Hep bir şeyleri ve birilerini konuşmak, eleştirmek ya da söz
konusu etmek zorunda değiliz. Bu birilerinin hayatın neresinde ve nasıl
durdukları ile de ilgili değil. O birilerinin ne kadar etkili ya da yetkili
oldukları da önemli değil aslında.
Bütün sorunların kaynağı gördüklerimiz de gerçekte pek öyle
olmayabiliyorlar.
Anne çocuklarından, çocuklar anneden; baba eşinden, eş
babadan; işçi patronundan, patron işçisinden; memur amirinden, amir memurundan;
fakir zenginden ya da zengin fakirden olmak üzere toplumun her kademesinde
yaygın bir ötekini eleştirme hatta eleştiri tabirinin az geldiği derecede bir
kınama dolaşıp duruyor.
Hep bir suçlu ve hep bir sorunlu kişi var bir kenarda ve
gerek duydukça onu cömertçe kullanmaktan çekinmiyoruz.
Böylece dönüp duran bir sorunlar yumağının içinde yaşayıp
gidiyoruz. Bir tür oyun oynar gibi, kendisine sıra gelen hemen bir sonrakini
işaret ederek keyifle hayatına devam ediyor.
Temiz toplum kavgası verenlerin rüşvet almasına benzer bir
halimiz var. Şehrin kirliliğinden şikayet edenlerin çoğu en çok kirletenler oluyor.
Belediyeleri en çok eleştirenlerin ya da devlet hizmetlerinden en az
memnuniyeti olanların, ellerine geçen ilk fırsatta vergi kaçırdığı, kamu
hizmetlerini öyle ya da böyle baltalamaktan hiç çekinmediği bir devirdeyiz.
Kendimizin dışında herkes bir şekilde yanlış ama biz bir
şekilde doğruyuz! Nasıl oluyorsa hep kusur başkalarında oluyor.
Herkes benim kadar iyi insan olsa dünya gülistan olurdu!
Böyle inandığımız halde bunun da pek farkında olmuyoruz.
İğneyi kendimize batırma noktasında elimiz titriyor ve bir
türlü o iğne tenimize değmiyor bile, bırakın batmayı. Zira bizde kusur
bulamıyoruz. Hatta sütte leke oluyor ama kendimizde bulamıyoruz.
Oysa böyle bir dünya yok, böyle bir insan türü de yok.
Hepimiz eksikleri ve hataları ile, doğruları ve yanlışları ile sıradan
insanlarız.
Bunu kabullenmek pek kolay olmasa da; hepimizin kanı kırmızı,
hepimiz yemek, içmek ve nefes almak gibi temel gereksinimleri olan acizleriz, hepimiz
aynı türdeniz, insanız yani. Unutan ve uyuyan varlıklarız.
Sahi en güçlü olanımız kaç gün dayanır uykusuzluğa?
Bir noktada, kendi ruh ve bedenimize bile hükmedemediğimizi
ve kontrolümüz dışında bir şeyler olduğunu anlamak için bu yeterli delil değil
midir?
Ne oluyor da, sapasağlam ve gücü yerinde iken, birden elimiz
kolumuz tutmuyor, gözlerimizi bile açık tutamıyoruz ve çevremizde olan her şeyden
ve bütün planlarımızdan kopup, dünyayı bir anda nasıl terk ediveriyoruz?
Sonra bir sebeple yeniden hayata döner gibi uyanıyoruz.
Hayati sistemlerimiz tıkır tıkır çalışmaya devam ederken,
bazı mekanizmalarımızın bizim kontrolümüz dışında durması ve kendini dinlenmeye
alması bize ne anlatıyor olabilir ki?
Sonuçta, aklı başında olanlarımızın farkında olduğu gibi,
öyle çok da büyütülecek bir gücümüz yok. Öyle çok hava atılacak bir dayanma
kapasitemiz de yok.
Söylediklerimizin ve yaptıklarımızın çoğu ya eksik ya da
yanlış. Doğrularımızın oranı kadar erdemliyiz, ahlaklıyız. Doğru insanların
kahir ekseriyeti ya da etkili çoğunluğu elde edemediği toplumların güzergahının
doğru olduğunu söylemek çok zor.
Düzelmenin ya da doğrulmanın ilk adımı herhalde kendi
hatalarımızla yüzleşmekten geçiyor. Bir de tabi başkalarını çok fazla
eleştirmekten de vazgeçmemiz mantıklı olacaktır. Gerçi kendisi ile
yüzleşenlerin başkalarına ayıracak pek vaktinin kalmadığı söylenir. Bizim
vaktimiz çok, öyleyse daha kendimizle işimiz var demektir.
Şu meşhur iğne-çuvaldız deyiminin gerçekleşmesi ve
sonrasında göstereceğimiz titizlik bir şeyleri yoluna koyacaktır diye umut
etmeye devam edeceğiz. Ama iğneyi kendimize batırmadan, elimizde çuvaldızla ortalığı
karıştırmanın bir alemi yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder