25 Temmuz 2022

İyi günde ve kötü günde...

 Hayatın getirdiği şartlar ve sahip olduğumuz imkanlar nispetinde sürekli birbirimizle münasebet halinde olmaya mecbur edilmiş canlılarız. Hatta herkesten uzaklaşıp yalnız başına bir köşeye çekilerek yaşayan nadir kişilere, biraz kafası kırık gözüyle bakarız.

İşte bu düzende, iyi ya da kötü zamanlarımızda, hastalıkta ya da sağlıkta, mutlulukta ya da hüzünde hep birileri bizimledir. Bunlardan bir kısmı gönüllüdür, aile ve akraba gibi. Her koşulda yanımızda durmaları beklenir. Bir kısmıı ise profesyoneldir ve bize sunduğu yakınlık bir ücrete tabiidir.

Aile ve yakınlarımızın sunduğu gönül dolusu yakınlığı istismar etmek ne kadar abes ise, profesyonel hizmet veren kişileri de aile yerine koyarak aynı özveri ve içtenliği beklemek de o derece gereksizdir.

Bu girişten sonra sözü sağlıkçılara ve gündeme gelen saldırı, şiddet ve kavgalara getirmek istiyorum.

Önce şu konularda bir anlaşalım:

Doktorlar büyücü değildir ve dokunduklarına şifa veremezler. Esasen böyle bir şifa metodu da ancak ilkel kalmış kabilelerde beklenir.

Doktorlar firavun değildir ve dilediklerini öldürmek, dilediklerini hayatta tutmak gibi bir güçleri yoktur. Esasen böyle bir güç firavunda da yoktu.

Tedavi ve sair yöntemlerin hiçbirinin yüzde yüz başarı garantisi yoktur. Öyle olsaydı insanlar ölüme çare bulurlardı. Esasen ölüme asla çare bulunamayacağını her Müslüman ve aklı başında insan bilir.

Sağlıkçılar melek değildir ve her insan gibi dertleri, sorunları olabilir. Çalışma şartları sebebiyle hata yapmaya yatkın olabilirler. Esasen her insan kadar sağlıkçıların da hata yapma şansı ve ihtimali vardır.

Bu hata bir cana da mal olabilir ki, işin en dayanılmaz boyutu bu noktada başlar. Artık niyeti iyileştirmek olan bir insanın kadere hükmetme gücü olmadığını hatırlamaktan başka çare yoktur.

Hata yapan her meslekten insana nasıl muamele ediliyorsa sağlıkçılara da öyle yaklaşmak gerekir. Yani hukuken ve mesleki etik bakımından yerkililer gerekeni yaparlar ve olası tekrarları önlemek adına, hata edene varsa hak ettiği cezayı verirler.

Vakıa öyledir ki; sağlık personeli arasında da her meslekte olduğu gibi işini yapmayan, ciddiye almayan,  savsaklayan hatta mesleğine ihaanet edenler vardır ve olacaktır.

Hemen hepimizin şahit olduğu garip tavırlar, kötü muamele örnekleri, öyle ya da böyle olmuştur. Marifet, o anlarda erdemini korumak ve kötülüğü iyilikle savmaya çalışmaktır. Aksi halde içinden çıkamadığımız şiddet döngüsüne bir katkı sağlamamız işten bile değildir.

Öfke insan ile aklı arasına giren kalın bir perdedir ve karanlıktır, felaketlere yol açar. Bunu öyle tepeden bir tespit olarak değil, yaşanmış bir tecrübe olarak söylüyorum. 

Bugüne kadar öfkeyle adım atıp karlı, faydalı ya da yararlı bir sonuç elde ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Aksine kırıp dökmenin sadece pişmanlık ve vebal getirdiğini gördüm.

İnsanların ölüm gerçeğini kabullenmesi, Müslümanların ecel hakikatine yeniden iman etmesi yaramıza merhem olabilir.

Doktorları kabile büyücüsü zannetmek ya da doktorların kendilerini firavun sanmaları felaketimiz oluyor.

