22 Ekim 2011

Dünyanın kalbine, adım adım...

Hacc hatıraları da en az askerlik kadar anlatmakla bitmez, buna çok şahit olmuşsunuzdur. Her anlatan kendi gördüğü ve hissettiği kadarını aktarabildiğinden olay biraz körlerin fil tarifine dönse de siz aldırmayın. Değil mi ki bahis mevzu olan Allah'ın ve O'nun Rasulü'nün haremleridir, ne kadar anlatılırsa o kadar çok tanınır ve bir o kadar da kadri bilinir.

Bu girişten sonra seyahatimizin ayrıntılarına geçebilirim. Anlatacaklarım yukardaki değerlendirmenin dışında olmayacaktır. Ben de her 'kör' gibi elime ya da gönlüme dokunan kadarını aktaracağım. Siz eksik ya da yetersiz bulduğunuz noktaları bir başka hacının hatıraları ile doldurmayı ihmal etmeyin yine de...

Amsterdam'dan uğurlanırken içim bomboştu sanki, ta ki İstanbul'da ihram giyinceye kadar. O an diğer insanlardan bir farkınız olduğu ortaya çıkıyor. Çevrenizdekilerin ilginç bakışları özel bir davete, özel bir kıyafetle katılma hakkını elde etmiş özel biri olduğunuzu her defasında yeniden hatırlatıyor. Hiçbir rahatsızlık ya da gariplik yok! Aksine babasından çok özel bir bayram kıyafeti hediyesi almış çocuklar gibi sevinçli hatta biraz da gururluyum! Her yıl belli insanların katılabildiği bu özel toplantıya katılma çağrısı almışım, var mı bunun daha ötesi? Yol arkadaşlarımın hepsinin simasındaki benzer duygular çok kolay görülüyor, neşemiz yerinde!

Uçmak hep itici gelmişken, daha da açığı korkutucu gelmişken ihramdan sonraki uçuşta hiçbir gariplik hissetmiyorum. Mik'at sınırına gelinip niyetler yapıldıktan sonra o hep başkalarının söylediğini duyduğumda içimi titreten telbiyeyi bu defa ben ve yoldaşlarım birlikte seslendiriyoruz.

Sen çağırdın, biz icabet ettik! Zaten Sen'den başkasının davetine koşmayız biz! Sen gel dedin, geliyoruz! Bizi çağırdığın için bütün hamdler Sen'in, bütün nimetler Sen'den, kainatın tek hükümdarı Sen'sin, kimse ortak olamaz iktidarına...

Ve nihayetinde hedefe ulaşıyoruz, Allah'ın yeryüzünde kendine ev edindiği mekandayız! Hiçbir ihtişamı olmadığı halde yapıların en muhteşemi, dümdüz kara taşlardan yapılmış ama her karesinde milyonlarca hatıra yüklü, sadeliği ile bütün azametleri geride bırakan Kabe-i Muazzama karşımızda! Azameti kendinden ya da taşlarından değil, evin Sahibi'nden!

Bizi kendine çekiyor, tavafın girdabına katılıyoruz... Atamız İbrahim(aleyhisselam)'e selamlar gönderiyoruz, Hacc'ı bize öğreten, sade Hacc'ın değil hayatın öğretmeni Muhammed (aleyhisselam)'a salavatlarla bağlılığımızı ilan ediyoruz. Bu içi boş binanın azametinin Sidretu-l Munteha'dan kaynaklandığını biliyor olmamız tavafa ayrı bir lezzet katıyor. Biliyoruz ki meleklerle birlikte aynı yönde ilerliyoruz. Bütün varlıkların temel taşındaki elektronlarla birlikte dönüyoruz. Kainat dönüyor, biz nasıl duralım ki?

Öğretmenimizin öğrettiği gibi tavafı tamamlıyoruz, sırada Allah'ın alemlere örnek kıldığı siyah tenli kadın Hacer'in izlerini takip etmek var. Safa tepeciğinden Merve'ye koştura koştura gidip geleceğiz. Hacer gibi neslimizin felahı için koşuşturmanın eğitimindeyiz... Dualarımızda çocuklarımız var! Böyle başlamıştı ve her geçen gün tadına doyulmaz bir haz halini aldı tavaf.

Mekke'de hep aradığım toprak ve taş oldu... Beton medeniyeti dünyanın kalbini de sarmıştı. Çevredeki dağlardan başka tarihe şahitlik edecek bir hatıra görünmüyordu. Ayak bastığımız yerin sanki ağzı beton ve asfaltla tıkanmıştı ki bize konuşmuyorlardı... İşte tam da bu noktada Sevr gezisi imdada yetişti. Hicret'in hareket noktasına gidecektik. Yani Muhammed(aleyhisselam)'ın ayağına dokunmuş olma ihtimali bulunan taşlarla ve toprakla tanışacaktık! Daha da ötesi Sevr dağına tırmanacak O(aleyhisselam)'nu bağrında taşımış mağarayı görecektik.

İyi ki diyorum Suud yönetimi buralarla ilgilenmiyor, yoksa buraları da betonlar altında kaybolur giderdi... Bu düşünce her türlü bakımsızlığı ve terkedilmişliği anlamlandırıyor. Ve dünyaya bir de Sevr'in tepesinden bakıyorum... Çok yüksek değil bu dağ aslında ama bana yüce geliyor. Bir kerecik çıkarken bile bizi kan ter içinde bırakan bu tepeye hem de bizim kullandığımız patika yokken tırmanan kutlu şahsiyetleri sitayişle anıyorum... Hicret yolcularının çilesinin sadece bu kadarcık kısmını bile yaşamak; bir medeniyetin doğum sancılarının ne kadar ağır olduğunu ne güzel de anlatıyor!

Program sıralaması sebebiyle daha sonra Hira'ya uzanıyoruz. Kırık taşların kaydığı keçiyolu patikadan yükseldikçe yekpare bir kaya parçasından ibaret bu dağın da özel olduğunu farketmemek mümkün değil. Onca çabaya rağmen hala bir yanlış adımın uçurumdan yuvarlanmak için yeterli olduğu Hira kıyamete kadar gelecek insanlığa bir peygamber hediye etmiş olmanın gururuyla ve heybetiyle bizi de selamlıyor. Zamanımızın elverdiği kadar tefekkürden sonra dönüyoruz.

Günler çok hızlı geçiyor ve büyük gün geliyor! İzlerini takip etmeyi hayat diye isimlendirdiğimiz Muhammed(aleyhisselam)'ın geçtiği yollardan tıpkı O(aleyhisselam)'nun gibi geçmeye niyetlenip telbiye günü Mina'ya hareket ediyoruz. Sadece biz değiliz hareket eden tabi, seller gibi insan akıyor Mina'ya. Geceliyoruz, sabah büyük gün, arefe günü yani Arafat'a varılacak gün!

 

Yeni doğan bebelerin annelerinin karnına geri dönüş arzusu gibi yürüyoruz Arafat'a... Yaşlısı, genci; kadını ve erkeğiyle bir ümmetin Peygamber(aleyhisselam)'nin izinden yürüyüşüne bir kez daha tanık oluyor Meş'ari-l Haram. Yollar yetmiyor, tıkanıyor. Dağlar, tepeler insan dolu. Bir büyük sele kapıldık damla damla düşüyoruz Arafat'ın toprağına. Yorgun ve bitkiniz, hiç durmadan 16 km. yürümüşüz. Birçoğumuz olduğu yere yığılıp uykuya dalıyor. Ama hepimiz sevinç ve umut doluyuz. Bu rahimden günahsız doğabilmenin dehşet verici hazzını yakalama derdindeyiz.

Gözyaşlarımızı milyonlarla birlikte salıyoruz Arafat'a, Arafat hem kendimizi, hem birbirimizi, hem de Rabb'imizi yeniden tanıdığımız ve yenilikle, belki de ilk ve son defa yeniden bir daha iman ediyoruz.. Ve artık büyük bir kavgaya girebilir hatta savaşlara iştirak edebiliriz! Bu duyguyla geçiyoruz Müzdelife'ye, sular, seller gibi akıyoruz. Silahlanıyoruz! Mina'da biraz nefeslenip düşüyoruz yeniden yola! Hedef belli, düşman belli. Bölük bölük ilerliyoruz. Savaşta düzen önemli tabi.

Atalarımızın vurduğu yerlerde biz de vuruyoruz düşmanlarımızı! Tarih boyunca unutulmayacak bir savaşın erleri olmanın hazzıyla, kurbanlarımızı adıyoruz. Herbirimiz İsmail'ini sundu bıçağın altına! En sevdiklerimizden bile vazgeçmenin eğitimini de aldık, artık bayram edebiliriz! Sadece biz değil, savaşta bizim tarafımızda olan herkes dünyanın neresinde olursa olsun bu bayrama katılabilir! Eminim katıldılar da...

Bu enerji ile tavafa ve sa'ye koşuyoruz! Bu tavaf bütün tavaflardan daha farklı! Girdap büyüdükçe insanlar küçülüyor! Bu tavafta kendimizi tam da atom çekirdeğindeki elektron kadar hissediyoruz. Atamız İbrahim(aleyhisselam)'i şimdi daha iyi tanıyoruz. Sa'yde Hacer'den farkımız kalmıyor.. İsmail(aleyhisselam) bizi hicrden izliyor zaten! Muhammed(aleyhisselam)'ın öğrettiği gibi yaptık haccımızı ve umuyoruz ki her salavatımıza karşılık verdi... Bizim sözlerimiz O(aleyhisselam)'nun göklerdeki kıymetini artırmak için değildi ki; biz O(aleyhisselam)'nun adını sözlerimizin arasına ekleyerek kendimize menfaatler temin ettik!

Buralara geldiğimizden beri yitirdiğimiz takvim kapımızı çaldı ve bizi alıp vedaya götürdü bu defa.. Günlerdir siluetini beynimize nakşettiğimiz bu mekandan sadece bedenimiz ayrılacak, her kıbleye yönelişimizde yeniden geleceğiz buralara, biz kıble medeniyetindeniz.. Şehir planlarını bile kıbleye uyduran, evlerinin kıblesi hep düzgün, otururken dünyanın neresinde olursak olalım ayaklarımızı kıbleye uzatmayan, rüzgarlara isim olarak kıbleyi takan, hayatı boyunca yüzü ona dönük olduğu gibi hem zaten kabre de yüzü ona dönük giren bir neslin devamıyız!

Hicret yolundan deve sırtında değil, otobüs içinde geçiyoruz. Allah(celle celaluhu)'ın hareminden Rasulü(aleyhisselam)'nün haremine gidiyoruz. Yıllardır adını her anışımızda içimizin titrediği zatın makamına gidiyoruz, insanların ve cinlerin peygamberine, Fatıma(radyellahu anha)'nın babasına, Hasan ile Hüseyin(radiyellahu anhuma)'in dedesine, yetimlerin sahibine, gariplerin peygamberine, mustaz'afların umuduna, çaresizlerin dermanına gidiyoruz...

Geri döndüğümüzde bambaşka bir dünyada olduğumuzu henüz İstanbul'dayken anlıyoruz. Bir ay da olsa takvimlerin unutulduğu, günlerin adının ve saatlerin anlamını yitirdiği ve herşeyin ezanlarla kontrol edildiği bir hayatın tadına bakmış olmanın saadetindeyiz! Her müslümanın hayatında en az bir defa yaşaması gereken bu farzın kıymetini daha bir anlamış olarak dönüyoruz... Hepimiz elimizle ya da gönlümüzle dokunabildiğimiz kadarını getirdik geriye.

Çok hızlı geçtiğimin farkındayım, anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Anlatacak çok şeyim var, hepsini bir yazıya sığdırmam zaten mümkün değil ama ileride kısmet olursa konulara uygun hatıralarla devam ederiz.

Ufuk Gazetesi (Ocak - 2008)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...