03 Temmuz 2023

Türkiye, Fransa olmaz, olamaz

 

Ülkemizde Fransa’da yaşananları medyadan takip edenlerin tepkileri ve akıllarına gelen sorular kendi veritabanları veya bir başka deyişle, bilinç altlarını ortaya çıkaran varsayımlar üzerine bina ediliyor.

Fransa’da göçmen çoğunluğu teşkil edenlerin, özellikle Cezayirliler başta olmak üzere, Afrikalı ve Müslüman olduklarını ve Fransız sömürge düzeninin halen işlemeye devam eden çarklarını biraz da olsa bilenler, bir kısmı açıktan bir kısmı da içten içe oh çekerek olayları izliyorlar.

Bir nevi rüzgar ekenlerin fırtına biçtiği gerçeği ile karşılaşan Fransa’nın aslında çok da yeni olmayan bu tür ayaklanmalara ara ara maruz kalmasının temelinde, sadece ülkelerini sömürerek bu Cezayir halkını ve nesillerini göçmen durumuna düşürmeleri değil, ikinci hatta üçüncü sınıf vatandaş muamelesine maruz bırakmaları da oldukça ağır bir etken olarak karşımızda duruyor.

Bir diğer yanda ise ırkçılığı, faşistliği ve göçmen düşmanlığını kendine dünya görüşü olarak benimsedikleri için, kendi ülkelerinde olmasa bile her yerdeki göçmenlerden ve maalesef özellikle de Müslüman göçmenlerden nefret eden ve onlara yapılan her muameleyi reva gören zihniyette olan, yurdum oksijenini heba eden başka bir zümre daha var.

Bunlara göre 17 yaşında, annesinin biricik çocuğunu sadece kullandığı araçtan inme komutuna uymadığı için vuran Fransız polis haklı olabiliyor. Bu noktada bir kafa için; Türkiye de yakın gelecekte benzer sorunları yaşayacaktır ve acil tedbir olarak göçmen Müslümanlar sürgün edilmelidir, iddiası anlamlı gelebiliyor.

Oysa gözden kaçırdıkları ilk şey; Fransa’daki göçmenlerin, ana yurtları Fransızlar tarafından işgal edilen ve sömürülenler olmalarının karşısında Türkiye’de bulunan göçmenlerin bir katliamdan kaçarak ülkemize korunmak amacıyla sığınmış olmalarıdır.

Fransa’daki göçmenler faşist bir sömürge imparatorluğunun düşmanlığına “rağmen” oradadırlar ve atalarının görülmemiş hesabı halen masada durmaktadır.

Türkiye’deki göçmenler ise ortak İslam imparatorluğunun terk etmek zorunda kaldığı topraklarından, -son iki yüzyılda sık sık olduğu gibi- merkezine sığınan ve “lütfen” burada bulunan, atalarımızın ortak yenilgisinin kaygısını ve kahrını birlikte çektiğimiz, onların cenazeleri omuz omuza nasıl yer altında yatıyorsa, üstünde de bizim omuz omuza aynı mücadeleyi vereceğimiz insanlardır, kardeşlerdir.

Fransız sömürge imparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu tarihlerini bilenler için pek fazla izaha gerek kalmasa da, bu toprakların gerçeklerine uzaklığı gönüllü kabullenen ve maktul çocuk için değil, katil polis için üzülen dengesiz gönüllere, bir kaç doz Afrika’da Fransızlar eliyle yapılanlar ve halen yapılmaya devam eden cinayet ve soygunlarla ilgili, ilaç niyetine şoklama iyi gelebilir. Çok fazla ihtimal vermesem de adil bir yaklaşım sergilemeleri umudu taşımak istiyorum.

Sözün burasında şunu netleştirelim: Fransa’da yaşananları tasvip etmemiz mümkün değildir. Ne polisin göçmenlere müdahale metodu ne de göçmenlerin onlara cevap şekli makul ve meşru zeminde değildir. Yakıp yıkarak elde edilecek şey, daha çok yanmak ve yıkılmak olur. Ayrıca işin masum insanlara zarar verme, mallarını helak ederek haklarını çiğneme ve dahası ırkçıların ekmeğine yağ sürme boyutu da bulunuyor.

Tepkisiz kalınması mümkün olmayan bir cinayete daha fazla cinayetle karşılık verilmesi çözüm olmayacak ve öyle ya da böyle bu olaylar bastırılacak, dahası polis ve mağdur vatandaşların Müslüman göçmenlere kin ve nefreti katlanarak büyüyecektir.

Sizi temin ederim, şu an Fransız halkı başta olmak üzere Avrupa halkları, isyanın daha ağır şiddet kullanılarak bastırılmasını ve daha bir çok Müslüman göçmenin katledilmesini normal ve gerekli görüyordur.

Bunların yerine hem Fransa’da hem de Avrupa genelinde “sessiz protesto” ve/veya “sivil itaatsizlik” gibi eylem yollarının seçilmesi mümkün olsaydı, batının kendi uyduruk demokrasi tiyatrosunun perde arkası ortaya dökülebilirdi.

Ve ne yazık ki; Müslüman dünyasında şu an onların hukukunu savunacak ve Fransa’yı dize getirecek bir güç bulunmuyor. Biz tıpkı Filistin’de, Doğu Türkistan’da ya da Arakan’da olduğu gibi hariçten gazel okumaya devam ediyoruz, ederiz…

Neticede söyleyeceğim hem bir temenni hem de bir tespittir. Türkiye, Fransa olmaz, olamaz. Olmaması için hem kamu görevlileri, hem toplum olarak biz üzerimize düşeni yapmaya devam edeceğiz. Ülkemizde yaşanan “yol kazası” niteliğindeki cinayetlerde, soğukkanlı tepki vererek bu ihtimalin önünü kapatan Müslüman göçmenlerin duruşu da ayrıca unutulmamalıdır.

26 Haziran 2023

Seçim geçer geriye adamlık kalır

 Politika ya da daha genel ifadesi ile demokrasi hakkındaki kanaatlerimin en kısa özeti, bu işin bir manipülasyon becerisinden ibaret olduğunu ve bunu en iyi yapanın kazandığı bu oyunu pek makbul görmediğimi söylemekle yetineyim.

Politikacılar seçim dönemlerinde oylarını artırabilmek için farklı konuları malzeme edinebiliyor ve ilgili vaatlerle insanları ikna etmeye çalışıyorlar. Buraya kadar bir gariplik yok. Mesela, “yol, köprü, baraj, işsizlik, pahalılık” gibi başlıklar neredeyse her seçimin standart konuları olarak üzerinde konuşulan ve tartışılan başlıklar oluyorlar.

Ancak son on yılımızın istisnai gündemi olarak mülteci meselesi özellikle bu son seçimde alenen nefret ve kin propagandası olarak kullanılmaya başlandı. Geldiğimiz noktada ise artık bir kırılma noktasına sürüklenen seçim tercihlerini belirlemede insanların en hassas oldukları konuyu kaşımaktan ve ortama kin, nefret ve hatta şiddet mesajları yaymaktan çekinmeyenler, kazanmak için her yolu mübah görenler, bizim muhacir dediğimiz, onların yabancı bildiği, mazlum ve mağdur insanları basit bir seçim malzemesi gibi piyasaya sürüyorlar.

Suriyeli muhacirlerin politik malzeme olarak kullanılmaları, maalesef durumun ciddiyetini ve insani boyutunu örtüyor. Oysa bir kasadan alınıp diğerine dizilecek herhangi bir eşyadan değil; ev, işyeri, güvenlik gibi temel ihtiyaçları olan, hisleri olan canlı ve kanlı insanlardan bahsediyoruz.

Bakın eli silahlı adamlardan değil sadece adı Ömer diye alnından kurşunlanan ağzı süt kokan çocukların annelerinden bahsediyorum. Varil bombası gibi bir vahşetin sadece sesi ile konuşma yetisini kaybeden çocuklardan.

Milyonlar durup dururken evini barkını, işini işyerini, toprağını terk edip yollara düşmedi. Eskilerden, tarihten veya üzerinde oynanabilecek konulardan değil daha son on yılda burnumuzun dibinde yaşananlardan bahsediyorum.

Gözleri önünde en sevdikleri lime lime doğranan ve bunca yıldır kan ve gözyaşından başka bir şey görmeyen insanlara hadi normalleşin ve katillerinizin yanına dönün çünkü biz seçim yapıyoruz diyemezsiniz!

Konu yol, köprü ya da baraj değil, insan.

Tayyip Erdoğan’dan her sebeple nefret edebilir, düşman olabilirsiniz ama hem bu günleri yaşayan her vicdan sahibi hem de kıyamete kadar gelecek her “adam” sadece şu meseleden dolayı bile olsa onu onurlu adamlar listesine kaydedecektir.

Her şey geçer geriye adamlık kalır.

Konunun hukuki, uluslararası anlaşmalar ve genel ahlaki boyutları ayrı ayrı izah edilmesi gereken detaylar olsa da, kimsenin bunlardan bahsetmediği ortamda, seçildikleri takdirde mültecileri ülkelerine gönderme vaadinde bulunanların utanacak bir yüzleri olmadığından, onlara söylenecek söz de yoktur.

Ancak aklı başında herkes, bizim bir imparatorluk bakiyesi ülke olarak, son birkaç yüz yıldır eski sınırlarımız içinde kalan topraklardan sürekli göç aldığımızı bilir. Temelde buradaki varlığımız bile bir göç hikayesidir. Bizim göçmen ya da muhacirlerle sorunumuz onların varlıkları sebebiyle olamaz.

Bunun yanında sorunların olduğunu, her şeyin güllük gülistanlık olmadığını da biliyorum. Ancak hiçbir sorun çözümsüz değildir ve hiçbir çözüm kimsesiz, sahipsiz, vatansız ve Suriyesiz kalmış insanları cellatlarına teslim etmek gibi bir zulme sebep gösterilemez.

19 Haziran 2023

Depremzedelerin depremzadelerle imtihanı

 

Genelde yaşadıklarımızı abartmayı severiz, biraz ilgi görmek ve biraz da kendini özel hissetme ihtiyacı sanırım bizi buna meylettirir. Gururumuzun okşanmasına hatta biraz acınmaya da ihtiyaç duyuyoruz. İşin psikolojik boyutunu ehli daha iyi bilir elbette.

Elimize batan dikenin acısını bile paylaşmak iyi gelir. Hem zaten taziyeler cenaze sahiplerinin acılarını paylaşmak için değil midir? Genel geçer bir tespit gibidir; acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır.

Aylar önce yaşanmış da olsa hala ara ara ufak çaplı artçılarla kendini hatırlatan, 6 Şubat 2023 tarihinin sabah 04:17 ve öğleden sonra 13:24 saatlerini unutulmaz anlar olarak hafızalarımıza kazıyan büyük felaketin etkisi halen devam ediyor.

Evini, iş yerini ve yaşadığı köyü, kasabayı hatta şehri kaybedenlerin yanında sevdiklerini, dostlarını, arkadaşlarını, komşularını ve akrabalarını kaybedenlerin acıları öyle kolay geçecek, unutulacak gibi de değil zaten.

Hayata kelimenin tam anlamıyla yapayalnız devam etmek zorunda kalan çocukların, gençlerin, yaşlıların ruh halini anlamak öyle bağış yapmak, yardım göndermek gibi kolay değil. Hele sosyal medyada paylaşım yapmak, makyajsız canlı yayına çıkma fedakarlığı yapmak gibi devasa(!) katkılar sağlayanların anlaması mümkün olmayan şeyler bunlar.

Deprem sonrası yaşanan seçim süreci ve sonrasında, kendini bilen ya da bilmeyen birtakım aklı evveller, bizim lugatımızda büyük harflerle yazılı duran; deprem, yıkım, felaket, acı, ölüm, kayıp, can ve canan kelimelerini pek bir rahat ve çok hoyrat bir şekilde kullandılar.

“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)

Oysa deprem, Allah(cc)’in imtihanlarından bir imtihanıdır. Onunla sarsılan, can veren, yakınlarını kaybedenler gibi yaşayanlar kadar seyreden, yardım eden ya da etmeyen herkes de imtihana tabi oldu. Hala da devam ediyor bu süreç.

Madden ve manen depremzedelerin yanında olan ve onurları incitmeden, samimiyetle yardım etmek için çırpınan, bunun birkaç günlük poz değil, yaralar sarılıncaya kadar devam etmesi gereken bir görev addedenler var, hamdolsun.

Resmî kurumların yanında sivil toplumuzun değerli mensupları deyim yerindeyse arı gibi çalışmaya devam ediyorlar.

Bunların yanında bir de her savaşın ve her felaketin olduğu gibi depremin de zadeleri ortaya çıktı. Depremzadeler dediğimiz bu zümre, kendileri için büyük ama genel duruma nazaran oldukça küçük birkaç şey yaptıkları için dev aynasında gördükleri suretlerine hayran kalıp, gururlarını köpürterek ve sonra bu köpükleri ağızlarından saçarak konuşmaktan geri durmuyorlar.

Aslında bu edepsizlere hafif artçılarda yıkılan çürükler diyebiliriz. Zaten temelleri zayıf karakterlerin, kendilerini bir şey zannettikleri anlarda yaşanan en ufak bir sarsıntı ile yıkılmaları ve geriye insan döküntülerinden oluşan bir enkazın kalması, bize hayatın ve Âdem evladının başka yüzlerini de görme imkânı sundu.

Öyle ya; hem Habil hem de Kabil, Adem(a)’ın evladı idiler. Biri kurban için en değerli hayvanını seçerken, diğerinin cılız ekinleri topladığı rivayet edilir. Aradaki fark daha baştan görüldü yani. İnsanlık tarihi kadar eski bu yaklaşım tazeliğini korumaya devam ediyor. Her imtihanda da tazelenerek tekrar sunuluyor bize.

Allah(cc), kullarının sıkıntılarını ihlasla ve kimseyi minnet altında bırakmadan giderenleri hayatlarının diğer alanlarında da kimseye mahcup etmesin. Dünyayı bu samimi iyilerin hayırları ve bereketleri yaşanır kılıyor. Zor zamanların ilacı, gönüllerin ferahlığı bunlar vesilesiyle veriliyor.

Zaten asıl iyilik, yapılırken minnet altında bırakmayan, sonrasında da asla başa kakma bulunmayan iştir.

“De ki: Yapacağınızı yapın. Allah da, Peygamberi de, Müminler de yaptıklarınızı görecek ve gizli olanı da açık olanı da bilene döndürüleceksiniz. O size yapmakta olduklarınızı bildirecek.” (Tevbe, 105)

12 Haziran 2023

Biraz vefa ve çokça samimiyet

 

İnsan topraktan hasıl olan bedeninden ziyade ruhunda taşıdığı hislerden ibaret. Biz birini tarif ederken kaşından gözünden başlasak da aslında tarifin en doğrusu ruhtan ve dolayısıyla hislerden başlayandır.

Uzun ya da kısa boylu değil, kibar ve efendi olmalı insan.

Teninin rengi bütün ihtimalleri taşıyabilir, siyahi ya da açık beyaz da olabilir ama yeter ki dürüst ve mert olsun insan.

Kemikleri ya da kaslarının sağlamlığı ile değil, ruhunun inceliği ve ahlakının güzelliği ile öne çıkmalı insan.

Bileği bükülmez olmak da bir marifet sayılabilir ama asıl yüreği bükülmez olmaktadır yiğitlik.

Güzel adam olmanın ölçüsü çürüyüp toprak olacak et ve derilerin görüntüsü değil, hiç unutulmaz ve asla ölmez iyilikler ve hayırlar olmalı.

Ardından “iyi” denilmesi, hayır dua edilmesi, dünyadaki bütün rütbe ve sıfatlardan çok ala ve pek ala üstün olmalı gözlerimizde.

İnsan dediğin nankör değil vefalı olmalı, sahtekarlığı ile değil dürüstlüğü ile nam yapmalı.

Kapısına gelen veya karşısında duran hatta düşman olan bile samimiyetinden asla kuşku duymamalı. Dostluğu da düşmanlığı da samimi olmalı insanın. Gülüşü de kızması da samimi olmalı.

Bütün bunların üstüne bir çadır gibi emniyet hissini örtmeli, emin olmalı insan. Sevene ve sevmeyene, sevdiğine ve sevmediğine aynı ölçüde adil ve emin olmalı. İnsanlar haklarından emin olmalılar, sırt dönebilmeli, endişe etmeden emanet bırakabilmeliler.

Dünya avucumda dönmeyecek, bundan gocunmaya gerek yok. Yaşayan en önemli insan ben değilim, bundan dolayı kendimi kötü hissetmeme gerek yok.

Yeryüzünde hatasız hiçbir insan olmadığı gibi ben de hatasız değilim. Bunu kabul etmeli ve her şeye rağmen insan gibi, adam gibi yaşamak için gayret etmeliyim.

Bütün iddia ve fikirlerim doğru olmayabilir hatta belki hiç doğrum yoktur. Kendimi doğrultmak ve doğru bir yola yönelmek için gayret etmeli ve kınanmaktan korkmamalıyım.

Muhasebeye çekilmeyi beklemeden kendimi hesaba çekebilmeli ve günün sonunda kasada kalanı bilmeliyim yani kar ne kadar, zarar ne kadar görebilmeliyim. Bir sonraki gün varsa zararımdan kurtulmalı, karımı artırmak için çalışmalıyım. Ticaretin kuralı ya da amacı bu değil midir zaten.

Dünyayı kurtarmak gibi büyük hayaller yerine, kendimi ve çevremi kurtarmak gibi daha gerçekçi ve ulaşılabilir hedefler belirlemeliyim. Ne kendimden ne de başkalarından gücümüzün yetmeyeceği şeyler beklememeliyim zira Allah da bizden öylesini istemiyor.

Kendimi de başkalarını da kandırmaya gerek yok. Ben basit bir insanım, Tarihin akışına yön verenlerden değilim, olamayacağım da. Teknolojide bir çığır açmam da beklenemez, yeterince açıldı zaten o çığırlar. Yere gölgesi düştü diye toprağın sevindiklerinden olmam pek ihtimal dahilinde değil ama öyleleri de geldi ve geçti.

Eşi görülmedik işlere imza atanlar, güzellik ve zenginliğine hayranlık duyulanlar, marifet ve sohbetine doyum olmayanlar, varlıkları ile gönüllere su serpenler, yoklukları ile yürekleri dağlayanlar oldu bu dünyada ama hepsi geçip gittiler.

Ne peygamberler kaldı ne salihler.

Ne dervişler kaldı ne şeyhler.

Ne cömertler kaldı ne cimriler.

Ne hainler kaldı ne yiğitler.

Ne münafıklar kaldı ne sadıklar.

Geldiler ve geçip gittiler. Tıpkı bizim geldiğimiz ve geçip gideceğimiz gibi.

Şu dünyaya bu kadar bağlanmaya ne gerek var?

05 Haziran 2023

Mütevazi insanların küçük mutlulukları

 

İnsan hayatın farkına ilk vardığı gençlik devresinde, yetiştiği çevreyle doğru orantılı ancak oldukça uçuk hedeflere yönelebiliyor. Kendini dev aynasında görmek için gayet müsait bir dönem olarak gençlik bir diğer deyişle ergenlik, fikir ve hayat planlarında, hayal dünyasında ve gerçek alemde sıkıntılara sebep olan, bir nevi serserilik sayılacak köşelerde dolaşmayı kolaylaştırıyor.

En iyi ve yakinen tanıdığım için; ortalama muhafazakâr bir ailede ve dahası İslami bir çevrede yetişen gençlerin de o dönemlerinde, ülke ve milleti kadar bütün bir ümmeti kurtaracak hayaller ve planlar üzerinde kafa yormalar, meşhur ifadesiyle “bir gecede devlet yıkıp devlet kurmalar”, devrim ve inkılap üzerine büyük konuşmalar, sabahlara kadar çoğu zaman duman altı ortamlarda, bütün samimiyet ve delikanlılıkla kafa patlatmalar ve sabahında büyük bir vazifeyi yerine getirmiş olmanın gurur ve yorgunluğu ile uykusuz gözlerle okula ya da işe dönmeler.

Herkesin kendi çevresinde oluşturduğu steril ortamında, kendince mutlu mesut geçirdiği, bunalım ve sıkıntıların bile aslında bir tür teselli sayıldığı ergenlik, normalde belli bir kafa yaşı ile biten, hayatın gerçekleri ile yüzleşildiğinde ayakları yere daha dengeli basan bir geçiş dönemi olması gerekiyor.

Bu süreci ortalama bir beceri ile ve en az hasarla atlatan ve olaylara biraz daha soğukkanlı bakmaya başlayan bizim gibi elli yaş üstü “İslamcı” bireylerin, gençlik yıllarında bir gecede yeniden Viyana kapılarına dayanan ordularının yerini “Tanrımıza hamdolsun” yerine “Allahımıza hamdolsun” demesini yeterli gördükleri ordular alabiliyor.

Kuvvetler ayrılığı prensibini, asker ruhlu bir millet olarak “kara, deniz ve hava kuvvetleri” şeklinde formüle edebiliyoruz. Zaten cumhuriyet idaresini de biz istediğimiz için değil, başımıza geldiği için benimsiyor oluşumuz, içimizdeki şatafatlı törenlerle tahtında oturan sultanların özlemini tetikliyor.

Hayaller ve gerçekler arasında fikir üretmek ve o fikri yürütmek tabii ki hiç kolay değil. Baksanıza biraz kafayı biraz fazla yoranlarımız ya aklını kaybediyor ya imanını!..

Kafası çalışmanın en sıkıntılı yanı da dönüp kendine tapınmak olunca ve şeytan bu konuda oldukça usta bir yoldaş, nefisler de zaten her türlü gazla yükselmeye müsait bir içgüdü ile yandaş olunca felaketimiz kaçınılmaz oluyor.

İşte tam da bu noktada geldiğimiz yer, vardığımız duygusal çizgi, büyük hayallerden küçük gerçeklere evriliyor. Devlet yıkmak yerine bir önyargıyı yıkmanın, devlet kurmak yerine bir gönülle kaliteli bağ kurmanın mukayese edilemeyecek kadar değerli farkını görmemizi sağlıyor.

Erken gençlik dönemlerinde gördüğümüz kadar önemli insanlar olmadığımızı, -dünyayı değiştirecek gücü elde etme ihtimalimiz bir yana- öyle bir gücün insanlarda olmadığını, kesin ve tartışmasız, köşeli ve gergin fikirlerin bize ve insanlara faydasının pek bulunmadığını, bir nefes sıhhatin en büyük devlet olduğunu, büyük işlerin kahramanları olmadığımızı ve aslında insanın küçük hedeflerle yetinmesi gerektiğini ve daha nice olanları ve olmayanları idrak ettiğimiz bir dönemdeyiz.

Büyük fetihlere içimizdeki mehter marşları eşliğinde uğurlamayı hayal ettiğimiz ordu, küçük bir kız çocuğunun güvenle elinden bir bisküvi paketini alabildiği askere dönüşüyor. Garip ve yetimlerin dişlerini göstererek gülebilmesi, içimizdeki pek çok duyguyu karşılamaya yetiyor.

Bir çocuğun kahkahası, bugünün zalim dünyasında oldukça büyük bir devrim sayılır zaten!

Yetimlerin gözyaşlarını silmek yeterince büyük bir inkılap sayılmaz mı?

Bizi büyük gösteren dev aynası zalimlerin gözlerinde gözlük gibi takılı kalsın, heybetimiz olacaksa onların gözlerinde olsun, dizlerindeki bağı çözsün parmaklarımızda bir marifet varsa…

Genç ve zinde planlar ve hiç kırılmayan hayaller ülkesidir gönlümüz.

Bizden geçmez insanlık, bizi geçemez insanlık.

Ve hep gencecik cennet yolcularıdır ruhlarımız, kim ihtiyarlıyası.

Küçük mutluluklar kumbarasıdır gözlerimiz, kulaklarımız göklere açık, bizden kim isyan duyası.

Umut ekiyoruz her sabahın seherinde tarlalarımıza, gür ekinler yetişiyor her ikindiye doğru ve her akşam hasat, her gece vuslat bize.

Biz hiç usanmadık yürümekten, koşuların başlaması ya da bitmesi belirlemedi hızımızı, herkes durduğunda da koşmalara doyamadık.

Mesele bir nefes almak ve vermekten ibaret, ömür dediğinin göz açıp kapayıncaya kadar süresi.

Çiftçinin hoşuna giden, kafirleri öfkeden kudurtan gür başaklı ekinler ülkesi!

02 Mayıs 2023

Ehli Sünnet ya da Sünnilik mezhep midir?

 İslam tarihi, ilk asırdan itibaren yaşanan muhteşem yayılmanın doğal sonucu olarak farklı ırkların ve kültürlerin bir araya gelerek çizdikleri renkli bir tablo gibidir. Bu büyük karede güzel ve ihtişamlı dokunuşlar kadar, acı ve kötü çizgiler de bulunur.

Hayatın gerçeği budur ve biz Müslümanların -Yahudiler gibi bazı inanç sahiplerinin kendilerini sandığı gibi- imtihanlara ve belalara uğrama konularında bir imtiyazımız olmadığını bilir ve inanırız.

Müslümanlar da ihtilafa düşmüş, kavgalar etmiş hatta savaşlar yapmış, kılıçlarını kardeş kanına bulamışlardır. Bunların çoğunluğu siyasi olsa da içinde mutlaka itikadi ya da fıkhi sebeplerle yaşanmış tatsız olaylar da olmuştur.

Bu uzun yolculukta İslam’ın temel duruşunu belirleyen, Ehli Sünnet ve Cemaat olarak isimlendirilen, bu “dini Resulullah (sas) ve ashabının anladığı gibi anlama ve onların yaşadığı gibi yaşama” olarak özetlenebilecek bir merkez etrafında toplanılmış ve bugünlere kadar bu cevher taşınmıştır.

Ehli Sünnet ve Cemaat çizgisine diğer bazı sapkın fırkaların isimlendirmelerinden yola çıkılarak Sünnilik de deniliyor. Bu olabilir mi olamaz mı, böyle bir isimlendirme doğru mı yanlış mı diye tartışılırken, halk arasında etki-tepki silsilesi içinde yerleşen birçok kavram gibi yerleşmiş ve kullanılmaya da alışılmıştır.

Ancak ister ulema gibi Ehli Sünnet ister bizim gibi halk nezdinde kullanıldığı gibi Sünnilik densin, bu idrak İslam’ın ana gövdesi ve bizzat kendisi olarak, tarih boyunca uğradığı onca gadre rağmen mezhepçilik etmemiş ve herhangi bir fırkaya özel düşmanlık beslememiş, evlatlarına buna öğretmemiştir. Zira İslam’ın kişilere, toplumlara ya da olaylara özel bir düşmanlığı olmaz, ancak Allah’a ve O’nun dinine düşman olanlara hak ettikleri duyguların beslenmesi ve muamelenin yapılması vardır.

Diğer sapkın fırkalar ise varlıklarını düşmanlık üzere kurmuşlar ve bununla varlıklarını ifade eder hale gelmişlerdir. Ehli Sünnete olan kinlerini din edinmeleri de bunun sonucudur. Bir kısmında bir nevi inanç esası olarak bizi tekfir etmek ve sahabeler başta olmak üzere büyüklerimize hakaret ya da lanet gibi konuların bulunması da bunun göstergesidir.

Belki azınlık olmanın verdiği his, belki batıl bir fikre bağlılığı artırmak için bir düşman ihtiyacı, belki siyasi kullanımlar ya da hepsi, Ehli Sünnet/Sünnilik dışındaki fırkaları, mezhepçi yapılar ve düşmanlık üzere ayarlanan kurguların yuvası haline getirmiştir.

Ehli Sünnet/Sünnilik; -tabiri caizse- tez, diğer batıl fırkalar ise antitez mesabesindedirler. Herhangi bir yönüyle mukayese edilmeleri, boy ölçüşmeleri söz konusu olamaz. Zira Ehli Sünnet bir yorum ya da fikir değil bizzat İslam’ın kendisidir.

Yani Sünnilik dediğimizde ya da Ehli Sünnet diye bir terazi kefesine koyduğumuzda, karşısına konulacak herhangi bir mezhep ya da fırka olamaz.

Ehli Sünnet ve Cemaat bu anlamda bir mezhep yani alternatifi olan bir yol değil, tek ve ana arterdir. Bu yoldan ayrılan, yoldan çıkan, yönünü de hedefini de kaybeder. Bu yolun hedefi cennet olarak sabitlendiği gibi, bu yolu terk edenin varacağı yer de cehennemden başkası olmaz.

Mezhep dediğimiz itikadi ya da ameli yollar ise, bu ana damarın içinde kaldıkları müddetçe makbul ve sahihtirler. Bunun dışındakiler bir yol değil yoldan sapmadır, yoldan çıkmadır.

Allah(cc) bizi doğru yoldan yani Ehli Sünnet ve Cemaat çizgisinden ayırmasın.

17 Nisan 2023

Ruveybida günleri Ramazan’a denk geldi

 Allah’ın bizim için hangi nimetleri, ne genişlikte verdiğini çoğu zaman kaçırıyoruz. Elimizden giderken farkına vardığımız ne çok lütuf ve nimet olduğunu düşünmek ve muhasebesini yapmak herhalde Ramazan ayının elimizden kayıp gittiği şu günlerde daha bir anlam kazandı.

Başında rahmete, ortasında mağfirete ve nihayet sonunda da cehennemden azat olunmaya odaklanmıştık. Bayrama affedilmeden ulaşarak burnu sürtülenlerden daha açık ifadesiyle ahirette rezil olacaklardan olmamak adına elimizde birkaç gün kaldı.

“Bize kalsa biz çok iyi kullar olacaktık ama şartlar ve gündem fırsat vermedi” diye kendimizi kandırmamız tabii ki mümkün. Ne ki, ahiret kayıtlarını tutan melekler ve onların halimizi ilettiği makamların en büyüğü olan Allah, asla ve kata aldatılamayan, kandırılamayan ve kendisinden gizli olmayan zatı Zu’l-Celal’dir.

Kendi adıma geriye dönüp baktığımda, bu bereketli zaman diliminden ne kadar az nasiplendiğimi ve mağfiretini kaçırma ihtimalimin büyüklüğünü görüp ürperiyorum. Elde etmek için küçük ve kolay ameller yapma gereken ne çok ecri kaçırdığımı düşünmek çok moral bozucu.

Nefsimizi temize çıkarmak konusunda, her birimiz alanında oldukça başarılı uzmanlar olduğumuz için, bahanelerimiz hazırda bekliyor. Umalım ki Allah, oruçlarımızın karşılığında kaçırdıklarımızı bize bahşetsin, kadrini bilemediğimizin pişmanlığını tövbe kabul etsin. İnsanlardan gizlediğimiz ancak bizim ve O’nun bildiği eksik ve kusurlarımızı örtsün, silsin ve hatta ecirlere tebdil eylesin.

Bütün bu korku ve umutlarla Ramazan ayını geride bırakıyoruz. Bayrama sevinçlerle ulaşabilmek için birkaç günlük vaktimiz kaldı. Kadir gecesi umudu hala var. Bu kısacık zamanları da kaçırmadan değerlendirerek, karşılıksız verilen bu bereketlerden nasibimizi değerlendirebiliriz.

Bugünleri anlamaya, Ramazan ayına denk gelen bu yoğun gündemin etkisinden uzaklaşmaya çalışırken rastladığım Ruveybida rivayeti ile devam edeyim.

Ebu Hureyre (ra) şöyle rivayet etti:

Rasulullah; (sas) ‘İnsanlar üzerine öyle hayırsız yıllar gelir ki o zamanda yalancı doğrulanır, doğru yalanlanır, haine güvenilir, emin kimseye güvenilmez! O zamanda Rüveybida konuşur’ buyurdu.

Denildi ki; “Rüveybida nedir?”

Rasulullah (sas):

 

- ‘Aşağılık birinin toplumun meseleleri hakkında konuşmasıdır’ (İbni Mace 4036)

 

- Kamunun işleri hakkında söz sahibi olan aşağılık adamdır!” (Sahih-i Cami’s Sagir, 3544)

 

- Akılsız, bilgisi kıt kimse toplumun işi hakkında konuşur’ (Müsned 7712)

buyurdu.

 

Ruveybida’nın konuştuğu yılların hayırsız olduğu ve yalancıların doğrulandığı, doğrunun yalanlandığı, hainlere güvenilirken emin insanlara güvenin kalmadığı bir devir olduğu anlaşılıyor. Böyle zamanların sonunda sözün Ruveybida olarak isimlendirilen aşağılık insanlara geçtiğini anlıyoruz.

Bu mübarek günlerde herhalde kendimiz ve toplumumuz için Ruveybida günlerini görmemek adına kaçınmamız gereken şeyler de ortaya çıkmış oluyor. Ayrıca bunun bir fitne olmasını da düşünerek, korunmak ve kurtulmak için duada bulunmak da elbette gerekiyor.

Bu güzel zamanları bir daha görebilecek miyiz bilmiyoruz. Görsek bile hangi durumda olacağımızın hiçbir garantisi bulunmuyor. Henüz aklımız başımızda, sağlığımız yerinde ve imanımız gönlümüzde iken cehennemden azat olmak için gayret etmeye ihtiyacımız var. Ne yapmamız gerektiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Hocalarımız unutanlara da hatırlatıyor gerçi.

Gelecek günlerde sözün Ruveybida’ya kalmaması temennisiyle, şimdiden bayramımız mübarek olsun. Cehennemden azat oluşumuz mübarek olsun. Sevincimiz dünyada ve ahirette devam etsin…

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...