Biz bilir ve iman ederiz ki; yaşatan ve öldüren yalnız Allah(cc)’tır. Hasta eden ve şifa veren, şifa vesilelerini yaratan ve ehil kullarına öğreten de O’dur. Doktorlar ve tedaviler vesiledir, akıbeti ise ancak O’ndan biliriz..

18 Temmuz 2022

İnsandan geriye kalan hatıra

 İnsan evladı dünyaya geldiği andan, terki diyar ettiği zamana kadar hayattadır. Bir hayat sürer ancak ne kadar yaşar ya da yaşamaz, orası kişiden kişiye değişir.

Ömür dediğimiz şey, nefes alıp vermeye devam ettiğimiz zaman dilimini kapsarken, kendimizin bile yaşadık diye hissettiğimiz süre, bundan çok kısadır.

Uykuda hayattayızdır ama rüyadan başka bir şey yaşayamayız. Boş boş uzaklara dalıp gidenler de hayattadır ama yaşadıkları bir şey yoktur.

Ömrünü sair canlılar gibi yeme, içme ve benzeri ihtiyaçları görmekten ibaret bir süreçle geçiren herkes de hayattadır ama yaşadığı söylenemez pek.

İnsanı değerli kılan, yaşadığı hayata bir anlam kazandıran, iç dünyası dediğimiz ruhunun sükûnetini sağlayan, gönlünün huzurunu temin eden şey; diğer insanlara ve mahlukata ve hatta genel adıyla aleme ne kattığı ne fayda sağladığı ne kadar birilerini mutlu ettiği ile alakalıdır.

Hiç kimse tek başına ve sadece kendisi için yaptıkları ile yerleşik bir huzurun, neşe veren bir mutluluğun sahibi olamaz. Aksine başkalarına verdikçe kazanılan ve çoğalan bir şeydir saadet!

Öyle ki, egoistlikte zirveyi bulan ve artık bencillikte bir marka haline gelen insanlar bile, bu anlamsız hali devam ettirebilmek ve bununla yaşayabilmek için başkalarına ihtiyaç duyarlar. Diğerleri olmadan benliğin bir anlamı ve hatta ifadesi bile yoktur.

Sen ve o olmasaydı, ben diye bir zamirin dile girmesine ihtiyaç olmazdı.

Varlık ve ifadesini muhtaç olduklarına saygı duymak ise herhalde normal bir kişiliğin en doğal sıfatıdır.

Anne ve babalardan başlayarak, aile ve akraba, komşu ve hemşeriler, vatandaşlar ve ümmet gibi giderek genişleyen ve bizi var eden, varlığımıza bir anlam kazandıran, devamını sağlayan herkese saygı duymak ve sorumluluklarımızı yerine getirmek erdemlerin en vazgeçilmezidir.

Çok sevilen bir baba olabilmek için önce bir çocuk olması gerekiyor.

Çok başarılı bir iş adamı olmak için önce nitelikli eleman gerekiyor.

Çok iyi devlet adamı olabilmek için önce erdemli bir halk gerekiyor.

Çok iyi bir Müslüman olmak için önce ümmet gerekiyor.

“Yumurtanın mı tavuktan, tavuğun mu yumurtadan olduğu” paradoksunun anlamsızlığı gibidir bu cümlelerin sağlaması. Cevabı da basittir bu çıkmazın. Allah(cc) tavuğu yarattı ve ona yumurtlayarak çoğalma fıtratı verdi. Bize de o yumurtayı leziz ve faydalı bir yiyecek kıldı.

Allah(cc) bize hidayet etti ve Müslüman kıldı. Müslümanların oluşturduğu birliğe ümmet adını O verdi. Bizi bu büyük aileye mensup olmak şerefiyle onurlandırdı. Ümmeti Müslümanlar oluşturuyor ve fakat ümmet olmadan da Müslümanlık yaşanamıyor. Ümmete mensup olmanın meyvesi olan kardeşlik ise, gönüllerin en değerli gıdası olarak hayatımızdaki vazgeçilmez yerini aldı.

