görmemek için başka sebepler üzerinde konuşuyor olabilir miyiz?

Bunu daha kolay anlamak için, şehrimize özgü ekonomik koşulları fark etmek gerekiyor. Komşu iller ya da muadilimiz olan başka yerlerle karşılaştırıldığımızda; olağanüstü bir hayat pahalılığı, her yerden daha yoğun bir trafik çilesi, astronomik kira artışları, patlamaya hazır bomba gibi dolaşan hemşerilerimiz.

Tayin dönemlerinde memurların uzak durmak için çaba sarf ettikleri bir şehir Gaziantep.

Öyle ki, merkez ilçede bulunan pek çok caminin kadrosunun lojman yokluğu sebebiyle boş kaldığını biliyoruz. Öğretmenlerin mecburi hizmetleri bittiği an çoğunlukla hızla kaçtıkları bir şehiriz. Polislerde de durum hemen hemen aynı.

Evet ülke ekonomisine de katkı yapan güçlü bir ticari hayat var burada ama asıl halk yani eskiden ortadirek denilen memur ve işçi kesiminin hayat şartlarını zorlayan bir noktaya gelinmiş olması, artık işlerin yolunda gitmediğine işaret ediyor.

Dünyayı kurtaramayız, bunu çoğumuz biliyor ve anlıyor artık. Ülke için elimizden gelen pek bir şey yok, zira karar alıcı mevkiinde değiliz. Ancak kendi şehrimiz, komşularımız ve akrabalarımız için normal bir yaklaşım gösterebiliriz. Yaptığımız işlerin hakkını vermek ve hakkımız kadarını almak gibi bir davranış sergileyebiliriz.

Ne olacak bu şehrin hali sorusunun ilk ve en değerli cevabı; ben ne yapabilirim diye düşünmekten geçiyor. Her vicdan sahibi kendisi için güzel bir yol çizebilir, güzel bir adım atabilir. Sayılarının artması ile de bu şehir güzelleşir, normalleşir ve yoluna daha sağlam devam eder.

06 Haziran 2022

Komşuluk hukuku

 Hemen herkesin bir mecliste duyduğu ya da bir yerde okuduğu komşuluk hadisi aslında anlaşılması kolay ama idraki ağır bir meseleyi, komşuluk hukuku konusunu öne çıkartır.

“Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” (Buhari, Müslim) Bu hadis sıhhati ile sabit bir rivayet olmasının yanında, medeniyet tasavvurumuzun önemli köşe taşlarından biridir.

İslam’ın kurmayı hedeflediği toplumun temel taşlarından biri aile ise diğeri de komşuluktur. Tıpkı iyi bir aile gibi iyi bir komşu da büyük bir nimettir.

Kırsalın fiziksel olarak mesafeli görünse de, bir akraba yakınlığı ile devam ettirdiği komşuluk münasebetleri, şehirlere gelindiğinde hızla aramızdan ayrılıyor.

Teknolojik gelişmeler, maddi refahın yükselmesi, çağın dayattığı bireysellik algısı, pek çok toplumsal bağı zedelediği gibi komşuluk bağını da tahrip ediyor. Öyle ki, karşılaştığınızda selamlaştığınız komşu ile baya bir mesafe almış sayılıyorsunuz. Zira hiç selamlaşmadan ve hatta görmezden gelinerek komşu olunabileceğini kabullenmiş bir kesim de var.

Apartman çağındayız. Artık eskilerin standart bahçeli/hayatlı evleri çoğumuz için uzak bir hayalden öteye geçemiyor. Mimarinin komşuluk hukukuna göre düzenlendiği devir çok geride kaldı. Şimdi mimari daha çok kazanmayı tasarlıyor.

Komşusunun bahçesine güneşin düşmesini engellememek için kendi duvarından feragat eden komşular yerini, komşusunun varlığını hiç aklına getirmeyen bir anlayışa bıraktı.

Saymaya kalksak sayfalar tutacak bir savrulmanın içinde önemli bir yer tutan ve toplum huzuru için elzem olan komşuluk münasebetlerinin yeniden diriltilmesi ve mirasçı kılınacağı zannedilen bir seviyeye taşınması her zaman mümkündür.

