25 Eylül 2023

Müslümanlar neden bu halde?

 

Genelde İslam’ı temelden reddedenlerin kullandığı ancak kalbinde eğrilik olanların da kolaylıkla kanabildiği bir argüman, bir iddia olarak karşımıza çıkan, “İslam mükemmel bir din ise neden Müslümanlar bu halde” sorusunun tek bir cevabının olmadığını biliyoruz.

Her söz ve kalem sahibi kendi zaviyesinden bu iddialara cevaplar verdi ve vermeye devam ediyor. Esasen bir Müslüman için İslam’ın izzetini temsil ve müdafaa etmek en önemli iman alametlerindendir. Hele de son birkaç yüzyılda Müslümanların tarih sahnesinde geri plana düşmeleri ve hatta batının ve batılın boyunduruğuna girmeleri, dünyalık pek çok meselede yetersiz ve fakir kalmaları, İslam düşmanlarının bu iddia ile her şeye kazanç ve sonuç odaklı yaklaşan yeni neslin kafasını karıştırmakta kullanması maalesef önü alınamaz bir saldırıya dönüştü.

Teknolojik gelişmeleri bile İslam aleyhine delil olarak kullanmak gibi anlamsız ve değersiz iddiaların sebep olduğu fikir karmaşasının yanında imanı da araştırma ve ilimle desteklenmeyen bazı akılları ve kalpleri bulandırmakta başarılı oldukları bir ortamda, insanların her birinin farklı bir açıdan gönüllerine hitap eden ilim ve fikir sahiplerine ya da basılı ya da dijital bilgilere rastlamaları da bir nasip meselesi. Pek çok genç bu basit muz kabuğu mesabesindeki iddialarla kayan ayağının sonucunda yüz üstü küfrün çamuruna saplanmakta.

Hemen her şeyin kaynağını batı gören ve bununla batıyı ilahlaştırıp tapınma seansları ile kendini tatmin eden yurdum batıcılarının kendilerini sağlama almak ve doğru yolda olduğuna dair bir huzur hissi elde etmek için çevresine yeni batı kulları toplama hevesi, Mekke cahiliyesinde önünde çıplak olarak el çırparak ibadet ettiğini iddia edenlerden pek de zekice değil.

Bu amaçla muhataplarının dini duygularını ve imanlarını hedef alan saldırıların altında yatan ilginç heves ve gayretin altında da aslında İslam karşısında yaşanan fikri mağlubiyetin olduğunu tahmin ediyorum. Elde edemediği ciğere mundar diyen tilki kurnazlığı ile yerine daha iyisini koyamadıkları İslam’a düşman olmaları bir yerde anlaşılır bir durum. Düşünsenize yüzlerce yıldır saldırıp antitezler ortaya attığınız bir din sapasağlam olduğu gibi duruyor ve siz hiçbir zaman o dinin sağladığı ferdi huzur ve toplum barışını dünyaya sunamıyorsunuz. Aşağılamaya çalıştığınız her alanda bu dinin mensuplarına borçlu çıkıyorsunuz. Bu muhataplarımızın psikolojisini bozan durum, onları bize karşı daha saldırgan hale getiren sebeplerden biri.

Tabi bir diğer açıdan da maddi güçle imha etmek için çok uzun zaman devam eden hatta 21. yüzyılda bile dillendirilen Haçlı Seferleri sonucunda elinizde yine pek bir ciddi kazanım kalmamış. Neredeyse bin yıldır tüm askeri güç ve silahlarınızla saldırdığınız, işgal ederek soykırımlar uyguladığınız, medeniyetine dair her bir alandaki eserlerini yakıp yıktığınız bu dinin temelini sarsmak bir yana, oraya erişemediğinizi görmek ciddi bir travma olarak batının bilinçaltında fokur fokur bir öfke kazanı kaynatıyor.

Endülüs’te bitirdik sandıklarında İstanbul’da karşılarına çıkan, İspanya’dan Afganistan’a her yerde işgal ve katliamlarına rağmen bir türlü boyun eğdiremedikleri bu millete, son bir asırda uyguladıkları sistematik yok etme politikalarının da sonuçsuz kaldığını arkalarına baka baka terk etmek zorunda kaldıkları topraklarımızdan kaçarken düşürdükleri köleleri hala onların ardından serenatlar yakarak kutsama ayinlerine devam ediyorlar.

Bütün hırpalanmışlığımıza ve ezilmişliğimize rağmen hala ayaktayız ve yenilgilerle dolu son yüzyılın enkazından fidanlar vermeye devam ediyoruz. Evet, bu devran bugün onların lehine dönüyor ve üstünlük onlarda, zenginlik onlarda, silah onlarda, güç onlarda!

Bu İslam’ın hakikatine ya da üstünlüğüne gölge bile düşüremez! Zira, Allah’ın dünyaya koyduğu kanunlarındandır; değişik zamanlarda farklı milletler öne çıkar, zenginleşir, baskın olur. Sonra devran değişir, ezilenler üstün gelir. Bizim kısmetimize altta kalanın biz olduğumuz devir geldi, ne diyelim? Bakalım, belki devranın döndüğünü de görürüz.

Dün İslam bugün küfür, yarın küfür ertesi gün yeniden İslam milleti üstün gelir. Bu günler insanlar arasında döner durur.

“Size bir yara dokunduysa karşı topluluğa da benzer bir yara dokundu. Allah'ın gerçekten iman etmiş olanları ortaya çıkarması ve aranızdan şehidler edinmesi için bu günleri böyle aranızda döndürürüz. Allah zalimleri sevmez.” (Ali İmran 140)

Kafası herhangi bir soru ya da saldırı karşısında karışan her Müslümanın kesinlikle bilmesi ve asla unutmaması gereken bir gerçek olarak, bu dinin her alanda kalpleri tatmin edecek muhteşem cevapları vardır. Kafamızı bulandıran, kalbimizi zorlayan herhangi bir konuyu ehline götürmemiz halinde tatmin edici cevaplar almamız işten bile değildir. Çevremizde ya da sosyal medyada üstümüze boca edilen fitne ve şüphe tohumlarını, yaymadan ve sadece hakikati idrak maksadıyla ehli olduğunu bildiğimiz insanlara götürmek en hızlı ve temiz yoldur.

Sahip olduğumuz imanın üstüne titremek ve en ufak soruları bile cevaplandırarak beynimizin bir yerinde takılı kalmasına engel olmak en doğrusu olur. Bu gibi küçük sıkıntılar zamanla birikmeden ve büyümeden temizlenmelidir.

Cep telefonlarımızın ekranlarını çizdirmemek için gösterdiğimiz gayretin alameti olan koruma jelatinleri ile bir şekilde kalplerimizi de kaplamak zorundayız. İmanın çiziklerden muhafaza edilmesi için onu ilim ve hikmet ile korumaya almak gerekiyor. Bunun yolu ehil bir alim ya da alimlerden nasihat dinlemek ve imkan varsa ilim tahsil etmektir.

En değerli hazinemizi korumak için çaba sarf etmek, hidayetimizi kaybetmemek için gayretlerle dualara sarılmak dünyadaki en önemli vazifemiz ve tabii kazancımızdır. Allah sonumuzu hayreylesin.

04 Eylül 2023

Irkçılık fikir dünyasının çukurudur

 İnsan, eşrefi mahlukat olması hasebiyle diğer tüm canlılardan farklı ve özeldir. Kendisi için Allah’ın yarattığı her şey emrine ve hizmetine sunulan insanın, tek sorumluluğu da yalnız Allah’a kulluk etmekten ibarettir. Bu kulluğun içinde dünyanın imarının da bulunduğu kabul edilir. Zira kulluk bununla gerçekleşecek ve sonraki nesillere aktarılacaktır.

İbrahim(a)’in Kabe’yi imar etmesi gibi. O, bununla insanlara ibadet mekânı hazırlamış ve onları davet etmiştir. Aynı şekilde insanların barınma ve sair hayati ihtiyaçlarını görmeleri için yapılan tüm iş ve işlemler de dünyanın imarı olarak kabul edilir.

Bu konuda insanların hizmetine sunulan diğer canlılardan faydalanması ve gerekeni gerektiği gibi kullanma hakkı bulunmaktadır. Hayvanperestlerin sandığı gibi onların alanına girilmesi ya da onların et ve sütlerinden faydalanılması bir haksızlık ya da sömürü değil tam aksine bir hak ve gerekliliktir.

Hayatın işleyişi içinde Allah’ın imtihan gereği izin verdiği itaat ve isyanlar, kabul ve retler, farklı düşünce ve inançlar ortaya çıkabilir. İnsanların dünyanın imarı konusunda yaklaşımları çok uzak köşelere kadar savrulabilir.

Bütün bu fikir altyapısından oldukça çeşitli siyasi ve ideolojik akımlar türeyebilir ve türemiştir de. Hem din kaynaklı hem de dinsizlik kaynaklı birçok “dünyayı imar etme” veya “aleme nizam verme” hedeflerine yönelik siyasi yönelimler ortaya çıkmıştır.

İslami bir dünya görüşüne sahip bizim gibi Müslümanlar için alemin nizamı ve dünyanın imarı ancak İslam ile sağlanabilir. Bunun karşısında yer alan kapitalist için kendi ideolojisi en ideali iken, komünist için de kendi fikri en doğru yoldur.

İtikat/İnanç doğal olarak siyasi duruş gerektirir ve belirleyicidir. Hatta inançsızlık veya sapkın yönelişler de bir siyasi duruşa sahiptir. İnsanın inandığı değerler üzerinden kendine bir yer bulması en normalidir zaten.

Siyasi tavırların en alt seviyesi ise ırkçılıktır. Zira ırkçılığın kendi ırkından başka dünyayı imar etmek gibi bir hedefi yoktur. Aleme nizam değil ancak yıkım ve felaket getirir. İnsanlardan bir zümre ya da ırkın kendini diğerlerinden üstün görmesi herhalde yaratılışa inanan ilahi din için de, seküler anlayış için de kabul edilebilir bir şey değildir.

Akıl ve mantıkla izah edilmesi mümkün olmayan bu üstünlük iddiasının temeli de boştur. Zira kimse doğarken ırkını seçmediği gibi, bugün gerek yeryüzünün birçok yerinde gerekse ülkemizde saf ırk ya da ari ırk gibi bir şeyden de bahsedilemez.

Hele biz Müslümanlar için üstünlük ölçüsünün takva olduğu tüm dini delillerle sabit ve tüm aklı selim sahibi olanlarca makbul iken, bir Müslümanın kendi ırkını üstünlük sebebi görmesi olsa olsa cehalet ve sapkınlıktır.

İslam bize kendi aile ve yakınlarımıza ayrı bir özen göstermemizi hatta akrabalarımıza iyilik etmeyi emreder. Kendi ırk veya diğer türleriyle yakın hissettiklerinin dünya ve ahiret iyiliği için gayret etmeyi de kesinlikle normal ve makbul bir davranış olarak görür.

Müslümanın kendi yakınlarını, akrabalarını ve ırkını sevmesi asla ve kat’a ırkçılık değildir. Irkçılık temelde, kendinden olmadığını düşündüklerini küçük görmek ve kendi kanından olanları diğerlerinden üstün saymaktır.

Hasbelkader ülkemizin bir şehrinde ve bir Türk ailesinde dünyaya gelen bebeğin hangi sebeple Afrika ya da dünyanın başka bir yerinde dünyaya gelen çocuktan üstünlüğü olabilecektir? Anne ve babası Türkçe konuştuğu için anadili Türkçe olan biri hangi sebeple anadili Arapça olan birinden üstün olabilir? Ya da İngilizce ya da Fransızca?

İnsanlık gen havuzunun ne kadar karıştığını sosyal deneylerle ispatlamanın da bir anlamı yok. Zira kimse zaten genetik testler sonucu ırkını belirlemiyor. Kendini mensup saydığı ve kabullendiği ırkı benimsiyor insanlar.

Irkçılığın ne ağır bir hastalık olduğunu anlamak için en net göstergelerden biri de, bu kesimin siyasi haritalarla tavır belirlemesidir. Örneğin; Şanlıurfa’nın Akçakent ilçesinde yaşayan bir Türk vatandaşı Arap, sınırlar çizilirken tel örgünün diğer yanında kalan akrabasından üstün ve imtiyazlı görülmektedir. Antakya’da yaşayan Türk vatandaşı bir Arap, Halep’ten gelen Suriye vatandaşı bir Türk’ten daha imtiyazlı görülebiliyor. Akla ziyan bu gibi basit duruşlar bile ırkçılığın nasıl saçma bir fikir olduğunu anlamaya yeter.

Irkın bir gen değil aidiyet hissi olduğunu iddia edenlere ise teklifim; madem öyle bırakın ülkemize sığınan Araplar ve diğer milletlerden olan insanlar da bir aidiyet hissi geliştirsinler. Müsaade edin buraları kendi toprakları gibi görsünler ve terlerini hatta kanlarını döksünler bu topraklara. Sonuçta belki sizden daha çok buraya aidiyet hissedecek ve o zaman sizden daha çok Türk olacaklar!

Gerçi son yüz yılımızı kendi aramızdaki farklı ırkları kabul etme sorunuyla geçirmişken bu yeni gelenlere nasıl davranacağımızı az çok tahmin ediyorduk ama iş idare edilebilir sınırları aşmaya ve iç savaş çığırtkanlığına kadar vardığına göre; son kırk yılını terörle mücadele ile geçiren bir ülke olmanın tecrübesiyle daha akıllı ve tedbirli adımlar atmamız gerekiyor.

Modern dünya göç ve göçmen gerçeğini kabullenen ve aralarına yeni katılan insanları bir potada eritip kendi ideal ve istikbali için kullanan ülkeler tarafından idare ediliyor. Bu pratik gerçekle kavga eden toplumlar ise hem iç huzurunu hem siyasi gücünü kaybediyor.

Son iki yüz yılını göç hikayelerinin oluşturduğu bir yakın tarihe sahip bizim gibi bir ülkenin çok daha yere basan ve uygulanabilir bir göç politika geleneği ve pratiği geliştirmesi gerekirdi. Ne yazık ki oldukça geç kaldığımız bu konuda hala ciddi bir adım atabilmiş değiliz.

Dün gelenin bugün geleni istemediği bir düzen Afrika düzlüklerindeki vahşi hayvan sürülerinde kalan bir uygulamadır. İnsanlar konuşarak ve dinleyerek anlayabilir ve anlaşabilirler.

Ve empati denilen muhatabı anlama gayreti oldukça değerli bir insani erdemdir!

28 Ağustos 2023

Profesyonel Müslümanlık olabilir mi?

 Öncelikle kavramlarda anlaşmak gerekiyor. Çağımızın ya da tüm çağların nesiller arası çatışma denilen sıkıntısının temelinde yatan da herhalde kavram anlaşmazlığıdır. Ortak anlamlar yüklenmeyen kavramlarla iletişim kurulamayınca iş kavgaya varabiliyor. Benzer bir durum aynı dönemin ve hatta aynı toplumun insanları arasında da rahatlıkla yaşanabilir. Bu yüzden söylemek istediğimizle neyi kastettiğimizi izah etmek durumunda kalıyoruz.

Profesyonellik, temelde hemen hepimizin kullandığı şekliyle; bir iş için yetiştirilen elemanların o işi bir ücret karşılığında yapmaları olarak bilinir ve kullanılır. En yaygın kullanımlarından biri olan futbol alanı iyi bir örnektir. Her akşam halı ya da toprak sahalarda ter döken ve muhteşem beceriler sergileyen yurdum gençlerinin ve kendilerini genç hissederek bunu yapmaya devam edenlerin genel sıfatı amatörlüktür. Zira kimse onlara bundan dolayı bir ücret ödemez hatta kendileri üste para vererek oynarlar.

Bir başkası ise, bilmem kaç milyon dolara kulüpler arasında alınır satılır, antrenmanlar yapar, her bir kası için özel doktorlar tutulur, her adımı paradır, adı paradır hatta. Oynamasa bile tıkır tıkır ödemesini alır. İşte bunlara da profesyonel diyoruz.

Lafı uzatmadan asıl konumuza dönelim. Yoksa alınıp satılan kölelerin güncel versiyonları olan bu insanların üzerinde çok felsefe yapılabilir.

Peki Müslümanlık profesyonel olarak yaşanabilir mi? Yahut önüne hiçbir sıfat veya tamlama kabul etmeyen İslam için benzer bir ruh hali kabul edilebilir mi? Bir insan ücreti mukabil namaz kılsa, oruç tutsa, Kur’an okusa ve sair malum ve meşhur ibadetleri yapsa bunlardan dolayı profesyonel Müslüman olur mu?

Kur’an’da Peygamberlerin tebliğlerine karşılık herhangi bir ücret istemediklerini defalarca vurgulayan ayetlerin olması, dinin yalnız Allah için yaşanmasına dair yani ihlasla ilgili ayet ve hadislerin dikkat çeken uyarıları düşünüldüğünde, temelde ahireti kazanmak amaçlı yaşanan bir dini hayatın, dünyada bir getirisinin olması nasıl bir tenakuzdur?

Daha da tehlikeli olanı, Allah için yapılan işlerden dolayı insanlardan maddi bir karşılıktan ziyade ve vefadan farklı olarak, manevi bir üstünlük beklentisi olayın profesyonelleşmesine, ihlasın yaralanmasına hatta yok olmasına yol açmaz mı?

Biraz daha somutlaştıralım. Herhangi bir sivil toplum kuruluşu ya da cemaatin içinde faal olarak bulunan bir Müslüman için ihlasını muhafaza etmek, yaptıklarını -meğerki geçinmek için maaş alıyor olsa da- Allah için yapıyor olma hassasiyetini muhafaza etme konusu oldukça önemli ve hassas değil midir?

Bir işi icra etmek için maaş almak o işin Allah için yapılmasın elbette mâni olmaz. Tıpkı zekât memurlarına maaş verilmesi yahut cami hizmetleri nedeniyle imam ya da müezzinlere maaş verilmesi gibi. Bu insanlara, namaz kıldırdıkları ya da Kur’an okudukları için değil camiyi açıp kapattıkları, temiz tuttukları ve çocuklara eğitim verdikleri için maaş verilmesinde bir mahsur olmadığında genel bir kanaat vardır.

Herhangi bir yardım kuruluşu çalışanının da benzer hallerde maaş alması bir zorunluluk olabilir. Ancak işinde uygulama bakımından profesyonellik gerekse de niyet olarak asıl maksadını kaybetmesi hayrın ve bereketin silinmesine yol açabilir.

Olayın maddi olmayan boyutunda ise, insanların karşısında Allah’ın dinini tebliğ ve müdafaa için çıkan ancak gördüğü rağbet ve hatta uğradığı saldırılar nedeniyle, işi kahramanlığa, övgülere, yüceltilmelere kurban etme riski belki de maaştan çok daha büyüktür. Maaş alanın kalbini ihlasa yöneltmesi ve amellerini riyadan temizlemesi, alkış ve övgülerle kabaran nefsin dizginlenmesinden çok daha kolaydır.

Şüphesiz kibir şeytanın en gözde günahıdır!

Kendine profesyonel bir imaj çizen, üstten bakışlarla insanları küçümseyerek konuşan, gereksiz kahramanlığa soyunarak uğrayacağı zulümlerle şanını yüceltmek isteyen biri futbol dünyasında olsa, iyi paralarla transfer edilen bir futbolcu olabilirdi ama din sahasında bunların bir kıymeti yoktur. Din samimiyetten yani ihlastan ibarettir. Onun dışındaki her şey reddedilmiştir.

İnsanlar desinler diye yapılan amellerin ahirette karşılığı ateştir, cehennemdir. Ne büyük hoca ne büyük alim, ne güzel konuşuyor, ne büyük kahraman, ne korkusuz adam, ne cömert zengin, ne muhteşem Müslüman denilsin diye yapılan her iş, hesap günü karşılığı kalmayan ve bunu da dünyada bu hedeflere ulaşılmasından anladığımız riyanın ta kendisidir.

Alimlerimiz başkaları beğensin diye yapılan ameller kadar, başkaları kınar diye terk edilen amellerin de riyadan olduğunu özellikle belirtmişlerdir. Bu detayları belki başka bir mecrada ele almak daha doğru olabilir. Zira burada ancak kafalarda birtakım soru işaretleri bırakmak ve bu istikamette cevaplar için araştırmaya ve okumaya teşvik etmekten başka bir çözüm elde etmek pek mümkün görünmüyor.

Bu durumda bize kalan, amatör bir ruhla yani insanlardan bir ücret ya da karşılık beklemeksizin hatta üste kendi cebimizden harcama yaparak, Müslümanların muhabbet ve kardeşliğine razı olarak amelimizin karşılığını ahirette Allah’tan beklemek dışında bir seçenek yoktur.

Müslümanların kardeşlik ve muhabbeti de asıl maksat olmaksızın kendiliğinden gelen bir duygu olmalıdır. Yoksa o muhabbeti elde etmek için amel etmek de riyaya dahil olur ki, sonuç yine felakettir. Gerçi Allah(cc) bazı kullarını bize sebepsiz yere sevdirir ve biz onun ihlaslı bir Müslüman olduğunu biraz da böyle anlarız.

Netice olarak baştaki örneğimize dönebiliriz. Her akşam halı sahada ücretini cebinden ödeyerek ter döken amatör ruhlu Müslümanlar olarak kalmak en güzeli ve sonuç bakımından da en hayırlısı olacaktır. Yanımızdaki takım arkadaşlarımızdan başka bizi kutlayan olmayacak hatta alkışlayacak seyirci bile bulunmayacaktır ama o terin verdiği ferahlığı, orada atılan adımların bünyeye verdiği sıhhati başka yerde elde etmek pek mümkün değildir.

Allah(cc) imtihanlarımızı kolaylaştırsın ve kibirle riyayı bizden uzak eylesin, şeytana yol göstermekten ve koz vermekten bizi korusun.

14 Ağustos 2023

Depreme dayanıklı insanlar ve imanlar

 

Depremin gündemimize bir kez daha ve uzun süre çıkmayacak şekilde girmesinin üzerinden 6 aydan fazla bir zaman geçti. Hala bölgemizde yaşanan ve artçı denilse de insanımızın algısının ve duygu dünyasının geçirdiği sarsıntılar nedeniyle, etkisi makinaların tespit ettiği ölçeklerden çok daha fazla olan depremler yaşanıyor.

Çevremizde ve sosyal medyada yaşadıklarını anlamlandırmakta ve taşımakta oldukça zorlanan hatta bir kısmı isyana varan söylemlerle bir çıkış yolu arayan yığınla depremzede var. İnsanın en zor anı yaşadıklarına bir anlam veremediği ve neden sorusuna cevaplar bulamadığı zamanlardır. Hayatın anlamını kavrama noktasında sıkıntı yaşayan insanın yegâne çıkış yolu ve anlam çizgisi imanındadır.

Doğal olaylar ve belalar hakkında sahih ve sağlam bir iman ve teslimiyet geride kalanlar için çok ciddi bir teselli ve anlam yüklenmesidir.

Bir kere şunu net ve kesin olarak hepimiz idrak etmeliyiz ki, Allah(cc) hiçbir kuluna zulmetmez. Başımıza gelen her musibet ya da imtihanın gerek dünyamızda sebeplerini ve gerekse ahiretimizde sonuçlarını bilebilsek, bunlar bize belki de basit gelirdi. Bize uzun yıllar gibi gelen dünya hayatı aslında pek kısa ve neticesi bakımından sonsuz bir hayatın sadece bir adımı olarak düşünüldüğünde, her cefa geçecek, her sıkıntı çözülecek ve her darlık sona erecektir.

Aynı şekilde dünyanın sadece bela ve imtihanları değil, nimet ve saltanatları da geçici ve basittir. Birilerinin sürekli sefa sürdüğü gibi görünen aldatıcı dünyanın süslü yüzüne bakıp da kendi hal ve imtihanını beğenmemek, bu dünyaya çok fazla değer vermek olur. Oysa geçici olan ile sonsuz olan arasında kurulacak en bozuk terazi bile sonsuzluk tercihini mutlak doğru olarak tespit edecektir.

Evet çok ciddi sarsıldık ve hala sallanmaya devam ediyoruz. Bunun psikolojik sonuçları var ve biz bunları günübirlik yaşıyoruz. Kaybettiklerimizden dolayı Allah(cc) kalplerimize sekinet veriyor hamdolsun. Yaşadıklarımızdan dolayı kendimize yaptığımız telkinler ve göstereceğimiz sabır oldukça değerli. Bela anında sabır, Allah(cc)’in azamet ve kudretini hatırlamak, iman ve teslimiyetle O’nun takdirine boyun eğmek ile mümkündür.

Allah(cc), kullarından bir zümrenin canını o gece ve devamındaki günlerde almayı murat etti ve aldı. Verirken bize sormamıştı, alırken de sormadı! Verdiklerinden dolayı şükrümüzü eda etmek ve aldıklarından dolayı sabretmekten başka bir yol, biz iman edenler için yoktur. Esasen isyan edenler de daha büyük bir çıkmaza girmekte ve ruhi durumları daha da zor ve çıkılmaz kuyulara düşer gibi bir darlık ve sıkıntı ile yıkılmaktadır.

Dünya hayatında akrabalık bağları ile sevdiğimiz, birtakım isimlerle kendimizi bağlı hissettiğimiz her insan, Allah(cc) için yarattığı kullarından bir kuldur. O’nun hepimiz için çizdiği takdirin içinde bize çok özel gelen bu insanların yeri çok ama çok küçüktür. Zaten öldükten sonra bu bağların bir anlamı kalmayacak ve hesap günü hepimiz birbirimizden kaçacağız. En sevdiklerimiz bize o gün sırt çevirecek!

Bu gerçeklerle, doğal afetlerin takdiri ilahinin dışında olmadığını unutmamak gerekiyor. İnsanlar bu olayları sebepler alemine alametleri çıktıktan sonra tespit edebilir ve tahminde bulunabilirler. Hadise yine takdire tabi olarak meydana gelir ya da gelmez. Bunun tayini de ancak Allah(cc)’in elindedir.

Kısaca; İsrafil(a) bilime değil takdire tabiidir.

Bilim, sebepler aleminde olayların alametlerini keşfetme ve sonuçlarını tahmin etmektir. Bilim bir güç değil güçsüzlüğüne yani acziyetine bir çare arama yoludur. Bu sebeple bilimle meşgul olan Müslümanların kâinatın düzen ve işleyişini idrak ettikleri ölçüde iman ve teslimiyetleri artar.

Hava durumu tahminleri gökyüzündeki hareketleri takip ederek, bunların muhtemel yolculuklarını ve sonuçlarını ihtimal olarak tespit etmekten ibarettir. Muhtemeldir ki, Allah(cc) farklı bir yönden başka bir rüzgâr estirip bütün tahminleri alt üst etsin. Yine olabilir ki tahminler aynen ortaya çıksın ve insanlar bildik diye sevinsin. Oysa olan Allah(cc)’in takdir ve tayininden ibarettir.

Deprem de buna benzer sebepleri ile tahmin edilebilir ancak bu tahminler yağmurun yağacağına dair yapılan tahminlerden daha sağlam değildir. Fay hatları takip edilebilir, ha kırıldı ha kırılacak diye beklenebilir. Nihai neticeyi ancak ve sadece Allah(cc) bilir.

Ne zaman, nerede ve hangi şiddette bir deprem olacağı ve bunun sonucunda hangi binaların yıkılıp hangilerinin ayakta kalacağı, kimlerin ölüp kimlerin kurtulacağı bilgisi elbette ve sadece Allah(cc)’in katındadır. Biz zayıf binaların yıkılacağını tahmin ederiz ama yığma gecekondular ayakta kalır da bilmem kaç milyonluk planlı, projeli, ruhsatlı ve iskanlı apartmanlar yıkılır. Bu yüzden kendimize ve bilimsel çalışmalarımıza çok fazla önem atfetmekten ve bu gibi olayları bilimle açıklar ve her şeyi bilimle çözeriz zannetmekten kaçınmak gerek.

Baksanıza, Allah(cc) onların şehirlerini depremlerle yıkmasın diye kayaları oyup büyük saraylar inşa edenlerin yerlerinde yeller esiyor ve mahremlerinde parayı veren turistler geziyor. Dünya üzerinde kalıntıları bilinen çok fazla saltanat geldi ve geçti. Gelen geçecek, kanun böyle, takdir böyle! Kimse bunu değiştiremeyecek.

Her birimiz, kendimize ayrılan sürede, kendimiz ve neslimiz için dünyayı imar ederken, ahiretimiz için ne biriktirebilirsek onunla ayrılacağız bu alemden. Gideceğimiz yerde ne deprem var ne ölüm! Bir kere ölecek ve ölümsüz olacağız. Ölmeden olmuyor…

24 Temmuz 2023

Geçmişten bugüne bir göç hikayesi

 

Hemen hepimizin bir şekli ile karşı olduğu halde bir yandan da içten içe besleyip büyüttüğü göçmen karşıtlığı, farklı seviye ve türlerle sürekli karşımıza çıkmaya devam ediyor. Peki bu yeni bir şey mi? Bizden öncekilerde bu işler nasıl yürüyordu? İnsanlık tarihi kadar eski denebilecek bu göçmenliğin bir sonu olmayacak mı?

Bir kere en başta şunda anlaşalım:

Dünya insanın mutlak yurdu değil, geçici bir süre barındığı ve bir şeylerle avunduğu, sonra da ölüp terk ettiği bir gölgelik, bir ağaç altı sığınağı, bir mola, bir heves, bir hülya, bir rüya yahut bir bela ve imtihanlar ülkesidir. Buradaki misafirliğimiz son insan can verdiğinde tamamen bitecektir.

Bu ahiret inancına sahip olmayan ve insanlığın başlangıcı ve sonu hakkındaki ilahi fermana iman etmeyenler için sözüm burada biter. Onlardan yazıya devam etmemelerini ve sayfayı kapatmalarını rica ederim. İman edenler için ise, nefes aldığımız sürede söylenecek bir şeyler olmak zorundadır. İşte onlardan bazıları.

İslam tarihinin kırılma noktalarından biri olan; İsmail(a) ve İshak(a)’ın farklı annelerin çocukları olmalarından yola çıkarak, İsmail oğullarının Yahudi olamayacağı ön kabulü ve neslin anneden devamını esas almak gibi fıtrata aykırı bir görüşü benimseyen İsrail oğullarının, İsmail neslinin nadide son halkası Muhammed(sas)’in peygamberliğini inkar için tutundukları uyduruk ve çürük dalın adı ırkçılıktır.

Allah(cc)’in son Resulü Muhammed(sas) yere düşmeyen gölgesi ile Mekke’de peygamberliğini ilan ettiğinde, müşriklerin ileri gelenlerinden birinin itirafında yer alan, “O’nun aşireti ile benim aşiretim rekabet halindedir; onlar hacılara yemek verince biz daha fazlasını verdik, su dağıttılar biz de dağıttık, şimdi onlar bir peygamber çıkarttı, ben nereden bir peygamber bulup karşısına çıkarayım” hezeyanında ifadesini bulan inkarın sebebi ırkçılıktır.

İblise, “Onu topraktan beni ateşten yarattın, ben ondan üstünüm” cümlesini kurduran ve kıyamete kadar bize düşman eden haset ırkçılığın temelidir.

Müslümanlar için ırkından dolayı birini aşağılamak, hor görmek ya da aleyhine olmak gibi bir düşüklük kabul edilemez! Bizim dünya ve ahiret için geçerli kalite kontrol mihengimiz takvadır. Mü’min ve muttaki olan birinin ne adına ne rengine ne diline ne dişine ne soyuna ne üstüne ne de başına bakmaz, kardeş biliriz.

Kardeş bilmenin ilk ve kesin kuralı ise sevmek ve dünyalıklarını paylaşmaktır. Kardeş kardeşine sahip çıkar, onu düşmanına teslim etmez, ona zulmetmez, zulmedilmesine müsaade etmez! Kardeş kardeşe, yurdunu ve yuvasını açar, ekmeğini paylaşır, dizine derman olur, gözüne fer!

Biz işin bu kısmını beceremediğimize göre samimi olarak gerçekten iman kardeşliğine inanıp inanmadığımızı, kalbimizde bir burukluk olmadan kardeşliği içimize sindirip sindiremediğimizi kontrol etmemizin ve kendimizi bu konuda hesaba çekmemizin tam zamanıdır. Zira gelecek günler bu kardeşlik iddiamızın daha da sorgulanacağı ve daha ağır imtihanlara tutulacağı günler olabilir.

Hicret ve göç hikayelerinin en keskin ve en uzak iki örneğini hemen hepimiz çok biliyoruz.

Mekke’den Yesrib’e hicret edenler, dünyanın geleceğine ışık tutacak bir medeniyetin temel taşları oldular ve biz onları kıyamete kadar örnek ve önder olacak bir nesil meydana getirdiler. Onların da ilk zamanlarında aralarında sorunlar, kavgalar hatta savaşlar vardı. Bunları aştılar ve saadet asrına zemin oldular.

Oradan geçen asırlar sonrasında İslam ile tanışan göçebe Türkmen kabileleri büyük imparatorluklar kurdular ve yüzyıllar boyu sürecek bir destana imza attılar. Dahası örnek aileler olarak fethedilen şehirlere yerleştirilen göçmen aileler vesilesiyle Avrupa’da özellikle Balkanlar’da İslam’ın kök salmasına yol açtılar. Aradan geçen ve devletlerinin gerilemesi ve nihayetinde dağılması ile sahipsiz kalan göçmenlerin Anadolu’ya geri göçü sonrasında gelenlere yine göçmen dendi ve yine uzun bir süre dışlandılar.

