Evet hepimiz kesin olarak iman edip biliyoruz ki;
Allah(cc)’in indirdiği vahiy ve kelamı olan Kur’an ile Rasulü(sas)’in din
hususunda bize nakledilen bütün uygulamalarının genel adı olarak sünnet, bu
dinin temel iki esasıdır. Bunlar olmadan ne din olur ne dini hayat, ne dünya
kurtulur ne ahiret.
İman dediğimiz, Kur’an ve sünnet ile bize bildirilen
hakikatlerin doğruluğundan emin olmak, tamamını tasdik etmek ve aksine bir iş
ya da söylemde bulunmamak demektir. Ortalama bilgi sahibi her Müslüman, nelere
inanması, nelerden yüz çevirmesi gerektiğini bilir, bilmek zorundadır.
Hayatının en değerli bilgisi budur. Olmazsa olmazımız, inanılması gerekenleri
bilmek ve tasdik etmek, imanımıza aykırı olanları da bilmek ve reddetmektir.
Ancak Kur’an ve sünnet, sadece teknik ve teorik bilgiler
olmayıp aynı zamanda gönülden bağlı olduğumuz hayat kaynaklarımızdır.
Ayetlerden bir ayeti duyduğumuzda, kör ya da sağır numarası yapma lüksümüz
olmadığı gibi, anladıklarımızı tatbik etmeme seçeneğimiz de bulunmuyor.
Gönül bağı dediğim ise; ayetlerin anlattıklarını hissetmek,
hadislerin vurgularını yüreğinde duymak, mutlak doğruyu duyan birinin hassasiyetiyle
ve samimi olarak -elimizle ya da dilimizin yanında- kalbimizle de tepki
vermektir.
Bunun nasılını yine Rasulullah(sas)’in sünnetinden ve
sahabenin davranışlarından görebiliyoruz. O(sas), Kur’an okur ya da dinlerken,
ayetlerde anlatılanlara göre doğal insani tepkiler verirdi. Sorumluluk yükleyen
ayetlerde bunu hisseden bir peygamber olarak, hem tebliğini yapar hem de o
sorumluluğun ağırlığı ile yaşlandığını ifade ederdi. Azap ayetleri okunurken
haşyetle ürperir, içi titreyerek, hem kendisi hem ümmeti için ıstırap duyar ve
gözyaşı dökerdi. Müjdeli ayetlerde sevinci yüzüne yansır, neşe ile mukabele
ederdi.
O(sas), başkalarından Kur’an dinlemeyi sever, ancak
dinledikleri onu hüzünlendirirdi. Ağlar ya da ağlar gibi olurdu. Detayları
merak edenler bu konuda birazcık araştırma yapabilirler.
Bu bizim açımızdan; mutlak bir hakikate kesin bir imanla
bağlanan bir insanın hissiyatını da imanına ram etmesi halidir. Yani iman
ettiklerimizi gönlümüzün derinlerine kök salmış hakikatler olarak düşünürsek,
ayetler karşısında vereceğimiz insani tepkiler onun meyveleridir. Köksüz ağacın
meyvesi olmaz, daha çiçekken dökülür belki çiçek bile açamaz…
Aynı şekilde hadis ve sünnet karşısında, hissiyata dayalı
bir bağ kurmakta Rasulullah(sas)’in dostlarının, sahabelerinin yoludur.
Onlardan biri Allah’ın Rasulü ile ilgili bir şey anlatırken, anlattığı olayı
adeta o an yeniden yaşardı. Söz ya da hadise hüzünlü ise ağlar, sevinçli ise
gülerdi.
Müslümanların sevinçleriyle sevinip, hüzünleriyle üzülmeyi
imanın alameti sayarak bunu anlamak bir derece mümkün ama söz konusu
Rasulullah(sas) olunca sahabenin muhabbetinin sair insanlara nazaran çok daha
büyük olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Onlardan sonra gelen Salihler de böyle idiler. Bir hadis ya
da bir hatıra naklederken, olayın ruh haline bürünür, hüzün ya da sevinci
yaşarlardı.
Ayetler ve hadisler, kuru birer akademik bilgi kaynağı
değillerdir. Hem de yeryüzünün gördüğü göreceği en ala hayat düzeninin ve en
muhteşem hukuk sisteminin temelleri oldukları halde, aynı zamanda kalplerde yer
eden bir muhabbetin, bağlılığın ve samimiyetin sembolleridirler.
Sünnet, peygamberlerden bir peygamber olan Muhammed bin
Abdullah(sas)’in vasıtasıyla Allah(cc)’in bize din kıldığı bir kurallar
manzumesi olduğu kadar, O’nun hayatının, mücadele ve tebliğinin, insan ve kul
hallerinin en sade ve en doğru aktarılmış halidir.
Ayakları şişene kadar namaz kılan Peygamber(sas)’in şişen
ayaklarının acıdığı bir hakikattir. Bunu taklit etmek ve tabi olmak için
naklederken, şişen ayağın acısını hissetmemek mümkün olabilir mi?
Başına işkembe, yoluna dikenler dökülen bir
Peygamber(sas)’den bahsederken, bunu sadece sabır ve sebatla davasını tebliğe
devam eden örnek ve önder bir risalet görevi olarak aktarıp, o işkembenin
pisliğinin dünyanın en pak omuzlarına dökülmesinin öfkesini, o dikenlerin
yeryüzüne basan en şerefli ayağa batmasının acısını hissetmeden anlatıp
geçebilir miyiz?
Cihad meydanında savaşan bir Peygamber(sas)’den bahsederken,
kırılan dişinin, kanayan yanağının acısını hissetmemek mümkün olabilir mi? Yalnız
korkusuz bir savaşçı örnekliğinden bahsedip geçebilir miyiz bu bahsi?
Cafer(ra), Habeşistan’dan yıllar sonra dönünce, onu boynuna
sarılarak karşılayan bir Peygamber(sas)’den sadece sarılmanın fıkhına cevaziyet
delili çıkarıpl, aynı zamanda hasretle sevdiği akrabasına, arkadaşına sarılan,
özlem çekmiş bir yüreği hissetmeden geçebilir miyiz?
Ayetler ve hadisler; bizim hem boynumuzu büker, hem
gönlümüzü. Hükümlerine karşı boynumuz kıldan ince, hatıralarına karşı gönlümüz
ipekten hassastır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder