24 Temmuz 2023

Geçmişten bugüne bir göç hikayesi

 

Hemen hepimizin bir şekli ile karşı olduğu halde bir yandan da içten içe besleyip büyüttüğü göçmen karşıtlığı, farklı seviye ve türlerle sürekli karşımıza çıkmaya devam ediyor. Peki bu yeni bir şey mi? Bizden öncekilerde bu işler nasıl yürüyordu? İnsanlık tarihi kadar eski denebilecek bu göçmenliğin bir sonu olmayacak mı?

Bir kere en başta şunda anlaşalım:

Dünya insanın mutlak yurdu değil, geçici bir süre barındığı ve bir şeylerle avunduğu, sonra da ölüp terk ettiği bir gölgelik, bir ağaç altı sığınağı, bir mola, bir heves, bir hülya, bir rüya yahut bir bela ve imtihanlar ülkesidir. Buradaki misafirliğimiz son insan can verdiğinde tamamen bitecektir.

Bu ahiret inancına sahip olmayan ve insanlığın başlangıcı ve sonu hakkındaki ilahi fermana iman etmeyenler için sözüm burada biter. Onlardan yazıya devam etmemelerini ve sayfayı kapatmalarını rica ederim. İman edenler için ise, nefes aldığımız sürede söylenecek bir şeyler olmak zorundadır. İşte onlardan bazıları.

İslam tarihinin kırılma noktalarından biri olan; İsmail(a) ve İshak(a)’ın farklı annelerin çocukları olmalarından yola çıkarak, İsmail oğullarının Yahudi olamayacağı ön kabulü ve neslin anneden devamını esas almak gibi fıtrata aykırı bir görüşü benimseyen İsrail oğullarının, İsmail neslinin nadide son halkası Muhammed(sas)’in peygamberliğini inkar için tutundukları uyduruk ve çürük dalın adı ırkçılıktır.

Allah(cc)’in son Resulü Muhammed(sas) yere düşmeyen gölgesi ile Mekke’de peygamberliğini ilan ettiğinde, müşriklerin ileri gelenlerinden birinin itirafında yer alan, “O’nun aşireti ile benim aşiretim rekabet halindedir; onlar hacılara yemek verince biz daha fazlasını verdik, su dağıttılar biz de dağıttık, şimdi onlar bir peygamber çıkarttı, ben nereden bir peygamber bulup karşısına çıkarayım” hezeyanında ifadesini bulan inkarın sebebi ırkçılıktır.

İblise, “Onu topraktan beni ateşten yarattın, ben ondan üstünüm” cümlesini kurduran ve kıyamete kadar bize düşman eden haset ırkçılığın temelidir.

Müslümanlar için ırkından dolayı birini aşağılamak, hor görmek ya da aleyhine olmak gibi bir düşüklük kabul edilemez! Bizim dünya ve ahiret için geçerli kalite kontrol mihengimiz takvadır. Mü’min ve muttaki olan birinin ne adına ne rengine ne diline ne dişine ne soyuna ne üstüne ne de başına bakmaz, kardeş biliriz.

Kardeş bilmenin ilk ve kesin kuralı ise sevmek ve dünyalıklarını paylaşmaktır. Kardeş kardeşine sahip çıkar, onu düşmanına teslim etmez, ona zulmetmez, zulmedilmesine müsaade etmez! Kardeş kardeşe, yurdunu ve yuvasını açar, ekmeğini paylaşır, dizine derman olur, gözüne fer!

Biz işin bu kısmını beceremediğimize göre samimi olarak gerçekten iman kardeşliğine inanıp inanmadığımızı, kalbimizde bir burukluk olmadan kardeşliği içimize sindirip sindiremediğimizi kontrol etmemizin ve kendimizi bu konuda hesaba çekmemizin tam zamanıdır. Zira gelecek günler bu kardeşlik iddiamızın daha da sorgulanacağı ve daha ağır imtihanlara tutulacağı günler olabilir.

Hicret ve göç hikayelerinin en keskin ve en uzak iki örneğini hemen hepimiz çok biliyoruz.

Mekke’den Yesrib’e hicret edenler, dünyanın geleceğine ışık tutacak bir medeniyetin temel taşları oldular ve biz onları kıyamete kadar örnek ve önder olacak bir nesil meydana getirdiler. Onların da ilk zamanlarında aralarında sorunlar, kavgalar hatta savaşlar vardı. Bunları aştılar ve saadet asrına zemin oldular.

Oradan geçen asırlar sonrasında İslam ile tanışan göçebe Türkmen kabileleri büyük imparatorluklar kurdular ve yüzyıllar boyu sürecek bir destana imza attılar. Dahası örnek aileler olarak fethedilen şehirlere yerleştirilen göçmen aileler vesilesiyle Avrupa’da özellikle Balkanlar’da İslam’ın kök salmasına yol açtılar. Aradan geçen ve devletlerinin gerilemesi ve nihayetinde dağılması ile sahipsiz kalan göçmenlerin Anadolu’ya geri göçü sonrasında gelenlere yine göçmen dendi ve yine uzun bir süre dışlandılar.

Ne giderken ne gelirken göçmen değildi onlar; tıpkı Suriye’den, Irak’tan ya da Kuzey Afrika’dan bu topraklar gelenler gibi. Çok değil daha yüz yıl önce Trablusgarp’tan, Trablusşam’dan, Sana’dan Bağdat’tan, Halep’ten, Kudüs’ten Medine’den, Kahire’den, Humus’tan, Bosna’dan Niş’ten gelenlere pasaport sorulmuyordu.

Kim neden göçmen olsun ya da kim neden göçmen olmasın?

Kim kalıcı? Neye ve kime göre yerli? Kim nerden geldi, kim nereye gidiyor?

Bu soruların cevaplarını aramak zorundayız. Yoksa kervan göçer biz dağlar başında kalırız!

10 Temmuz 2023

Göçmenler göçecek de biz kalacak mıyız?

 

Bir kaç gün önce Avrupa’nın en batısında, geçen hafta ortalarında Fransa’da yaşananlara benzemeyen bir göçmen krizi daha yaşandı ve Hollanda’da koalisyon Başbakan Rutte’nin geçici sığınma statüsü alan göçmenlerin aile birleşimi haklarını kısıtlamak istemesi üzerine düştü. 

Avrupa’nın en müreffeh ülkelerinden Hollanda’da göçmen kabul merkezlerinde yeterli yemek ve yatak temininde sorun yaşanması ile başlayan tartışmalar hükümeti bu noktaya getirdi. Tabi ki Ukraynalılar sorunun parçası değil, olmadılar da. Onlara göçmen değil aileden bir misafir muamelesi yapılıyor. Kralın saraylarından birinin onlara tahsis edildiğini bilmek yeterli sanırım.

Bizde ise göç ve göçmen hadisesi politik malzeme olarak kullanılmaya ve gerçeğinden koparılarak, beyin damarları ya tıkalı ya da daralmış faşistlerin toplumu germek ve muhtemel bir kargaşaya zemin hazırlamak için sarıldıkları bir dikenli tele dönüşmüş durumda.

Tam bu noktada unutulmaması gereken acı gerçeğin “hepimizin aslında dünyada göçmen olduğumuz ve asıl yurdumuzun cennet olduğu” gibi zihinde kekremsi bir acı tat bırakan ve ölümü çağrıştıran ahireti hatırlamak gerekiyor.

Yeryüzü ya da ondan payımıza düşeni ifade eden vatan kavramına gelince, bu konuda çok değil bin yıllık maziyi anmak herhalde yeter.

Yeryüzü Allah(cc)’ın mülküdür ve bunu dilediği kullarına verir. Bir yeri vatan edinmenin çok fazla yolu vardır. Mesela biz Anadolu’yu savaşarak ve yerli halkına galip gelerek yurt edinmişiz. Bir başkası anlaşma ile yerleşmiş, emek vermiş, katkıda bulunmuş ve buralı olmuş.

Bir diğeri yüzyıllar boyu İslam medeniyet merkezi olduğu için göç etmiş buralara, bir başkası ekonomik, öteki siyasi, beriki başka sebeplerle gelmiş ve yerleşmiş yurt edinmiş, çalışmış, kan ve ter döküp buralı olmuş. Kimisine atasından miras kalmış, emeksiz sahip olmuş bu vatana.

Bir imparatorluk bakiyesinde yaşamanın doğal sonucu olarak; dara düşen, kovulan, sürülen hatta keyfi isteyen herkes gelmiş bu topraklara. 72,5 çeşitten bir millet olmuşuz. Kayıtlara İslam milleti olarak düşmüşüz. Sadece yüz yıl önce İslam milleti ve diğerleri varmış burada. 