Ne giderken ne gelirken göçmen değildi onlar; tıpkı Suriye’den, Irak’tan ya da Kuzey Afrika’dan bu topraklar gelenler gibi. Çok değil daha yüz yıl önce Trablusgarp’tan, Trablusşam’dan, Sana’dan Bağdat’tan, Halep’ten, Kudüs’ten Medine’den, Kahire’den, Humus’tan, Bosna’dan Niş’ten gelenlere pasaport sorulmuyordu.

Kim neden göçmen olsun ya da kim neden göçmen olmasın?

Kim kalıcı? Neye ve kime göre yerli? Kim nerden geldi, kim nereye gidiyor?

Bu soruların cevaplarını aramak zorundayız. Yoksa kervan göçer biz dağlar başında kalırız!

10 Temmuz 2023

Göçmenler göçecek de biz kalacak mıyız?

 

Bir kaç gün önce Avrupa’nın en batısında, geçen hafta ortalarında Fransa’da yaşananlara benzemeyen bir göçmen krizi daha yaşandı ve Hollanda’da koalisyon Başbakan Rutte’nin geçici sığınma statüsü alan göçmenlerin aile birleşimi haklarını kısıtlamak istemesi üzerine düştü. 

Avrupa’nın en müreffeh ülkelerinden Hollanda’da göçmen kabul merkezlerinde yeterli yemek ve yatak temininde sorun yaşanması ile başlayan tartışmalar hükümeti bu noktaya getirdi. Tabi ki Ukraynalılar sorunun parçası değil, olmadılar da. Onlara göçmen değil aileden bir misafir muamelesi yapılıyor. Kralın saraylarından birinin onlara tahsis edildiğini bilmek yeterli sanırım.

Bizde ise göç ve göçmen hadisesi politik malzeme olarak kullanılmaya ve gerçeğinden koparılarak, beyin damarları ya tıkalı ya da daralmış faşistlerin toplumu germek ve muhtemel bir kargaşaya zemin hazırlamak için sarıldıkları bir dikenli tele dönüşmüş durumda.

Tam bu noktada unutulmaması gereken acı gerçeğin “hepimizin aslında dünyada göçmen olduğumuz ve asıl yurdumuzun cennet olduğu” gibi zihinde kekremsi bir acı tat bırakan ve ölümü çağrıştıran ahireti hatırlamak gerekiyor.

Yeryüzü ya da ondan payımıza düşeni ifade eden vatan kavramına gelince, bu konuda çok değil bin yıllık maziyi anmak herhalde yeter.

Yeryüzü Allah(cc)’ın mülküdür ve bunu dilediği kullarına verir. Bir yeri vatan edinmenin çok fazla yolu vardır. Mesela biz Anadolu’yu savaşarak ve yerli halkına galip gelerek yurt edinmişiz. Bir başkası anlaşma ile yerleşmiş, emek vermiş, katkıda bulunmuş ve buralı olmuş.

Bir diğeri yüzyıllar boyu İslam medeniyet merkezi olduğu için göç etmiş buralara, bir başkası ekonomik, öteki siyasi, beriki başka sebeplerle gelmiş ve yerleşmiş yurt edinmiş, çalışmış, kan ve ter döküp buralı olmuş. Kimisine atasından miras kalmış, emeksiz sahip olmuş bu vatana.

Bir imparatorluk bakiyesinde yaşamanın doğal sonucu olarak; dara düşen, kovulan, sürülen hatta keyfi isteyen herkes gelmiş bu topraklara. 72,5 çeşitten bir millet olmuşuz. Kayıtlara İslam milleti olarak düşmüşüz. Sadece yüz yıl önce İslam milleti ve diğerleri varmış burada. 

Salname adı verilen bir tür devlet arşiv belgelerinde, nüfus sayımı bölümlerinde milletler böyle sayılıyordu; İslam, Yahudi, Hristiyan, Latin, Ermeni gibi. Şimdi adları kayıtlarda farklı milletler olarak geçmeyen Türkler, Kürtler ve Araplar arasında bir yurt, vatan, yerli ve göçmen tartışması ne kadar da yapay…

Boşnakla Bulgarın, Çerkesle Zazanın, Türkle Kürdün ne kadar hakkı varsa bu imparatorluk bakiyesinde Suriyeli Türkmenin, Kürdün ve Arabın da o kadar hakkı var. Selçuklu Sultanı Muhammed Tuğrul bey kardeşi Davud Çağrı beyin desteğiyle Rukneddin (dinin direği) ünvanını aldığı günden, Sultan Muhammed Alparslan’ın Halep’ten Malazgirt’e yürüdüğü günden beri bu böyle.

Göçmen krizi batılıların belasıdır, biz  doğuluların değil, olmamalı da. Bizim imtihanımızdır ve biz bugüne kadar başarıyla verdiğimiz gibi bundan sonra da Allah’ın izniyle geçeriz bu imtihanı. 

Kardeşler olmanın doğal sonucu olarak; kızsak da küssek de darılsak da hatta kavga bile etsek, kan bağı gibi koparılması düşünülemeyen din kardeşliği bağımızın varlığını unutmadığımız ve bu sağlam ipi bırakmadığımız müddetçe bizim bir göçmen krizimiz olmaz. 

Tabii ki bu sadece eskiden gelenlerin değil yeni gelenlerin de sorumluluklarını yerine getirmeleri ve yurdu sahiplenerek taşın altına ellerine koymaları ile mümkün olur. Bugüne kadar yaşana pek çok olay ortaya koydu ki, yeni gelenlerin özellikle Suriye’den gelenlerin terleri, kanları ve gözyaşları bu topraklara çokça aktı. Artık toprak altında onların ölüleri ile bizimkiler daha yakın.

Cami ve mescidlerimizde saflarda yanyana, omuz omuza duruyoruz. Onlar bizden, biz onlardanız. Şam da bizim Halep de, tıpkı Antep ve Urfa’nın onların olduğu gibi.

03 Temmuz 2023

Türkiye, Fransa olmaz, olamaz

 

Ülkemizde Fransa’da yaşananları medyadan takip edenlerin tepkileri ve akıllarına gelen sorular kendi veritabanları veya bir başka deyişle, bilinç altlarını ortaya çıkaran varsayımlar üzerine bina ediliyor.

Fransa’da göçmen çoğunluğu teşkil edenlerin, özellikle Cezayirliler başta olmak üzere, Afrikalı ve Müslüman olduklarını ve Fransız sömürge düzeninin halen işlemeye devam eden çarklarını biraz da olsa bilenler, bir kısmı açıktan bir kısmı da içten içe oh çekerek olayları izliyorlar.

Bir nevi rüzgar ekenlerin fırtına biçtiği gerçeği ile karşılaşan Fransa’nın aslında çok da yeni olmayan bu tür ayaklanmalara ara ara maruz kalmasının temelinde, sadece ülkelerini sömürerek bu Cezayir halkını ve nesillerini göçmen durumuna düşürmeleri değil, ikinci hatta üçüncü sınıf vatandaş muamelesine maruz bırakmaları da oldukça ağır bir etken olarak karşımızda duruyor.

Bir diğer yanda ise ırkçılığı, faşistliği ve göçmen düşmanlığını kendine dünya görüşü olarak benimsedikleri için, kendi ülkelerinde olmasa bile her yerdeki göçmenlerden ve maalesef özellikle de Müslüman göçmenlerden nefret eden ve onlara yapılan her muameleyi reva gören zihniyette olan, yurdum oksijenini heba eden başka bir zümre daha var.

Bunlara göre 17 yaşında, annesinin biricik çocuğunu sadece kullandığı araçtan inme komutuna uymadığı için vuran Fransız polis haklı olabiliyor. Bu noktada bir kafa için; Türkiye de yakın gelecekte benzer sorunları yaşayacaktır ve acil tedbir olarak göçmen Müslümanlar sürgün edilmelidir, iddiası anlamlı gelebiliyor.

Oysa gözden kaçırdıkları ilk şey; Fransa’daki göçmenlerin, ana yurtları Fransızlar tarafından işgal edilen ve sömürülenler olmalarının karşısında Türkiye’de bulunan göçmenlerin bir katliamdan kaçarak ülkemize korunmak amacıyla sığınmış olmalarıdır.

Fransa’daki göçmenler faşist bir sömürge imparatorluğunun düşmanlığına “rağmen” oradadırlar ve atalarının görülmemiş hesabı halen masada durmaktadır.

Türkiye’deki göçmenler ise ortak İslam imparatorluğunun terk etmek zorunda kaldığı topraklarından, -son iki yüzyılda sık sık olduğu gibi- merkezine sığınan ve “lütfen” burada bulunan, atalarımızın ortak yenilgisinin kaygısını ve kahrını birlikte çektiğimiz, onların cenazeleri omuz omuza nasıl yer altında yatıyorsa, üstünde de bizim omuz omuza aynı mücadeleyi vereceğimiz insanlardır, kardeşlerdir.

Fransız sömürge imparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu tarihlerini bilenler için pek fazla izaha gerek kalmasa da, bu toprakların gerçeklerine uzaklığı gönüllü kabullenen ve maktul çocuk için değil, katil polis için üzülen dengesiz gönüllere, bir kaç doz Afrika’da Fransızlar eliyle yapılanlar ve halen yapılmaya devam eden cinayet ve soygunlarla ilgili, ilaç niyetine şoklama iyi gelebilir. Çok fazla ihtimal vermesem de adil bir yaklaşım sergilemeleri umudu taşımak istiyorum.

Sözün burasında şunu netleştirelim: Fransa’da yaşananları tasvip etmemiz mümkün değildir. Ne polisin göçmenlere müdahale metodu ne de göçmenlerin onlara cevap şekli makul ve meşru zeminde değildir. Yakıp yıkarak elde edilecek şey, daha çok yanmak ve yıkılmak olur. Ayrıca işin masum insanlara zarar verme, mallarını helak ederek haklarını çiğneme ve dahası ırkçıların ekmeğine yağ sürme boyutu da bulunuyor.

Tepkisiz kalınması mümkün olmayan bir cinayete daha fazla cinayetle karşılık verilmesi çözüm olmayacak ve öyle ya da böyle bu olaylar bastırılacak, dahası polis ve mağdur vatandaşların Müslüman göçmenlere kin ve nefreti katlanarak büyüyecektir.

Sizi temin ederim, şu an Fransız halkı başta olmak üzere Avrupa halkları, isyanın daha ağır şiddet kullanılarak bastırılmasını ve daha bir çok Müslüman göçmenin katledilmesini normal ve gerekli görüyordur.

Bunların yerine hem Fransa’da hem de Avrupa genelinde “sessiz protesto” ve/veya “sivil itaatsizlik” gibi eylem yollarının seçilmesi mümkün olsaydı, batının kendi uyduruk demokrasi tiyatrosunun perde arkası ortaya dökülebilirdi.

Ve ne yazık ki; Müslüman dünyasında şu an onların hukukunu savunacak ve Fransa’yı dize getirecek bir güç bulunmuyor. Biz tıpkı Filistin’de, Doğu Türkistan’da ya da Arakan’da olduğu gibi hariçten gazel okumaya devam ediyoruz, ederiz…

Neticede söyleyeceğim hem bir temenni hem de bir tespittir. Türkiye, Fransa olmaz, olamaz. Olmaması için hem kamu görevlileri, hem toplum olarak biz üzerimize düşeni yapmaya devam edeceğiz. Ülkemizde yaşanan “yol kazası” niteliğindeki cinayetlerde, soğukkanlı tepki vererek bu ihtimalin önünü kapatan Müslüman göçmenlerin duruşu da ayrıca unutulmamalıdır.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...