Bizden geriye gerçekten kalan ise, ne maldır ne evlat! Ancak ve sadece unutuluncaya kadar devam edecek olan bir hatıra… Bunun güzel mi çirkin mi olacağını biz belirliyoruz. Mallar ve evlatlar ancak bu hatıranın doğru yerinde ve doğru şekilde yer alırlarsa bir anlam ifade ediyorlar.

Ahirette kimlerin evladı olduğumuzun bir karşılığı olduğunu mu sanıyorsunuz?

Orada işler sandığımız gibi ya da dünyada alıştığımız gibi yürümüyor. Nasılını anlamak ve anlatmak için ise köşe yazıları değil asırlardır söylenen, okunan ve yazılan her şey ancak yetiyor.

İnsanlara bu idraki kazandırmak için yeni şeyler söylemek gerekmeseydi ilim 1400 yıl önce sona ererdi.

İnsandan geriye kalan hatıra

 İnsan evladı dünyaya geldiği andan, terki diyar ettiği zamana kadar hayattadır. Bir hayat sürer ancak ne kadar yaşar ya da yaşamaz, orası kişiden kişiye değişir.

Ömür dediğimiz şey, nefes alıp vermeye devam ettiğimiz zaman dilimini kapsarken, kendimizin bile yaşadık diye hissettiğimiz süre, bundan çok kısadır.

Uykuda hayattayızdır ama rüyadan başka bir şey yaşayamayız. Boş boş uzaklara dalıp gidenler de hayattadır ama yaşadıkları bir şey yoktur.

Ömrünü sair canlılar gibi yeme, içme ve benzeri ihtiyaçları görmekten ibaret bir süreçle geçiren herkes de hayattadır ama yaşadığı söylenemez pek.

İnsanı değerli kılan, yaşadığı hayata bir anlam kazandıran, iç dünyası dediğimiz ruhunun sükûnetini sağlayan, gönlünün huzurunu temin eden şey; diğer insanlara ve mahlukata ve hatta genel adıyla aleme ne kattığı ne fayda sağladığı ne kadar birilerini mutlu ettiği ile alakalıdır.

Hiç kimse tek başına ve sadece kendisi için yaptıkları ile yerleşik bir huzurun, neşe veren bir mutluluğun sahibi olamaz. Aksine başkalarına verdikçe kazanılan ve çoğalan bir şeydir saadet!

Öyle ki, egoistlikte zirveyi bulan ve artık bencillikte bir marka haline gelen insanlar bile, bu anlamsız hali devam ettirebilmek ve bununla yaşayabilmek için başkalarına ihtiyaç duyarlar. Diğerleri olmadan benliğin bir anlamı ve hatta ifadesi bile yoktur.

Sen ve o olmasaydı, ben diye bir zamirin dile girmesine ihtiyaç olmazdı.

Varlık ve ifadesini muhtaç olduklarına saygı duymak ise herhalde normal bir kişiliğin en doğal sıfatıdır.

Anne ve babalardan başlayarak, aile ve akraba, komşu ve hemşeriler, vatandaşlar ve ümmet gibi giderek genişleyen ve bizi var eden, varlığımıza bir anlam kazandıran, devamını sağlayan herkese saygı duymak ve sorumluluklarımızı yerine getirmek erdemlerin en vazgeçilmezidir.

Çok sevilen bir baba olabilmek için önce bir çocuk olması gerekiyor.

Çok başarılı bir iş adamı olmak için önce nitelikli eleman gerekiyor.

Çok iyi devlet adamı olabilmek için önce erdemli bir halk gerekiyor.

Çok iyi bir Müslüman olmak için önce ümmet gerekiyor.

“Yumurtanın mı tavuktan, tavuğun mu yumurtadan olduğu” paradoksunun anlamsızlığı gibidir bu cümlelerin sağlaması. Cevabı da basittir bu çıkmazın. Allah(cc) tavuğu yarattı ve ona yumurtlayarak çoğalma fıtratı verdi. Bize de o yumurtayı leziz ve faydalı bir yiyecek kıldı.

Allah(cc) bize hidayet etti ve Müslüman kıldı. Müslümanların oluşturduğu birliğe ümmet adını O verdi. Bizi bu büyük aileye mensup olmak şerefiyle onurlandırdı. Ümmeti Müslümanlar oluşturuyor ve fakat ümmet olmadan da Müslümanlık yaşanamıyor. Ümmete mensup olmanın meyvesi olan kardeşlik ise, gönüllerin en değerli gıdası olarak hayatımızdaki vazgeçilmez yerini aldı.

Bizden geriye gerçekten kalan ise, ne maldır ne evlat! Ancak ve sadece unutuluncaya kadar devam edecek olan bir hatıra… Bunun güzel mi çirkin mi olacağını biz belirliyoruz. Mallar ve evlatlar ancak bu hatıranın doğru yerinde ve doğru şekilde yer alırlarsa bir anlam ifade ediyorlar.

Ahirette kimlerin evladı olduğumuzun bir karşılığı olduğunu mu sanıyorsunuz?

Orada işler sandığımız gibi ya da dünyada alıştığımız gibi yürümüyor. Nasılını anlamak ve anlatmak için ise köşe yazıları değil asırlardır söylenen, okunan ve yazılan her şey ancak yetiyor.

İnsanlara bu idraki kazandırmak için yeni şeyler söylemek gerekmeseydi ilim 1400 yıl önce sona ererdi.

27 Haziran 2022

Ne olacak bu Antep’in hali?

 Millet olarak politikayı pek bir severiz. Birkaç kişi bir araya gelince, ana mevzumuz ülke meseleleri ya da dünyanın kurtarılmasıdır. Hemen her birimizin genel kültüründe saatler boyu siyaset konuşacak kadar malzeme bulunur.

Hele bizim nesil gibi geçiş dönemini yaşamış olanların fikir altyapısı, değerlendirme kapasitesi günlerce muhabbete yeter de artar bile. İnternetsiz, televizyonsuz ve hatta radyosuz büyüyen son kuşak olarak, biraz derleme, toplama, kulaktan duyma bilgimiz çoktur bizim.

Ancak, geçen zaman içinde gördük ki, dünyayı kurtaramıyoruz. Amerikan emperyalizmi, Rus yayılmacı komünizmi, Avrupa sömürgeci demokrasisi derken, geldiğimiz noktada dünya olduğu gibi duruyor.

Fakat geriye dönüp baktığımızda, ülkede ve dünyada olanları izlerken, konuşurken, düşünürken, burnumuzun dibinde kendi şehirlerimizde yaşananları gözden kaçırdığımızı anladık. Hatta hemen yanı başımızda, dokunabildiğimiz insanları, ailemizi ve komşularımızı ihmal etmişiz.

Yakınlarından ve yakınlıklarından kopan her canlıyı bekleyen vahşileşme süreci, biz modernleşiyoruz zannederken yaşanmış ve yaşanmaya devam ediyor.

Vahşileşme derken kastettiğim, üzerinde smokin bulunan bir ayı ya da çiçekli elbiseler giymiş bir aslan değil. Davranış ve ilişkilerde yaşadığımız bencillik, acımasızlık ve menfaat eksenli, kazanma temelli yaklaşım, ne kadar da bir vahşi yaşam hikayesine benziyor.

Afrika savanasının ortasında, hayatta kalmak için mücadele eden herhangi bir canlının davranışlarını ve tepkilerini göstererek insan kalmak, kaldığını zannetmek, herhalde yine insana özgü bir aldanış biçimidir.

Sürekli birilerinin başkalarını avlamaya çalıştığı, avcıların savaştığı, av görülenlerin çaresiz oradan oraya kaçışları, çığlıklar ve dökülen kanlar, çekilen acılar. Şu cümle herhangi bir vahşi yaşam alanının hikayesini anlatan bir belgeselde yer alabilir. Ya da yaşadığımız şehirde insanlar nasıl geçiniyorlar, nasıl bir hayat düzeni devam ediyor sorusunun cevabı da olabilir.

Teşbihte hata olabilir, bu kadar değil her şey diyenlerimizin de haklı oldukları açılar vardır. Fakat insanların en temel ihtiyaçları olan, barınma ve beslenme alanlarında yaşananlar hepimizin malumu. Ekmeğin aslanın ağzında olduğu bir dönemden geçiyoruz. Hatta bazılarımız için artık ekmek aslanın midesinde. Elde etmek için ölümü göze almak gerekiyor.

Barınmak için insani standartların asgarisine sahip bir ev edinmekle, savanada başını sokacak bir köşe bulmak neredeyse aynı; ikisi için de savaşmak gerekiyor!

Bu manzarayı zaten hepimiz biliyoruz ve sorumlularına sabah akşam ağzımıza geleni sayıyoruz zaten dediğinizi duyar gibiyim. Gayet de haklısınız. Peki sizce bu ortam sadece dış etkenler, dış güçler, müdahaleler ya da uzaktan telkinlerle mi oluştu?

Kendi katkılarımızı görmemek için başka sebepler üzerinde konuşuyor olabilir miyiz?

Bunu daha kolay anlamak için, şehrimize özgü ekonomik koşulları fark etmek gerekiyor. Komşu iller ya da muadilimiz olan başka yerlerle karşılaştırıldığımızda; olağanüstü bir hayat pahalılığı, her yerden daha yoğun bir trafik çilesi, astronomik kira artışları, patlamaya hazır bomba gibi dolaşan hemşerilerimiz.

Tayin dönemlerinde memurların uzak durmak için çaba sarf ettikleri bir şehir Gaziantep.

Öyle ki, merkez ilçede bulunan pek çok caminin kadrosunun lojman yokluğu sebebiyle boş kaldığını biliyoruz. Öğretmenlerin mecburi hizmetleri bittiği an çoğunlukla hızla kaçtıkları bir şehiriz. Polislerde de durum hemen hemen aynı.

Evet ülke ekonomisine de katkı yapan güçlü bir ticari hayat var burada ama asıl halk yani eskiden ortadirek denilen memur ve işçi kesiminin hayat şartlarını zorlayan bir noktaya gelinmiş olması, artık işlerin yolunda gitmediğine işaret ediyor.

Dünyayı kurtaramayız, bunu çoğumuz biliyor ve anlıyor artık. Ülke için elimizden gelen pek bir şey yok, zira karar alıcı mevkiinde değiliz. Ancak kendi şehrimiz, komşularımız ve akrabalarımız için normal bir yaklaşım gösterebiliriz. Yaptığımız işlerin hakkını vermek ve hakkımız kadarını almak gibi bir davranış sergileyebiliriz.

Ne olacak bu şehrin hali sorusunun ilk ve en değerli cevabı; ben ne yapabilirim diye düşünmekten geçiyor. Her vicdan sahibi kendisi için güzel bir yol çizebilir, güzel bir adım atabilir. Sayılarının artması ile de bu şehir güzelleşir, normalleşir ve yoluna daha sağlam devam eder.

06 Haziran 2022

Komşuluk hukuku

 Hemen herkesin bir mecliste duyduğu ya da bir yerde okuduğu komşuluk hadisi aslında anlaşılması kolay ama idraki ağır bir meseleyi, komşuluk hukuku konusunu öne çıkartır.

“Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” (Buhari, Müslim) Bu hadis sıhhati ile sabit bir rivayet olmasının yanında, medeniyet tasavvurumuzun önemli köşe taşlarından biridir.

İslam’ın kurmayı hedeflediği toplumun temel taşlarından biri aile ise diğeri de komşuluktur. Tıpkı iyi bir aile gibi iyi bir komşu da büyük bir nimettir.

Kırsalın fiziksel olarak mesafeli görünse de, bir akraba yakınlığı ile devam ettirdiği komşuluk münasebetleri, şehirlere gelindiğinde hızla aramızdan ayrılıyor.

Teknolojik gelişmeler, maddi refahın yükselmesi, çağın dayattığı bireysellik algısı, pek çok toplumsal bağı zedelediği gibi komşuluk bağını da tahrip ediyor. Öyle ki, karşılaştığınızda selamlaştığınız komşu ile baya bir mesafe almış sayılıyorsunuz. Zira hiç selamlaşmadan ve hatta görmezden gelinerek komşu olunabileceğini kabullenmiş bir kesim de var.

Apartman çağındayız. Artık eskilerin standart bahçeli/hayatlı evleri çoğumuz için uzak bir hayalden öteye geçemiyor. Mimarinin komşuluk hukukuna göre düzenlendiği devir çok geride kaldı. Şimdi mimari daha çok kazanmayı tasarlıyor.

Komşusunun bahçesine güneşin düşmesini engellememek için kendi duvarından feragat eden komşular yerini, komşusunun varlığını hiç aklına getirmeyen bir anlayışa bıraktı.

Saymaya kalksak sayfalar tutacak bir savrulmanın içinde önemli bir yer tutan ve toplum huzuru için elzem olan komşuluk münasebetlerinin yeniden diriltilmesi ve mirasçı kılınacağı zannedilen bir seviyeye taşınması her zaman mümkündür.

Apartmanların bizi getirdiği noktada, ortalama iki komşuyla duvarlarımız ve daha fazlası ile tavan ya da zeminlerimiz birleşiyor. Bunun bize ne gibi hak ve sorumluluklar verdiğini irdeleme ihtiyacı duymamız gerekiyor.

Ortak alanların kullanımından başlayan ve kendi evimizde attığımız her adımda gündeme gelen bir haktan bahsediyorum. Üstümüzdeki çatının tek olması aslında çok şey anlatıyor.

Tabii ki bu minvalde, gecekondu tabir edilen ve yere daha yakın evlerde yaşayanlar nispeten daha iyi durumdalar. Onların, hukukuna riayet etmek zorunda oldukları komşu sayısı bir apartman kadar olmuyor genellikle ve hala eskisi gibi bahçeleri olabiliyor.

Bizde refah ve zenginlik göstergesi sayılan apartman hayatının aslında batının gelişmiş zengin ülkelerinde, orta sınıfın yaşam alanları olması gerçeği de ayrı bir hadise. Yani olay, tamamen ülkenin bulunduğu ekonomik güce ve insanların refahtan aldıkları paya göre değişiyor.

İnsanın sahip oldukları ile kendini takdim etmesi, şuurunun kamil olmadığının en net göstergelerinden biridir. Evi, arabası ya da yaşadığı mahalle hatta şehir ile kendini önemli ve iyi gören birinin gözleri bozuktur ve yanlış gözlük takmıştır. Bundan dolayı, sıradan objeleri büyük görebilir, mesafe algısı bozulduğundan mezarı uzak zannedebilir.

Hayat dediğimiz şey, neticede bir şekilde münasebet kurduğumuz, yollarımız kesişen insanlarla ilgili vazifelerimizi yerine getirmekten ibarettir. Ölünce yapamayacağımız şeyledir bunlar, o yüzden hayat diyorum.

Mesela öldükten sonra komşumuzu ziyaret edip, varsa bir sıkıntımız gideremez ve helalleşemeyiz. Öldükten sonra tabutla mezara giderken, zamanında hatalı sollayarak korkuttuğumuz birine yetişip özür dileyemeyiz ve hakkını iade edemeyiz.

Sahi, hiç düşündük mü; yollarda yakın çevremizde seyahat eden her araç şoförü ile bir komşuluk yaptığımızı ve bir hukuk ortaya çıktığını ve bunun da bir hesabının olacağını…

Velhasıl, yaşamak zor iş! Herkese hakkını verebilmek, hakkıyla muamele edebilmek, hakkını muhafaza edebilmek ve bütün bu hengame içinde, iyi ve düzgün bir Müslüman olarak kalabilmek kolay değil. Ama mümkün ve ama mutlaka olmak zorunda!

İyi olmaktan, iyi olmaya devam etmekten ve iyi kalmak için çaba göstermekten vazgeçemeyiz.

30 Mayıs 2022

Desinler diye iş yapmak

 Tamam dünyadır, insan da bu alemde kendine yontmaya ve kendi faydasına iş tutmaya meyyaldir. Elinden gelen, vicdanı ve imanı götüren veya erdemli sınırlara riayet etmeyenler için, dünyanın menfaatleri pek bir caziptir.

Ve aslında; çöpten başkalarının işine yaramadığı için attıkları bir şeyi rızkını temin etmek için alan ile, kendince en kaliteli veya pahalı şeyi rızkını temin etmek için alan arasında neticede pek bir fark yoktur. Zira dünya, ahirete nispetle zaten büyük bir çöplük mesabesindedir.

Hayatın en zor imtihanının dünyalıkları elde etmekte kolaylık olduğu gerçeğinin düşününce, geldiğimiz noktada, yokluk çekene mi varlıktan kudurana mı acımak gerekir, karar vermek kolay olmaz.

Hele bir de, diğer insanların hayatlarına hükmetmek için gerekli imkanlara sahip olanlarımıza bakınca, intihan denilen kavramın, zorluk ya da kolaylığının, bakana ve baktığı açıya göre değiştiğinin idrak etmek kaçınılmaz olur.

Bu gidişin herhalde en zor ve kendi tercihiyle dikenli hatta mayınlı yolda yürümek olarak görülebilecek olanı ise, politikacılık yahut daha ıstılahi kavramıyla siyaset ile meşgul olmak denebilir.

Ateş çukurunun kenarında gezintiye benzer bir yol olan politika, sonu belirsiz ve niyetlerin en ağır testlerden geçtiği bir bilinmez olarak ama çokça meyledilen bir serüvene benziyor.

Fert hayatında en düşük niyet seviyesi olarak görülebilecek olan, başkalarına beğendirmek, onaylatmak veya takdir edilmek için söz ve davranışlarını olduğundan veya içinden gelenden farklı başka bir şekilde sergilemek, politikada altın kural gibi görülüyor.

Politikacılar bu yüzden samimi olamıyor genelde, neticede oy avcılığı gibi bir meslek onlarınki.

Bu durumu yerele indirgediğimizde ise, daha ucuz ve kolay işler olarak karşımıza çıkıyor.

Hem oy getirisi hem de maddi götürüsü hesaplanarak atılan adımlar, uzun vadeli hedeflerinin basitliği ya da yokluğunun yanında, kalite ve gereklilik gibi temel konuların da göz ardı edilmesi, işin “desinler ve beğensinler yeter” seviyesine düşmesine sebep oluyor.

Gerçi hem niyetini sağlam tutmak, hem de işini doğru yaparak takdir görmek günümüz toplumlarında en zor fark edilecek alanlardan biri olabilir. Görüntüye odaklanan bir toplum olmamız, iş yapan politikacıları daha çok göze hitap etmeye mahkum ediyor.

Oluşan bu kısır süreç, herkesin kendini ve çevresindekileri çoğu zaman anlamsız bir memnuniyetle oyalamasına varıyor. Normal bir zihin dünyasında saçma bulunacak bir iş, zamanla normalleşmek bir yana gereklilik haline geliyor.

Komşusunu kıskandığı ya da kıskandırmak istediği için bir eşya ya da iş yapan, herkesin basit ve görgüsüz bulduğu sıradan bir amca ya da teyze profilini, koca koca lakapları ve isimleri olan insanlarda da görmek toplumsal bir hayal kırıklığından başka bir şey değil.

Bu insanların bir şehre yön çizdiğini düşününce, toplumumuz adına üzülmemek elde değil.

Karamsar tabloların ardından bir umut ışığı göstermeden sözü bitirmek pek anlamlı olmayacaktır ama ne yazık, politik sahnelerin ışıklarının yüzlerini parlattığı oyuncuların, istikballeri hakkında konuşmak hem ilahi fermana hürmetsizlik, hem de maşeri vicdana saygısızlık olacağından susmak en doğrusu olacak.

Neticede burası dünya ve insanlar gelir geçer, doğar ölür. Bunun bir de hesabı vardır ve oraya ahiret denir!

23 Mayıs 2022

Şehir insanı yoruyor

 Sabahın ilk ışıkları ile tarlasında ya da bahçesinde çalışmaya başlayan ve toprağa en yakın insanlar olarak hayatlarını terleri ile ikame ettiren insanların bedenleri yorulsa da ruhlarında yakaladıkları huzur ve sükûnet çok özeldir.

Şehrin hengamesinden ve kirliliğinden uzak, toprağa ve yeşile yakın, rüzgarla direk muhatap olarak yaşamak, pek çoğumuz için artık hayallerde kalacak kadar uzak maalesef.

Şehirde aldığımız her nefesle içimize çektiğimiz egzoz gazları, yere sürtünen her tekerlekten yükselen tozlar içimizi kirletirken; bağırtılar, motor sesleri ve hele de kornalar, kulaklarımızı ve beynimizi, dahası aslında benliğimizi yoruyor.

Bu noktadan geri dönüş de yok!

Yani, yarından sonra bu şartlar kısa zamanda değişmeyecek ve olumlu manada iyileşmeyecektir. Sanayileşmenin, büyük nüfusun ve sürekli dönen ekonomik çarkın dişlileri arasında çiğnenerek yaşamaya devam etmek zorundayız.

Öyle ki; dünyanın en gelişmiş ülkeleri aynı zamanda en büyük çevre katliamlarına imza atarlar, en kirli hava oralardadır. Paranın çokluğu şartları iyileştiren değil daha da bozan bir sorundur aslında. Ticaretin gelişmesi iyi bir şey gibi görünse de, gelişen ve büyüyen her şey gibi o da bizden bir şeyler almaktadır.

Huzur ve emniyeti, sükûnet ve selameti paranın cazip yüzüne değiştirmemizin üzerinden çok zaman geçti. Hatta artık normali bu zannediyoruz. Para kazanılsın, ekonominin çarkları dönsün yeter, arasında ezilenler olsa da dert değil.

Şehir hayatı, hele de Gaziantep gibi dinamik bir şehrin hayatı, insanı çok yoran, çok yıpratan ve dişleri arasına aldığını kolay kolay bırakmayan bir canavarla yaşamak gibidir. Gerçi hangi gelişmiş şehir böyle değil ki?

Gelişmemiş diye vasıflandırdığımız küçük şehirler ve kasabalar, aslında insan fıtratına göre bir hayat sürmek için daha uygun yerler olsa da; geldiğimiz noktada artık ihtiyaçları bitmeyen ve sürekli değişen şartlara ayak uyduran insanlık için büyük şehirlerde yaşamak, sıradan bir hayat standardına dönüşmüş bulunuyor.

Bütün şikayet ve dertlerimize rağmen, bırakıp gidemeyişimiz bundan, alıştık artık. Sigara içmese de dumanına tiryaki olanlar gibi, şehrin pasına pusuna, dumanına isine alıştık.

Alıştığımız bunca şeye rağmen, yorulmaya devam ediyoruz. Ruhumuzun derinlerine dalan hırs ve kök salan haset gibi duygularla ayakta kalmaya ve karşımıza çıkan duvarları yumruklamaya devam ediyoruz.

Şehir bizi yoruyor arkadaşlar!

Şehir insanı yoruyor. Gücümüzü alıp bizi kenara yorgun ve bitkin olarak atıyor. Evine dönenlerimizin başka bir hayat organize edebilmek için hali kalmazken, sistem bizden hep istemeye ve istediklerini almaya devam ediyor.

Biraz durmaya ve uzaklaşmaya imkanı olmak artık büyük bir lütfa dönüştü. Dağlara çıkabilmek ve temiz hava solumak lükse, görüş mesafesini betonların tayin etmediği bir bakışa sahip olabilmek özel bir imkana bağlandı.

Köyler küçüldü, toprakla yakın insanlar azaldı. Sabırsız ve sinirli insanlarla dolu bir şehir hayatına mahkûm olduk.

Geliştik ve zenginleştik biraz ama bizi çok yordu bu, yıprattı insanlığımızı…

Şimdi en ufak bir darlıkta veya sıkıntıda isyanları oynuyoruz. Gördüklerimizden geri kalmak bize zulüm geliyor. Kendimizi hep daha iyilerine layık görürken elimizdekiler kaybetme riski cinnet sebebimiz olabiliyor.

Halimizi görmek ve kabullenip bir çıkış aramak, çağın en büyük erdemlerinden biridir artık.

Kendini bilen ve Rabbini bilmek isteyen için yol hep açıktır!

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...