Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Eylül 2019

Bak!



Yazıdır yazılır, sen okuyanın ne anladığına bak.
Güneştir doğar, sen batarken ufuktaki kızıllığa bak.
Mevsimdir gelir, sen ne getirdiğine bak.
Eylüldür sevilir, sen ne götürdüğüne bak.
Teröristtir saldırır, sen kimin hesabına yazıldığına bak.
Binadır yıkılır, sen enkazında kimin kaldığına bak.
Emperyalisttir işgal eder, sen kimin direndiğine bak.
Kahramandır direnir, sen kimin ihanet ettiğine bak.

Bu formatla bütün bir hayatın hikayesini alt alta dizebilirim. Sözün gücünün kıyamete kadar devam edeceğinden eminim. Ancak insanların sözü dinleyeceğinin bir garantisi yok, hiçte olmadı zaten.
Gördüğüne inanmak, duyduğuna inanmaktan baskındır hep. Kulak yalan duyar da göz yalan görmez sandığımızdandır bunca aldanışımız oysa.

Baksanıza gözlerimizin önünde oynanan onca oyundan payımıza seyircilikten başka bir rol düşmüyor. Buna sevinsek mi üzülsek mi orası da ayrı bir konu. Oyun dışı kalmak olsaydı mesele sadece, sevinirdik ama biz tarih dışı kalıyoruz gibi.

Kimlerin kimin hesabına iş gördüğünü, hangi işin kimin planı olduğunu, komplo teorilerini ve gerçekleri, duyduklarımızı ve gördüklerimizi bilemez olduk.

Kim ne kadar gördüyse, gerçeği o kadar sanıyor. Belki de gerçek, gerçekten o kadardır da biz emin olamıyoruzdur. Eksik sandıklarımız tamdır. Olması gereken budur.

Kendimize ve tercihlerimize çok değer biçtik sanki, sanki dünyayı çeviren el bizimdir…

Kim ne için, ne yaparsa yapsın; biz gördüklerimizle mutlu olmayı seçtik. Yalan ya da illüzyon olma ihtimaline rağmen gözlerimize inanıyoruz.

Bir de, inandıkları için canlarını verenlere inanıyoruz, onlar kadar kesin inanmaktan daha büyük bir iman yoktur zira.

İnanmak huzur ve mutluluk sebebidir. Gördüğüne inanmak, duyduğuna inanabilmek rahatlıktır.
Kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki; Allah(cc), Amerika’dan büyüktür. Her işi yöneten ve yaratan, izinsiz hiçbir şeyin olamayacağı yegane güç Allah(cc)’dir. “Allahu Ekber” derken gerçekten O’nun büyüklüğünü tasdik ve ilan ediyoruz.

İnsanlar sayısınca söz var evet, bir gün söylenecek bir şey kalmayacak diye beklerken, aslında sözün hiç bitmeyeceğini idrak ediyoruz. Kıyamete kadar konuşacak insanoğlu, dinleyen olsa da olmasa da susmayacak.

Neyse ki melekler var ve her şeyi dinleyip, kayıt altına alıyorlar. Kıyamet günü merak ettiklerimizin kesin ve doğru cevaplarını alacağımızdan şüphe yok. Sırf bu sebeple bile kıyamet sevilecek bir hadise. Düşünsenize gizli-saklı kalmayacak, merak bitecek, yalan yok olacak! Fazla kafaya takmaya gerek yok.

Büyük hesabın hesabını yaparak dünyalık hesap yapanlara ne mutlu…



28 Ağustos 2019

Mü’min, emin ve emanet insandır



İnsan, yalnız başına da hayatta kalabilir ancak bir hayat sürdüğünü söylemek için başka insanlara muhtaçtır. Toplumlar kurmak ve birbirine destek, köstek ve sair muameleler vesilesi ile diğer insanlarla münasebet kurmak ve bunu hayatının sonuna kadar devam ettirmek; bir hayat sürmektir, sadece hayatta kalmak değil.