Apartmanların bizi getirdiği noktada, ortalama iki komşuyla duvarlarımız ve daha fazlası ile tavan ya da zeminlerimiz birleşiyor. Bunun bize ne gibi hak ve sorumluluklar verdiğini irdeleme ihtiyacı duymamız gerekiyor.

Ortak alanların kullanımından başlayan ve kendi evimizde attığımız her adımda gündeme gelen bir haktan bahsediyorum. Üstümüzdeki çatının tek olması aslında çok şey anlatıyor.

Tabii ki bu minvalde, gecekondu tabir edilen ve yere daha yakın evlerde yaşayanlar nispeten daha iyi durumdalar. Onların, hukukuna riayet etmek zorunda oldukları komşu sayısı bir apartman kadar olmuyor genellikle ve hala eskisi gibi bahçeleri olabiliyor.

Bizde refah ve zenginlik göstergesi sayılan apartman hayatının aslında batının gelişmiş zengin ülkelerinde, orta sınıfın yaşam alanları olması gerçeği de ayrı bir hadise. Yani olay, tamamen ülkenin bulunduğu ekonomik güce ve insanların refahtan aldıkları paya göre değişiyor.

İnsanın sahip oldukları ile kendini takdim etmesi, şuurunun kamil olmadığının en net göstergelerinden biridir. Evi, arabası ya da yaşadığı mahalle hatta şehir ile kendini önemli ve iyi gören birinin gözleri bozuktur ve yanlış gözlük takmıştır. Bundan dolayı, sıradan objeleri büyük görebilir, mesafe algısı bozulduğundan mezarı uzak zannedebilir.

Hayat dediğimiz şey, neticede bir şekilde münasebet kurduğumuz, yollarımız kesişen insanlarla ilgili vazifelerimizi yerine getirmekten ibarettir. Ölünce yapamayacağımız şeyledir bunlar, o yüzden hayat diyorum.

Mesela öldükten sonra komşumuzu ziyaret edip, varsa bir sıkıntımız gideremez ve helalleşemeyiz. Öldükten sonra tabutla mezara giderken, zamanında hatalı sollayarak korkuttuğumuz birine yetişip özür dileyemeyiz ve hakkını iade edemeyiz.

Sahi, hiç düşündük mü; yollarda yakın çevremizde seyahat eden her araç şoförü ile bir komşuluk yaptığımızı ve bir hukuk ortaya çıktığını ve bunun da bir hesabının olacağını…

Velhasıl, yaşamak zor iş! Herkese hakkını verebilmek, hakkıyla muamele edebilmek, hakkını muhafaza edebilmek ve bütün bu hengame içinde, iyi ve düzgün bir Müslüman olarak kalabilmek kolay değil. Ama mümkün ve ama mutlaka olmak zorunda!

İyi olmaktan, iyi olmaya devam etmekten ve iyi kalmak için çaba göstermekten vazgeçemeyiz.

30 Mayıs 2022

Desinler diye iş yapmak

 Tamam dünyadır, insan da bu alemde kendine yontmaya ve kendi faydasına iş tutmaya meyyaldir. Elinden gelen, vicdanı ve imanı götüren veya erdemli sınırlara riayet etmeyenler için, dünyanın menfaatleri pek bir caziptir.

Ve aslında; çöpten başkalarının işine yaramadığı için attıkları bir şeyi rızkını temin etmek için alan ile, kendince en kaliteli veya pahalı şeyi rızkını temin etmek için alan arasında neticede pek bir fark yoktur. Zira dünya, ahirete nispetle zaten büyük bir çöplük mesabesindedir.

Hayatın en zor imtihanının dünyalıkları elde etmekte kolaylık olduğu gerçeğinin düşününce, geldiğimiz noktada, yokluk çekene mi varlıktan kudurana mı acımak gerekir, karar vermek kolay olmaz.

Hele bir de, diğer insanların hayatlarına hükmetmek için gerekli imkanlara sahip olanlarımıza bakınca, intihan denilen kavramın, zorluk ya da kolaylığının, bakana ve baktığı açıya göre değiştiğinin idrak etmek kaçınılmaz olur.

Bu gidişin herhalde en zor ve kendi tercihiyle dikenli hatta mayınlı yolda yürümek olarak görülebilecek olanı ise, politikacılık yahut daha ıstılahi kavramıyla siyaset ile meşgul olmak denebilir.

Ateş çukurunun kenarında gezintiye benzer bir yol olan politika, sonu belirsiz ve niyetlerin en ağır testlerden geçtiği bir bilinmez olarak ama çokça meyledilen bir serüvene benziyor.

Fert hayatında en düşük niyet seviyesi olarak görülebilecek olan, başkalarına beğendirmek, onaylatmak veya takdir edilmek için söz ve davranışlarını olduğundan veya içinden gelenden farklı başka bir şekilde sergilemek, politikada altın kural gibi görülüyor.

Politikacılar bu yüzden samimi olamıyor genelde, neticede oy avcılığı gibi bir meslek onlarınki.

Bu durumu yerele indirgediğimizde ise, daha ucuz ve kolay işler olarak karşımıza çıkıyor.

Hem oy getirisi hem de maddi götürüsü hesaplanarak atılan adımlar, uzun vadeli hedeflerinin basitliği ya da yokluğunun yanında, kalite ve gereklilik gibi temel konuların da göz ardı edilmesi, işin “desinler ve beğensinler yeter” seviyesine düşmesine sebep oluyor.

Gerçi hem niyetini sağlam tutmak, hem de işini doğru yaparak takdir görmek günümüz toplumlarında en zor fark edilecek alanlardan biri olabilir. Görüntüye odaklanan bir toplum olmamız, iş yapan politikacıları daha çok göze hitap etmeye mahkum ediyor.

Oluşan bu kısır süreç, herkesin kendini ve çevresindekileri çoğu zaman anlamsız bir memnuniyetle oyalamasına varıyor. Normal bir zihin dünyasında saçma bulunacak bir iş, zamanla normalleşmek bir yana gereklilik haline geliyor.

Komşusunu kıskandığı ya da kıskandırmak istediği için bir eşya ya da iş yapan, herkesin basit ve görgüsüz bulduğu sıradan bir amca ya da teyze profilini, koca koca lakapları ve isimleri olan insanlarda da görmek toplumsal bir hayal kırıklığından başka bir şey değil.

Bu insanların bir şehre yön çizdiğini düşününce, toplumumuz adına üzülmemek elde değil.

Karamsar tabloların ardından bir umut ışığı göstermeden sözü bitirmek pek anlamlı olmayacaktır ama ne yazık, politik sahnelerin ışıklarının yüzlerini parlattığı oyuncuların, istikballeri hakkında konuşmak hem ilahi fermana hürmetsizlik, hem de maşeri vicdana saygısızlık olacağından susmak en doğrusu olacak.

Neticede burası dünya ve insanlar gelir geçer, doğar ölür. Bunun bir de hesabı vardır ve oraya ahiret denir!

23 Mayıs 2022

Şehir insanı yoruyor

 Sabahın ilk ışıkları ile tarlasında ya da bahçesinde çalışmaya başlayan ve toprağa en yakın insanlar olarak hayatlarını terleri ile ikame ettiren insanların bedenleri yorulsa da ruhlarında yakaladıkları huzur ve sükûnet çok özeldir.

Şehrin hengamesinden ve kirliliğinden uzak, toprağa ve yeşile yakın, rüzgarla direk muhatap olarak yaşamak, pek çoğumuz için artık hayallerde kalacak kadar uzak maalesef.

Şehirde aldığımız her nefesle içimize çektiğimiz egzoz gazları, yere sürtünen her tekerlekten yükselen tozlar içimizi kirletirken; bağırtılar, motor sesleri ve hele de kornalar, kulaklarımızı ve beynimizi, dahası aslında benliğimizi yoruyor.

Bu noktadan geri dönüş de yok!

Yani, yarından sonra bu şartlar kısa zamanda değişmeyecek ve olumlu manada iyileşmeyecektir. Sanayileşmenin, büyük nüfusun ve sürekli dönen ekonomik çarkın dişlileri arasında çiğnenerek yaşamaya devam etmek zorundayız.

Öyle ki; dünyanın en gelişmiş ülkeleri aynı zamanda en büyük çevre katliamlarına imza atarlar, en kirli hava oralardadır. Paranın çokluğu şartları iyileştiren değil daha da bozan bir sorundur aslında. Ticaretin gelişmesi iyi bir şey gibi görünse de, gelişen ve büyüyen her şey gibi o da bizden bir şeyler almaktadır.

Huzur ve emniyeti, sükûnet ve selameti paranın cazip yüzüne değiştirmemizin üzerinden çok zaman geçti. Hatta artık normali bu zannediyoruz. Para kazanılsın, ekonominin çarkları dönsün yeter, arasında ezilenler olsa da dert değil.

Şehir hayatı, hele de Gaziantep gibi dinamik bir şehrin hayatı, insanı çok yoran, çok yıpratan ve dişleri arasına aldığını kolay kolay bırakmayan bir canavarla yaşamak gibidir. Gerçi hangi gelişmiş şehir böyle değil ki?

Gelişmemiş diye vasıflandırdığımız küçük şehirler ve kasabalar, aslında insan fıtratına göre bir hayat sürmek için daha uygun yerler olsa da; geldiğimiz noktada artık ihtiyaçları bitmeyen ve sürekli değişen şartlara ayak uyduran insanlık için büyük şehirlerde yaşamak, sıradan bir hayat standardına dönüşmüş bulunuyor.

Bütün şikayet ve dertlerimize rağmen, bırakıp gidemeyişimiz bundan, alıştık artık. Sigara içmese de dumanına tiryaki olanlar gibi, şehrin pasına pusuna, dumanına isine alıştık.

Alıştığımız bunca şeye rağmen, yorulmaya devam ediyoruz. Ruhumuzun derinlerine dalan hırs ve kök salan haset gibi duygularla ayakta kalmaya ve karşımıza çıkan duvarları yumruklamaya devam ediyoruz.

Şehir bizi yoruyor arkadaşlar!

Şehir insanı yoruyor. Gücümüzü alıp bizi kenara yorgun ve bitkin olarak atıyor. Evine dönenlerimizin başka bir hayat organize edebilmek için hali kalmazken, sistem bizden hep istemeye ve istediklerini almaya devam ediyor.

Biraz durmaya ve uzaklaşmaya imkanı olmak artık büyük bir lütfa dönüştü. Dağlara çıkabilmek ve temiz hava solumak lükse, görüş mesafesini betonların tayin etmediği bir bakışa sahip olabilmek özel bir imkana bağlandı.

Köyler küçüldü, toprakla yakın insanlar azaldı. Sabırsız ve sinirli insanlarla dolu bir şehir hayatına mahkûm olduk.

Geliştik ve zenginleştik biraz ama bizi çok yordu bu, yıprattı insanlığımızı…

Şimdi en ufak bir darlıkta veya sıkıntıda isyanları oynuyoruz. Gördüklerimizden geri kalmak bize zulüm geliyor. Kendimizi hep daha iyilerine layık görürken elimizdekiler kaybetme riski cinnet sebebimiz olabiliyor.

Halimizi görmek ve kabullenip bir çıkış aramak, çağın en büyük erdemlerinden biridir artık.

Kendini bilen ve Rabbini bilmek isteyen için yol hep açıktır!

16 Mayıs 2022

Gaziantep Büyükşehir’den ağaç kıyımı

 Söze geldiğinde hepimiz çevreci ve doğasever hatta bu konularda örnek bireyleriz. Yeşile ve doğaya zarar vermek bir yana, attığımız her adım, yaptığımız her işte bu konularda ileriye dönük olumlu planlar yaparız.

Pratikte ise biraz işler söylediğimiz gibi gitmez. Bunu da hemen hepimiz biliriz.

Benzer işlerden biri olarak son dönemde şehrimizde büyük parklarda gördüğümüz bir garipliğe dikkat çekmek istiyorum.

Şehir merkezinde yer alan ve adeta akciğer mesabesinde oksijen üreten, dev parklarda yer alan asırlık ağaçların başına gelenleri şaşkınlık ve endişe ile izliyorum.

Her biri yaklaşık 30-40 metre boyunda ve bulundukları parklara, yaz sıcağında bir şemsiye gibi gölge sunan, rüzgarın ve iç açan serinliğin kaynağı bu muhteşem ağaçların boyunlarının vurulmasını anlamakta ve anlamlandırmak zorluk çekiyorum.

Geçen sonbahardan bu yana fark ettiğim bu kıyımın sebeplerini sorguladığımızda, belediyeden yapılan; “mahalle baskısı nedeniyle ertelenen gençleştirme işlemi” şeklinde bir açıklama geldi. Bu açıklamayı biraz araştırdığımızda, dünyanın hemen hiçbir yerinde ve hiçbir parkta bulunan ve meyvesi olmayan ağaçlara UYGULANMAYAN bir yöntem olduğunu gördüm.

Gençleştirme daha çok meyveli ağaçlara uygulanan ve verimi artırmaya yönelik bir adım iken, parklarda hemen her yerde ağaçların büyüklüğü ile gurur duyulduğuna şahit oldum.

Boyunları vurulan ağaçların neredeyse tamamının zamanla o kesilen kalın dalların yara iziniiyileştiremediği ve o noktalardan başlayan çürümenin on yıllar içinde ağacı tamamen yok ettiğinibilmek için çok çiftçilikten anlamaya gerek olmadığını düşünüyorum. Çiftçi bir ailenin çocuğu olduğum halde, bu gerçeği basit bir gözlemle herkesin görebileceğini biliyorum.

Vurulan o koca dalların yerleri asla iyileşmeyecek ve yaralar kapanmayacak! O ağaçlar ölüme mahkum edildiler! Bunu da yeşil bir şehir hedefleyen Büyükşehir belediyemiz yaptı ve hala yapmaya devam ediyor.

Parklarımızın bu güya gençleştirme sonucu kaybettikleri görüntü ve yeşilin yerini doldurması bir yana, çürüyecek ağaçların faillerini on yıllar sonra kimse hatırlamayacak bile belki de.

Yüzyıllardır büyüyen o ağaçların tekrar aynı duruma gelmesi kaç yıl alır, ya da geri dönmeleri mümkün olur mu bambaşka bir soru iken, kesilen dev dallardan elde edilen odunların nerede ve nasıl değerlendirildiğini sorgulamadan geçmek istemiyorum.

Sayın Büyükşehir yetkilileri hiç değilse bu odunların miktarını ve nerede değerlendirildiğini açıklayabilirler mi acaba?Zira ağaçları gençleştirmediklerini ve aslında ölüme mahkum ettiklerini anlamaları pek mümkün görünmüyor!

Bu benzersiz uygulamanın ağaçlara, çevreye ve o ağaçlarda bir habitat oluşturan kuşlara verdiği zararı nasılsa kimse araştırmayacak ve mahalle baskısı dediğimiz nedenle, kimse de çıkıp “ne yapıyorsunuz” diye sormayacak!

Bizim sesimiz de bu köşede silinip gidecek belki, ama yapılanı asla onaylamadığımızı ve verilen zararların vebalinin öyle ya da böyle sorumlularının boyunlarında olduğunu söylemeden geçemiyorum.

Emanetlerine sahip çıkanlardan olmanız dileğimle…

09 Mayıs 2022

Kadirşinas olmalı insan



Yaratılışımız gereği, isteklerimizin sonu olmaz. Ta ki, ölüm meleği gelip kapımıza dayanıncaya kadar hatta o anda bile bitmez. Hep içimizde bir hayıflanma, bir keşke fırtınasıdır eser durur.

Baksanıza; idam mahkumlarına bile, son bir isteği olup olmadığı sorulur. Gerçi bu ne kadar anlamlıdır, onu bilmek istemezdik. Öyle ya biraz sonra canına kıyacağınız birine istek sormak nedir? Ve fakat, belki de hayattan ayrılma anından birkaç nefes önce bir arzusunun yerine getirilme umudu bile insana ölüm acısını hafifleten bir sebep verebilir.

Son anımıza kadar bitmeyecek isteklerin sahipleri olarak, günlük hayatta karşılaştığımız ve rahatsız olduğumuz için değiştirilmesini istediğimiz konuların da bitme ihtimali pek yoktur. Ne muhatap olduğumuz insanlar, ne de hizmet veren kamu kurumlarının bizi memnun etmeleri pek rastlanmış bir şey değildir.

Hep daha iyisini, daha çoğunu, daha güzelini, daha ucuzunu istemeye devam edebiliriz. Bunda bir gariplik yok, zira insanız. Hayatta kalmaya ve bu kalışımızı en az maliyetle icra etmeye meyilli yaratılmışız.

Bütün bu genellemelerin ardından söylemek istediğim, bu memnuniyetsiz ve hatta doyumsuz yaklaşımlarımızın yerini biraz kadirşinaslık denen erdemin alması gerektiğidir. Yani eksikleri ve yanlışları gördüğümüz ve dillendirdiğimiz kadar; iyilikleri ve güzellikleri de görmek ve göstermek, dahası sebep olanlara teşekkür ve minnet duymak.

Dünya hayatının tam ve mükemmel olması mümkün değildir, hem de kimse için. Hep bir yerlerde eksik kalan bir şeylerimiz olacaktır. Hep bir yerde ayağımıza bir taş takılacaktır. Dünyadır ve kanunu böyledir.

Cennette yaşayacaklarımızı dünyada gerçekleştirme çabası kadar anlamsız ve gereksiz bir uğraş herhalde yoktur. Haliyle bu beklentiye girmek de aynı şekilde, hem kendimiz hem de muhatap olduğumuz insanlar için böyledir.

Dünyada kimse bize cennet veremez, çünkü onda da yoktur. Biz kendimize bir cennet kuramayız, çünkü böyle bir ihtimal yoktur.

En fazla fıtratımızın meylettiği cennetin sahtelerini kurabiliriz, o da imkanı çok büyük olanlarımız için geçerli olur.

Burada küçük bir detayı dikkatlere sunmadan geçmeyeyim. Yaratılışı gereği insanın nelerden haz duyacağı ve mutlu olacağını en iyi bilen Allah(cc)’dur ve O, cenneti hep “altlarından ırmaklar akan köşkler” yurdu olarak tasvir eder. Şimdi şöyle bir haber ve bilgi dağarcığınızı karıştırın. Dünyada en büyük nimet ve zenginliklere sahip olanlar nerelerde yaşarlar?

Cevap tartışmasız olarak doğuda ve batıda aynıdır. Deniz, göl ya da nehir kıyılarındaki suya nazır köşklerde. Daha ötesini hayal edemeyiz bile, kapalıdır zihnimiz ve gönlümüz…

Öyleyse; Allah(cc)’a karşı kadirşinas olmalı ve verdiklerini karşılıksız verdiğini unutmadan, aldıklarının hesabını sormak gibi bir edepsizliğe yeltenmeden, boyun eğerek kulluğa devam etmeliyiz. Öyle ya; hangi marifetimizden dolayı bize bunca nimeti verdi ki, aldığında ona isyan etme hakkımız olsun?

Saymakla bitmez karşılıksız verilen onca şeye şükretmekte yetersiz kalırken, bir de verilmeyenlerden dolayı sitem etme cüretinde bulunmak ne garip bir edepsizlik olur.

İnsanlara karşı kadirşinas olmalı ve bizim için yaptıklarının onların yapabileceği en büyük ve çok şey olduğunu düşünerek teşekkür edip hayata devam etmeliyiz. Kimse bizim için kendini helak etmek zorunda değildir.

Yine, birinin bizim için yaptığı bir şey onun yapabileceği her şeyi bize vermesi için bir yol açmaz. Onun imkanlarını veren ve değerlendiren, kullandığı yerlerin hesabını da soracak olan Allah(cc)’dur.

