03 Kasım 2013

Ahiretini feda etmek mi?

Ahiret, yani sonrası, dünyadan sonrası, yani iman edenler için asıl maksad ve gaye olan beka yurdudur. Fani alemde yaşamanın hedefi ahiretteki baki alemde kurtuluşu elde etmekten ibarettir. Bu hedeften mahrum olana ıstılahımızda Kur'an ve sünnetle sabit bir hakikat olarak 'kafir' ismi layık görülür.

Varlığın varedilme maksadı 'ibadet' ve ibadetten maksadda ahiret saadeti olunca bu kasta ulaşmak varlıklar içinden akıl nimeti lütfedilen insan için akla ve fıtrata en uygun hedef olur. Yani yaratılış maksadımız kulluk ve bu kulluğun hedefi de nihayetinde ahirette mutluluktur.

Allah'a ve ahiret gününe iman bir çok ayette yanyana zikredilmekle esasen maksadın ne olduğu da net bir şekilde ortaya konmaktadır. Akledebilene...

İslam'ın hayat için va'zettiği bütün kanun ve ahkamın nihai hedefi dünyayı ahiretin kazanılmasına yönelik olarak yaşamaktan ibarettir. Elbette ki ahirete matuf yaşanılan dünya hayatı insan fıtratı için de en uygun hayat şeklidir.

Dünyayı imar veya dünya için çalışmak olarak tarif edilebilecek bir yaklaşımın da yine maksadı uhrevi olmak zorundadır. Yani imar ve abad edilen dünyalıklar, ya kişinin ya ehlinin veyahutta çevresiyle diğer insanların ahiretlerine faideli, en azından şer'an mubah olarak nitelendirilen işlerden olması gerekmektedir.

İman etmeyenlerin ahirete yönelik bir iş yapmaları yahut bunu dert edinmeleri beklenemez. Eğer iman etmediği ahirete muteallik işler yapan varsa bu da herhalde bir tür ahmaklık olur.

Ahirete inandığı halde bunu unutan, erteleyen veya ihmal eden bizlerin ise bu imanı takviye etmek ve sıhhatini muhafaza ederek bize dünyada bir 'mihenk' olmasını temin etmek durumundayız. Mihenk olmasından kastım yapacağımız işlerin sonuçlarını ahiret açısından değerlendirmek olarak özetlenebilir. Misalen, bu satırları yazıyorum acaba bunlar ahirette karşıma nasıl çıkacaklar, hesabını verebilecek miyim ya da en azından herhangi bir sorumluluğu yerine getirmiş oldum mu, gibi birtakım kişisel bilgi ve veritabanıma uygun sorulara vereceğim cevaplar bu konuyu benim ahiret mihengi ile ölçerek yaptığımı gösterir.

İman edenler açısından mutlak gaye olan ahiret saadetinin değiştirilebileceği yahut yerine konulabilecek ikinci bir seçenek yoktur. Ahireti umursamamak imansızlıktır zaten. Ondan vazgeçmekte aynı şekilde iman iddiasının sonu demektir.

İslam ıstılahında cennet arzusu veya cehennem korkusu olmaksızın kulluk etmek olarak tarif olunan bir duruş vardır ki burada anlatılan ahiretten vazgeçmek değil tam aksine asıl maksadının rızay-ı ilahiyi kazanarak ahireti elde etmek olduğudur. Hatta bazıları bunu tarif ederken, 'meğer ki cennet gibi bir ödül yahut cehennem gibi bir ceza olmasa idi yine de ben Allah'a halis bir kalb ile kulluk ederdim' şeklinde izah ederler.

Bu ve benzeri sözlerin Kur'an ve sünnette tarif edilen dinde bulunmaması sebebiyle ne derece gerekli ve sahih oldukları tartışılır. Yani Allah, kitab ve sünnet ile bize kanun olarak koyduğu din ile bizden ne murad ettiğini açıkça izhar etmiştir. Kulların dünyada nasıl bir hayat yaşarlarsa ahirette ne tür bir karşılık alacakları gayet mutlak bir şekilde ayet ayet ve hadis hadis ilan edilmiştir. Artık bunlardan sonra cennet ve cehennem olmasaydı demek edebiyattan başka birşey değildir. Zira bunlar vardırlar ve öyle kolaylıkla vazgeçilecek ya da cezasına katlanılacak basit işler değillerdir.

Bir insanın hele de bir alimin cehennemde yanmaya razı olduğunu söyleyebilmesi maksad-ı dine terstir. Hele de bunu avamın önünde dile getirmesi, kayıtlara geçirmesi ondan sonra ortaya çıkacak herhangi bir sapkınlığa malzeme edilmesi tehlikesini de beraberinde getirir.

Ne Allah'ın kitabı ne Rasul'ünün hadislerinde olmayan ve hatta benzeri bile bulunmayan ifadelerle cennete veya cehenneme meydan okumak hangi cüret ve cesaretin sonucudur anlamak mümkün değil..

Nihayetinde alimleri taklitten başka bir yol tanımayan avam için ulemanın sözleri yanlış anlaşılmaya, yanlış tevile çok müsait olmamalıdır. Hele de sonuç bakımından bu derece büyük bir tehlike barındıran sözlerin şiar edinilmesi sapmanın ve saptırmanın başlangıç noktası olabilir.

Ahiretini feda eden karşılığında ne almaktadır? Yahut ne elde edebilir? Bu sorunun tek cevabı vardır, ahiretini feda eden karşılığında ancak dünyayı alabilir. Yok eğer dünyayı da almıyorsa karşılıksız hem ahiretini hem dünyasını kaybeden bir insan ne ile meşguldür?

Ahiretini feda ederek dünyalık elde edenlerin hele de müslümanlar arasından birileri iseler geriye bir ihtimal namları kalır. Kahraman yahut fedakaar bir insan olarak anılırlar, o kadar. Ahirette ise feda ettiği şey herhalde kendisine iade edilmeyecektir, Allahu a'lem...

Bu sözü literatürümüze sokan Said Nursi'nin maksadının büyüklüğünü anlatmak için bir tür edebi teşbih yaptığı söylenilmekte olup bunu hangi delil ve gerekçelerle yaptığını bilemiyoruz. Kendisi için umarız ki Allah, ondan bu sözü ve sebeplerini kabul eder. Aksi halde de muaheze edecektir. Diğer insanların ona olan  muhabbetleriyle bu ve benzeri sözlerini kendilerine delil edinmeleri hele de kendisinin delillerini bilmeksizin buna sahip çıkmaları ve savunmaları ise tamamen cahilliktendir. Zira Hz. Ali'nin tarifi ile; 'cahil o kimsedir ki, delilini bilmediği şeyi iddia eder ve yine delilini bilmediği şeyi reddeder'.

Biz ulemanın söz ve hükümlerini Kur'an ve sünnete uyumluluk ile test etmek ve mutlaka bu süzgeçten geçirdikten sonra kabul etmek durumundayız. Aksi halde ahirette onlara karşı da bir savunmamız olmayacak ve bu alimler bize yardım edemeyeceklerdir.

Çok sevdiğimiz alimlerimizin ve önderlerimizin de hata edebileceğini kabul etmek ve bunun onları alçaltmayacağını bilmek zorundayız. Selef-i Salihin'in en üstün özelliği kılı kırk yararak ortaya koydukları bir hüküm yahut söz hakkında bile insanları uyararak onların hüküm ve sözünün değil Kur'an ve sünnetin asıl olduğunu hatırlatmalarıdır. Onların izinden yürüyen ulemanın da üslubu aynen onlar gibidir. Sözlerinin Kur'an ve sünnet ile tetkik edilmesini ve uygunsa alınıp değilse bırakılmasını tavsiye ederler. Bu onların imanının, ilminin, ahiret endişelerinin ve cehennem korkularının bir sonucudur.

Herhangi bir hususta sonradan yanlış olduğu, Kur'an ve sünnete uygun olmadığı ortaya çıkan bir hükmü yahut sözü bulunan alimlerimizin ve önderlerimizin bundan dolayı tekfir edilmeleri yahut ilim ve cihadlarının silinmeleri maksadımıza uygun değildir. Meğer ki hatalı ise yahut biz öyle zannetmiş isek o hatalı sözü bırakır vebalinden kurtuluruz. Hesabını ise ahirete bırakırız. Zira onların ilim ve fehimleri bizden daha üstündür. Bir alimin söz yahut hükmünü terkettiğimiz için bir vebalimiz olmayacaktır ancak delilsiz taklid ettiğimizde hesabını vermek zorunda kalacağız. Eğer hatalı değiller ve biz ilim ve fehmimizin eksikliğinden dolayı öyle zannetmişsek, aleyhlerinde olmayışımız ve sözlerini terkedişimizin maksadının rızay-i ilahi olması inşaallah bize mazeret olarak yetecektir.

Ahiret endişemiz ve cehennem korkumuz bizi dünyada din işleri hususunda korkak kılmalıdır. Bir hususta söz söylerken veya amel ederken sakınmalıyız ki takvaya erebilelim..

Nihayetinde mutlak doğru ancak Allah ve Rasul'ünden sadır olanlardır. Unutmak ve yanılmak insanlığın gereğidir. Belki de bu yazılanların tamamı yanlıştır, bu durumda vay halime ki hesabından korkarım... Kasten sapmadığım ve saptırmadığım için ise Allah'ın mağfiretini umarım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...