Salname adı verilen bir tür devlet arşiv belgelerinde, nüfus sayımı bölümlerinde milletler böyle sayılıyordu; İslam, Yahudi, Hristiyan, Latin, Ermeni gibi. Şimdi adları kayıtlarda farklı milletler olarak geçmeyen Türkler, Kürtler ve Araplar arasında bir yurt, vatan, yerli ve göçmen tartışması ne kadar da yapay…

Boşnakla Bulgarın, Çerkesle Zazanın, Türkle Kürdün ne kadar hakkı varsa bu imparatorluk bakiyesinde Suriyeli Türkmenin, Kürdün ve Arabın da o kadar hakkı var. Selçuklu Sultanı Muhammed Tuğrul bey kardeşi Davud Çağrı beyin desteğiyle Rukneddin (dinin direği) ünvanını aldığı günden, Sultan Muhammed Alparslan’ın Halep’ten Malazgirt’e yürüdüğü günden beri bu böyle.

Göçmen krizi batılıların belasıdır, biz  doğuluların değil, olmamalı da. Bizim imtihanımızdır ve biz bugüne kadar başarıyla verdiğimiz gibi bundan sonra da Allah’ın izniyle geçeriz bu imtihanı. 

Kardeşler olmanın doğal sonucu olarak; kızsak da küssek de darılsak da hatta kavga bile etsek, kan bağı gibi koparılması düşünülemeyen din kardeşliği bağımızın varlığını unutmadığımız ve bu sağlam ipi bırakmadığımız müddetçe bizim bir göçmen krizimiz olmaz. 

Tabii ki bu sadece eskiden gelenlerin değil yeni gelenlerin de sorumluluklarını yerine getirmeleri ve yurdu sahiplenerek taşın altına ellerine koymaları ile mümkün olur. Bugüne kadar yaşana pek çok olay ortaya koydu ki, yeni gelenlerin özellikle Suriye’den gelenlerin terleri, kanları ve gözyaşları bu topraklara çokça aktı. Artık toprak altında onların ölüleri ile bizimkiler daha yakın.

Cami ve mescidlerimizde saflarda yanyana, omuz omuza duruyoruz. Onlar bizden, biz onlardanız. Şam da bizim Halep de, tıpkı Antep ve Urfa’nın onların olduğu gibi.

03 Temmuz 2023

Türkiye, Fransa olmaz, olamaz

 

Ülkemizde Fransa’da yaşananları medyadan takip edenlerin tepkileri ve akıllarına gelen sorular kendi veritabanları veya bir başka deyişle, bilinç altlarını ortaya çıkaran varsayımlar üzerine bina ediliyor.

Fransa’da göçmen çoğunluğu teşkil edenlerin, özellikle Cezayirliler başta olmak üzere, Afrikalı ve Müslüman olduklarını ve Fransız sömürge düzeninin halen işlemeye devam eden çarklarını biraz da olsa bilenler, bir kısmı açıktan bir kısmı da içten içe oh çekerek olayları izliyorlar.

Bir nevi rüzgar ekenlerin fırtına biçtiği gerçeği ile karşılaşan Fransa’nın aslında çok da yeni olmayan bu tür ayaklanmalara ara ara maruz kalmasının temelinde, sadece ülkelerini sömürerek bu Cezayir halkını ve nesillerini göçmen durumuna düşürmeleri değil, ikinci hatta üçüncü sınıf vatandaş muamelesine maruz bırakmaları da oldukça ağır bir etken olarak karşımızda duruyor.

Bir diğer yanda ise ırkçılığı, faşistliği ve göçmen düşmanlığını kendine dünya görüşü olarak benimsedikleri için, kendi ülkelerinde olmasa bile her yerdeki göçmenlerden ve maalesef özellikle de Müslüman göçmenlerden nefret eden ve onlara yapılan her muameleyi reva gören zihniyette olan, yurdum oksijenini heba eden başka bir zümre daha var.

Bunlara göre 17 yaşında, annesinin biricik çocuğunu sadece kullandığı araçtan inme komutuna uymadığı için vuran Fransız polis haklı olabiliyor. Bu noktada bir kafa için; Türkiye de yakın gelecekte benzer sorunları yaşayacaktır ve acil tedbir olarak göçmen Müslümanlar sürgün edilmelidir, iddiası anlamlı gelebiliyor.

Oysa gözden kaçırdıkları ilk şey; Fransa’daki göçmenlerin, ana yurtları Fransızlar tarafından işgal edilen ve sömürülenler olmalarının karşısında Türkiye’de bulunan göçmenlerin bir katliamdan kaçarak ülkemize korunmak amacıyla sığınmış olmalarıdır.

Fransa’daki göçmenler faşist bir sömürge imparatorluğunun düşmanlığına “rağmen” oradadırlar ve atalarının görülmemiş hesabı halen masada durmaktadır.

Türkiye’deki göçmenler ise ortak İslam imparatorluğunun terk etmek zorunda kaldığı topraklarından, -son iki yüzyılda sık sık olduğu gibi- merkezine sığınan ve “lütfen” burada bulunan, atalarımızın ortak yenilgisinin kaygısını ve kahrını birlikte çektiğimiz, onların cenazeleri omuz omuza nasıl yer altında yatıyorsa, üstünde de bizim omuz omuza aynı mücadeleyi vereceğimiz insanlardır, kardeşlerdir.

Fransız sömürge imparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu tarihlerini bilenler için pek fazla izaha gerek kalmasa da, bu toprakların gerçeklerine uzaklığı gönüllü kabullenen ve maktul çocuk için değil, katil polis için üzülen dengesiz gönüllere, bir kaç doz Afrika’da Fransızlar eliyle yapılanlar ve halen yapılmaya devam eden cinayet ve soygunlarla ilgili, ilaç niyetine şoklama iyi gelebilir. Çok fazla ihtimal vermesem de adil bir yaklaşım sergilemeleri umudu taşımak istiyorum.

Sözün burasında şunu netleştirelim: Fransa’da yaşananları tasvip etmemiz mümkün değildir. Ne polisin göçmenlere müdahale metodu ne de göçmenlerin onlara cevap şekli makul ve meşru zeminde değildir. Yakıp yıkarak elde edilecek şey, daha çok yanmak ve yıkılmak olur. Ayrıca işin masum insanlara zarar verme, mallarını helak ederek haklarını çiğneme ve dahası ırkçıların ekmeğine yağ sürme boyutu da bulunuyor.

Tepkisiz kalınması mümkün olmayan bir cinayete daha fazla cinayetle karşılık verilmesi çözüm olmayacak ve öyle ya da böyle bu olaylar bastırılacak, dahası polis ve mağdur vatandaşların Müslüman göçmenlere kin ve nefreti katlanarak büyüyecektir.

Sizi temin ederim, şu an Fransız halkı başta olmak üzere Avrupa halkları, isyanın daha ağır şiddet kullanılarak bastırılmasını ve daha bir çok Müslüman göçmenin katledilmesini normal ve gerekli görüyordur.

Bunların yerine hem Fransa’da hem de Avrupa genelinde “sessiz protesto” ve/veya “sivil itaatsizlik” gibi eylem yollarının seçilmesi mümkün olsaydı, batının kendi uyduruk demokrasi tiyatrosunun perde arkası ortaya dökülebilirdi.

Ve ne yazık ki; Müslüman dünyasında şu an onların hukukunu savunacak ve Fransa’yı dize getirecek bir güç bulunmuyor. Biz tıpkı Filistin’de, Doğu Türkistan’da ya da Arakan’da olduğu gibi hariçten gazel okumaya devam ediyoruz, ederiz…

Neticede söyleyeceğim hem bir temenni hem de bir tespittir. Türkiye, Fransa olmaz, olamaz. Olmaması için hem kamu görevlileri, hem toplum olarak biz üzerimize düşeni yapmaya devam edeceğiz. Ülkemizde yaşanan “yol kazası” niteliğindeki cinayetlerde, soğukkanlı tepki vererek bu ihtimalin önünü kapatan Müslüman göçmenlerin duruşu da ayrıca unutulmamalıdır.

26 Haziran 2023

Seçim geçer geriye adamlık kalır

 Politika ya da daha genel ifadesi ile demokrasi hakkındaki kanaatlerimin en kısa özeti, bu işin bir manipülasyon becerisinden ibaret olduğunu ve bunu en iyi yapanın kazandığı bu oyunu pek makbul görmediğimi söylemekle yetineyim.

Politikacılar seçim dönemlerinde oylarını artırabilmek için farklı konuları malzeme edinebiliyor ve ilgili vaatlerle insanları ikna etmeye çalışıyorlar. Buraya kadar bir gariplik yok. Mesela, “yol, köprü, baraj, işsizlik, pahalılık” gibi başlıklar neredeyse her seçimin standart konuları olarak üzerinde konuşulan ve tartışılan başlıklar oluyorlar.

Ancak son on yılımızın istisnai gündemi olarak mülteci meselesi özellikle bu son seçimde alenen nefret ve kin propagandası olarak kullanılmaya başlandı. Geldiğimiz noktada ise artık bir kırılma noktasına sürüklenen seçim tercihlerini belirlemede insanların en hassas oldukları konuyu kaşımaktan ve ortama kin, nefret ve hatta şiddet mesajları yaymaktan çekinmeyenler, kazanmak için her yolu mübah görenler, bizim muhacir dediğimiz, onların yabancı bildiği, mazlum ve mağdur insanları basit bir seçim malzemesi gibi piyasaya sürüyorlar.

Suriyeli muhacirlerin politik malzeme olarak kullanılmaları, maalesef durumun ciddiyetini ve insani boyutunu örtüyor. Oysa bir kasadan alınıp diğerine dizilecek herhangi bir eşyadan değil; ev, işyeri, güvenlik gibi temel ihtiyaçları olan, hisleri olan canlı ve kanlı insanlardan bahsediyoruz.

Bakın eli silahlı adamlardan değil sadece adı Ömer diye alnından kurşunlanan ağzı süt kokan çocukların annelerinden bahsediyorum. Varil bombası gibi bir vahşetin sadece sesi ile konuşma yetisini kaybeden çocuklardan.

Milyonlar durup dururken evini barkını, işini işyerini, toprağını terk edip yollara düşmedi. Eskilerden, tarihten veya üzerinde oynanabilecek konulardan değil daha son on yılda burnumuzun dibinde yaşananlardan bahsediyorum.

Gözleri önünde en sevdikleri lime lime doğranan ve bunca yıldır kan ve gözyaşından başka bir şey görmeyen insanlara hadi normalleşin ve katillerinizin yanına dönün çünkü biz seçim yapıyoruz diyemezsiniz!

Konu yol, köprü ya da baraj değil, insan.

Tayyip Erdoğan’dan her sebeple nefret edebilir, düşman olabilirsiniz ama hem bu günleri yaşayan her vicdan sahibi hem de kıyamete kadar gelecek her “adam” sadece şu meseleden dolayı bile olsa onu onurlu adamlar listesine kaydedecektir.

Her şey geçer geriye adamlık kalır.

Konunun hukuki, uluslararası anlaşmalar ve genel ahlaki boyutları ayrı ayrı izah edilmesi gereken detaylar olsa da, kimsenin bunlardan bahsetmediği ortamda, seçildikleri takdirde mültecileri ülkelerine gönderme vaadinde bulunanların utanacak bir yüzleri olmadığından, onlara söylenecek söz de yoktur.

Ancak aklı başında herkes, bizim bir imparatorluk bakiyesi ülke olarak, son birkaç yüz yıldır eski sınırlarımız içinde kalan topraklardan sürekli göç aldığımızı bilir. Temelde buradaki varlığımız bile bir göç hikayesidir. Bizim göçmen ya da muhacirlerle sorunumuz onların varlıkları sebebiyle olamaz.

Bunun yanında sorunların olduğunu, her şeyin güllük gülistanlık olmadığını da biliyorum. Ancak hiçbir sorun çözümsüz değildir ve hiçbir çözüm kimsesiz, sahipsiz, vatansız ve Suriyesiz kalmış insanları cellatlarına teslim etmek gibi bir zulme sebep gösterilemez.

19 Haziran 2023

Depremzedelerin depremzadelerle imtihanı

 

Genelde yaşadıklarımızı abartmayı severiz, biraz ilgi görmek ve biraz da kendini özel hissetme ihtiyacı sanırım bizi buna meylettirir. Gururumuzun okşanmasına hatta biraz acınmaya da ihtiyaç duyuyoruz. İşin psikolojik boyutunu ehli daha iyi bilir elbette.

Elimize batan dikenin acısını bile paylaşmak iyi gelir. Hem zaten taziyeler cenaze sahiplerinin acılarını paylaşmak için değil midir? Genel geçer bir tespit gibidir; acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır.

Aylar önce yaşanmış da olsa hala ara ara ufak çaplı artçılarla kendini hatırlatan, 6 Şubat 2023 tarihinin sabah 04:17 ve öğleden sonra 13:24 saatlerini unutulmaz anlar olarak hafızalarımıza kazıyan büyük felaketin etkisi halen devam ediyor.

Evini, iş yerini ve yaşadığı köyü, kasabayı hatta şehri kaybedenlerin yanında sevdiklerini, dostlarını, arkadaşlarını, komşularını ve akrabalarını kaybedenlerin acıları öyle kolay geçecek, unutulacak gibi de değil zaten.

Hayata kelimenin tam anlamıyla yapayalnız devam etmek zorunda kalan çocukların, gençlerin, yaşlıların ruh halini anlamak öyle bağış yapmak, yardım göndermek gibi kolay değil. Hele sosyal medyada paylaşım yapmak, makyajsız canlı yayına çıkma fedakarlığı yapmak gibi devasa(!) katkılar sağlayanların anlaması mümkün olmayan şeyler bunlar.