Biraz memnun olmalıyız, biraz minnet duymalıyız. Umulur ki, Allah(cc) ve insanlar bizim kadirşinaslığımızın karşılığını fazlasıyla vereceklerdir.


02 Mayıs 2022

Bayramınız mübarek olsun

 


Biz Müslümanlar hayatın her alanında, sevinç ve hüzünleri ya da kar ve zararları sadece dünya temelli bakmayanlar olarak; Ramazan ayının bitmesi ile artık farz olan oruç ibadetinin sona ermesi ve kendimiz için affedilenlerden olma umudumuz nedeni ile bayram ediyoruz.

Hatta daha da açık ifadesi ve sırrı ile, hiçbir sebep olmaksızın da sadece Alemlere rahmet Muhammed(sas) Ramazan ayı bitiminde bize bayram ilan ettiği için bayram eder ve hikmetini bilmeden de seviniriz.

Tıpkı Ömer bin Hattab(r.a.)’ın kendilerini ağlarken bulduğunda, Rasulullah(sas) ve sadık dostu Ebu Bekir(r.a.)’a söylediği gibi: “Sizi ağlatan sebebi söylerseniz ben de ona ağlayayım, söylemeseniz de zaten siz ağladığınız için ben ağlayacağım.”

Biz sebepsiz sevinçlerin ve nedensiz hüzünlerin paylaşılabildiği ümmetiz. Sorgulamadan ortak olunacak çok şeyimiz vardır bizim…

Ne ki; üzüntülerin sosyal medyadan ve haber servisleri üzerinden çok hızlı ve anında ve tam zamanlı olarak paylaşıldığı çağımızda, sevinçler konusunda bu kadar hızlı ve hassas değiliz. Hele bayram olunca mesele, gününü bile tutturmayı başaramıyoruz!

“Orucunuz hepinizin oruç tuttuğu gün, Ramazan/Fıtr Bayramı hepinizin bayram ettiği gün ve Kurban Bayramı da hepinizin kurban kestiği gündür.” (Tirmizi, İbn Mace)

Bu hadisten mefhumu muhalif olarak anladığım; hepimizin birlikte idrak edemediği günün gerçek bir bayram olmayacağı ve gerçekten sevinçlerin çoğalıp paylaşılamayacağı oldu, maalesef.

Coğrafyamızın farklı siyasi sınırlarında farklı günlerde ilan edilen bayram günleri, aslında halimizin de en net işareti gibi duruyor. Birlikte sevinemiyoruz, birlikte üzülemediğimiz gibi.

Daha doğrusunu itiraf edelim; birlikte değiliz!

Kendi küçük gruplarımızda oyalanıp duruyoruz. Sonra topluluklarımız, devletlerimiz ve ittifaklarımız geliyor. Sıra ümmete geldiğinde zaten bütün enerjimiz ve aksiyonumuz tükenmiş olduğundan, lafta kalan bir ümmet olarak, tarih sahnesinden kenara çekiliyoruz.

Bu bayramların, en azından bu sıkıntımızın farkında olduğumuz ve birlikte olabilmek için, Müslümanları sevmek ve aramızdaki ihtilaf ve farklılıklara rağmen kardeş olmak için bir vesile olması gerektiğini hepimiz çok iyi biliyoruz.

Dünya hayatı çok kısa; hasetlikler, kinler ve düşmanlıklar için çok daha kısa, Müslümanlara garez beslemek için çok çok daha kısa…

Her şeye rağmen Allah(cc) bugüne bize sevinç vesilesi kıldı. Biz kendimizden emin olmasak da O(cc) bize umut verdi. Cehennemden azat olunmuş gibi sevineceğiz, affedilmiş ve hatta günahları sevaplara dönüştürülmüş olanlardanız diye bayram edeceğiz.

Farklı günlerde olsa da aynı bayram bize de uğrayacak. Zamanı durdurabilecek bir güç yoktur. O devran edecek ve Kadir-i Mutlak olanın tayin ettiği noktalarda, hüzün ve sevinçler yaşanacak.

Allah(cc) bizi sevinçlerden mahrum etmesin.

Bayramımızın mübarek olması, bereketler ve kurtuluşlar umudu olması dileklerimle…

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...