Deprem sonrası yaşanan seçim süreci ve sonrasında, kendini bilen ya da bilmeyen birtakım aklı evveller, bizim lugatımızda büyük harflerle yazılı duran; deprem, yıkım, felaket, acı, ölüm, kayıp, can ve canan kelimelerini pek bir rahat ve çok hoyrat bir şekilde kullandılar.

“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)

Oysa deprem, Allah(cc)’in imtihanlarından bir imtihanıdır. Onunla sarsılan, can veren, yakınlarını kaybedenler gibi yaşayanlar kadar seyreden, yardım eden ya da etmeyen herkes de imtihana tabi oldu. Hala da devam ediyor bu süreç.

Madden ve manen depremzedelerin yanında olan ve onurları incitmeden, samimiyetle yardım etmek için çırpınan, bunun birkaç günlük poz değil, yaralar sarılıncaya kadar devam etmesi gereken bir görev addedenler var, hamdolsun.

Resmî kurumların yanında sivil toplumuzun değerli mensupları deyim yerindeyse arı gibi çalışmaya devam ediyorlar.

Bunların yanında bir de her savaşın ve her felaketin olduğu gibi depremin de zadeleri ortaya çıktı. Depremzadeler dediğimiz bu zümre, kendileri için büyük ama genel duruma nazaran oldukça küçük birkaç şey yaptıkları için dev aynasında gördükleri suretlerine hayran kalıp, gururlarını köpürterek ve sonra bu köpükleri ağızlarından saçarak konuşmaktan geri durmuyorlar.

Aslında bu edepsizlere hafif artçılarda yıkılan çürükler diyebiliriz. Zaten temelleri zayıf karakterlerin, kendilerini bir şey zannettikleri anlarda yaşanan en ufak bir sarsıntı ile yıkılmaları ve geriye insan döküntülerinden oluşan bir enkazın kalması, bize hayatın ve Âdem evladının başka yüzlerini de görme imkânı sundu.

Öyle ya; hem Habil hem de Kabil, Adem(a)’ın evladı idiler. Biri kurban için en değerli hayvanını seçerken, diğerinin cılız ekinleri topladığı rivayet edilir. Aradaki fark daha baştan görüldü yani. İnsanlık tarihi kadar eski bu yaklaşım tazeliğini korumaya devam ediyor. Her imtihanda da tazelenerek tekrar sunuluyor bize.

Allah(cc), kullarının sıkıntılarını ihlasla ve kimseyi minnet altında bırakmadan giderenleri hayatlarının diğer alanlarında da kimseye mahcup etmesin. Dünyayı bu samimi iyilerin hayırları ve bereketleri yaşanır kılıyor. Zor zamanların ilacı, gönüllerin ferahlığı bunlar vesilesiyle veriliyor.

Zaten asıl iyilik, yapılırken minnet altında bırakmayan, sonrasında da asla başa kakma bulunmayan iştir.

“De ki: Yapacağınızı yapın. Allah da, Peygamberi de, Müminler de yaptıklarınızı görecek ve gizli olanı da açık olanı da bilene döndürüleceksiniz. O size yapmakta olduklarınızı bildirecek.” (Tevbe, 105)

12 Haziran 2023

Biraz vefa ve çokça samimiyet

 

İnsan topraktan hasıl olan bedeninden ziyade ruhunda taşıdığı hislerden ibaret. Biz birini tarif ederken kaşından gözünden başlasak da aslında tarifin en doğrusu ruhtan ve dolayısıyla hislerden başlayandır.

Uzun ya da kısa boylu değil, kibar ve efendi olmalı insan.

Teninin rengi bütün ihtimalleri taşıyabilir, siyahi ya da açık beyaz da olabilir ama yeter ki dürüst ve mert olsun insan.

Kemikleri ya da kaslarının sağlamlığı ile değil, ruhunun inceliği ve ahlakının güzelliği ile öne çıkmalı insan.

Bileği bükülmez olmak da bir marifet sayılabilir ama asıl yüreği bükülmez olmaktadır yiğitlik.

Güzel adam olmanın ölçüsü çürüyüp toprak olacak et ve derilerin görüntüsü değil, hiç unutulmaz ve asla ölmez iyilikler ve hayırlar olmalı.

Ardından “iyi” denilmesi, hayır dua edilmesi, dünyadaki bütün rütbe ve sıfatlardan çok ala ve pek ala üstün olmalı gözlerimizde.

İnsan dediğin nankör değil vefalı olmalı, sahtekarlığı ile değil dürüstlüğü ile nam yapmalı.

Kapısına gelen veya karşısında duran hatta düşman olan bile samimiyetinden asla kuşku duymamalı. Dostluğu da düşmanlığı da samimi olmalı insanın. Gülüşü de kızması da samimi olmalı.

Bütün bunların üstüne bir çadır gibi emniyet hissini örtmeli, emin olmalı insan. Sevene ve sevmeyene, sevdiğine ve sevmediğine aynı ölçüde adil ve emin olmalı. İnsanlar haklarından emin olmalılar, sırt dönebilmeli, endişe etmeden emanet bırakabilmeliler.

Dünya avucumda dönmeyecek, bundan gocunmaya gerek yok. Yaşayan en önemli insan ben değilim, bundan dolayı kendimi kötü hissetmeme gerek yok.

Yeryüzünde hatasız hiçbir insan olmadığı gibi ben de hatasız değilim. Bunu kabul etmeli ve her şeye rağmen insan gibi, adam gibi yaşamak için gayret etmeliyim.

Bütün iddia ve fikirlerim doğru olmayabilir hatta belki hiç doğrum yoktur. Kendimi doğrultmak ve doğru bir yola yönelmek için gayret etmeli ve kınanmaktan korkmamalıyım.

Muhasebeye çekilmeyi beklemeden kendimi hesaba çekebilmeli ve günün sonunda kasada kalanı bilmeliyim yani kar ne kadar, zarar ne kadar görebilmeliyim. Bir sonraki gün varsa zararımdan kurtulmalı, karımı artırmak için çalışmalıyım. Ticaretin kuralı ya da amacı bu değil midir zaten.

Dünyayı kurtarmak gibi büyük hayaller yerine, kendimi ve çevremi kurtarmak gibi daha gerçekçi ve ulaşılabilir hedefler belirlemeliyim. Ne kendimden ne de başkalarından gücümüzün yetmeyeceği şeyler beklememeliyim zira Allah da bizden öylesini istemiyor.

Kendimi de başkalarını da kandırmaya gerek yok. Ben basit bir insanım, Tarihin akışına yön verenlerden değilim, olamayacağım da. Teknolojide bir çığır açmam da beklenemez, yeterince açıldı zaten o çığırlar. Yere gölgesi düştü diye toprağın sevindiklerinden olmam pek ihtimal dahilinde değil ama öyleleri de geldi ve geçti.

Eşi görülmedik işlere imza atanlar, güzellik ve zenginliğine hayranlık duyulanlar, marifet ve sohbetine doyum olmayanlar, varlıkları ile gönüllere su serpenler, yoklukları ile yürekleri dağlayanlar oldu bu dünyada ama hepsi geçip gittiler.

Ne peygamberler kaldı ne salihler.

Ne dervişler kaldı ne şeyhler.

Ne cömertler kaldı ne cimriler.

Ne hainler kaldı ne yiğitler.

Ne münafıklar kaldı ne sadıklar.

Geldiler ve geçip gittiler. Tıpkı bizim geldiğimiz ve geçip gideceğimiz gibi.

Şu dünyaya bu kadar bağlanmaya ne gerek var?

05 Haziran 2023

Mütevazi insanların küçük mutlulukları

 

İnsan hayatın farkına ilk vardığı gençlik devresinde, yetiştiği çevreyle doğru orantılı ancak oldukça uçuk hedeflere yönelebiliyor. Kendini dev aynasında görmek için gayet müsait bir dönem olarak gençlik bir diğer deyişle ergenlik, fikir ve hayat planlarında, hayal dünyasında ve gerçek alemde sıkıntılara sebep olan, bir nevi serserilik sayılacak köşelerde dolaşmayı kolaylaştırıyor.

En iyi ve yakinen tanıdığım için; ortalama muhafazakâr bir ailede ve dahası İslami bir çevrede yetişen gençlerin de o dönemlerinde, ülke ve milleti kadar bütün bir ümmeti kurtaracak hayaller ve planlar üzerinde kafa yormalar, meşhur ifadesiyle “bir gecede devlet yıkıp devlet kurmalar”, devrim ve inkılap üzerine büyük konuşmalar, sabahlara kadar çoğu zaman duman altı ortamlarda, bütün samimiyet ve delikanlılıkla kafa patlatmalar ve sabahında büyük bir vazifeyi yerine getirmiş olmanın gurur ve yorgunluğu ile uykusuz gözlerle okula ya da işe dönmeler.

Herkesin kendi çevresinde oluşturduğu steril ortamında, kendince mutlu mesut geçirdiği, bunalım ve sıkıntıların bile aslında bir tür teselli sayıldığı ergenlik, normalde belli bir kafa yaşı ile biten, hayatın gerçekleri ile yüzleşildiğinde ayakları yere daha dengeli basan bir geçiş dönemi olması gerekiyor.

Bu süreci ortalama bir beceri ile ve en az hasarla atlatan ve olaylara biraz daha soğukkanlı bakmaya başlayan bizim gibi elli yaş üstü “İslamcı” bireylerin, gençlik yıllarında bir gecede yeniden Viyana kapılarına dayanan ordularının yerini “Tanrımıza hamdolsun” yerine “Allahımıza hamdolsun” demesini yeterli gördükleri ordular alabiliyor.

Kuvvetler ayrılığı prensibini, asker ruhlu bir millet olarak “kara, deniz ve hava kuvvetleri” şeklinde formüle edebiliyoruz. Zaten cumhuriyet idaresini de biz istediğimiz için değil, başımıza geldiği için benimsiyor oluşumuz, içimizdeki şatafatlı törenlerle tahtında oturan sultanların özlemini tetikliyor.

Hayaller ve gerçekler arasında fikir üretmek ve o fikri yürütmek tabii ki hiç kolay değil. Baksanıza biraz kafayı biraz fazla yoranlarımız ya aklını kaybediyor ya imanını!..

Kafası çalışmanın en sıkıntılı yanı da dönüp kendine tapınmak olunca ve şeytan bu konuda oldukça usta bir yoldaş, nefisler de zaten her türlü gazla yükselmeye müsait bir içgüdü ile yandaş olunca felaketimiz kaçınılmaz oluyor.

İşte tam da bu noktada geldiğimiz yer, vardığımız duygusal çizgi, büyük hayallerden küçük gerçeklere evriliyor. Devlet yıkmak yerine bir önyargıyı yıkmanın, devlet kurmak yerine bir gönülle kaliteli bağ kurmanın mukayese edilemeyecek kadar değerli farkını görmemizi sağlıyor.

Erken gençlik dönemlerinde gördüğümüz kadar önemli insanlar olmadığımızı, -dünyayı değiştirecek gücü elde etme ihtimalimiz bir yana- öyle bir gücün insanlarda olmadığını, kesin ve tartışmasız, köşeli ve gergin fikirlerin bize ve insanlara faydasının pek bulunmadığını, bir nefes sıhhatin en büyük devlet olduğunu, büyük işlerin kahramanları olmadığımızı ve aslında insanın küçük hedeflerle yetinmesi gerektiğini ve daha nice olanları ve olmayanları idrak ettiğimiz bir dönemdeyiz.

Büyük fetihlere içimizdeki mehter marşları eşliğinde uğurlamayı hayal ettiğimiz ordu, küçük bir kız çocuğunun güvenle elinden bir bisküvi paketini alabildiği askere dönüşüyor. Garip ve yetimlerin dişlerini göstererek gülebilmesi, içimizdeki pek çok duyguyu karşılamaya yetiyor.

Bir çocuğun kahkahası, bugünün zalim dünyasında oldukça büyük bir devrim sayılır zaten!

Yetimlerin gözyaşlarını silmek yeterince büyük bir inkılap sayılmaz mı?

Bizi büyük gösteren dev aynası zalimlerin gözlerinde gözlük gibi takılı kalsın, heybetimiz olacaksa onların gözlerinde olsun, dizlerindeki bağı çözsün parmaklarımızda bir marifet varsa…

Genç ve zinde planlar ve hiç kırılmayan hayaller ülkesidir gönlümüz.

Bizden geçmez insanlık, bizi geçemez insanlık.

Ve hep gencecik cennet yolcularıdır ruhlarımız, kim ihtiyarlıyası.

Küçük mutluluklar kumbarasıdır gözlerimiz, kulaklarımız göklere açık, bizden kim isyan duyası.

Umut ekiyoruz her sabahın seherinde tarlalarımıza, gür ekinler yetişiyor her ikindiye doğru ve her akşam hasat, her gece vuslat bize.

Biz hiç usanmadık yürümekten, koşuların başlaması ya da bitmesi belirlemedi hızımızı, herkes durduğunda da koşmalara doyamadık.

Mesele bir nefes almak ve vermekten ibaret, ömür dediğinin göz açıp kapayıncaya kadar süresi.

Çiftçinin hoşuna giden, kafirleri öfkeden kudurtan gür başaklı ekinler ülkesi!

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...