İslam’ın inşa etmemizi istediği ve geçmişimizde örneklerini yaşadığımız toplumun da temel esası, kendi aramızda iyilikler ve kötülükler konusunda yardımlaşmaktır. İyiliklerin yayılması ve çoğalması, kötülüklerin engellenmesi ve yok edilmesi, belki de İslam sosyal hayatının en kısa özetidir.

Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, namazı kılar, zekatı verir, Allah'a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Muhakkak Allah yücedir, hakimdir. (Tevbe, 71)

Müslüman erkek ve karınların, tıpkı imtihana muhatap yani mükellef olma hususunda aralarında herhangi bir fark bulunmaması gibi; iyiliği emir, kötülüğü yasaklama, namazı kılma, zekatı verme ve tümüyle Allah’a ve Rasulü’ne itaat konusunda herhangi bir farkları ya da ayrıcalıkları yoktur.
Yine bu konuda her birimiz diğerlerinin desteğine ihtiyaç duyarız ki, bu da insan olmanın sonucu ve hatta nimetidir.

İnanmanın temeli ise emin olmaktır. Hem kelime hem mana olarak mü’min ya da mü’mine, emin olunan ve emin olan kişidir.

Kadınlar hakkında farklı olarak, onların bedeni zayıflıkları ve hissi hassasiyetleri sebebiyle, erkekler tarafından bu emniyete muhalif olarak incitilmelerini, zulme uğramalarını ve onurlarının çiğnenmesini engelleyici bir çok tedbir alınmıştır.

“Ve kadınlar konusunda size hayrı tavsiye ederim. Onların canları üzerinde hiç bir hakkınız yoktur. Onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın kelimesiyle helal kıldınız.” Veda Hutbesi’nde kadınlarla ilgili emanet kelimesinin geçtiği kısım kaynaklarımıza göre burasıdır ve her akıl sahibinin fark edeceği gibi burada bahsedilen eş olarak evlenilen kadındır.

Emanet kelimesini dilene dolayan bazı bahtsızların sandığı gibi burada kadını aşağılayan değil aksine, koruyucusu ve hesap sorucusu bizzat Allah olan ve bu sebeple ağır hassasiyet gerektiren bir emanetten bahsediliyor. Zira emanetin değeri sahibinin değeri kadardır.

Emanet ibaresinden hemen önce gelen “nefisleri/canları üzerinde bir hakkınız yoktur” kısmı özellikle cahiliye devrinde ve halen devam eden canı sıkıldığında kadınları öldürebilme cüretini engelleyen bir ifadedir. Cahiliye dün ne idiyse bugün de odur, şeytan ve hileleri geçen onca zamana rağmen ileri gidememiştir.

Neticede; kadınlar erkeklere karşı zayıflıkları sebebiyle, Allah’ın emaneti olarak korunmaya alınmış ve olası zulüm ve aşırılıklar kesin olarak yasaklanmıştır. Allah’ın emaneti olmak ilahi bir iltifattır ve kalbinde iman bulunanı memnun eder, erkeklerinse hassas davranmaları için dikkatlerini çeker.
Her vesileyle, bilmedikleri ve bilmemekle kalmayıp düşmanlık etmekten geri duramadıkları İslam; Allah’ın kadın ve erkek tüm kulları için mutlak adaletin, dünya ve ahiret saadetinin tek ve kesin yolu, sorunların yegane çözüm kaynağıdır.

Mükellef kılmakta bir fark koymayan İslam, suç ve cezalar konusunda da fark görmez. Zulüm ya da cinayetlerin, dini, dili ve ırkı olmadığı gibi, cinsiyeti de yoktur. Haramların da cinsiyeti yoktur; kadın yaptığında haram ve ayıp olan, erkek yaptığında da haram ve ayıptır.

Ne onların düşmanlığı, ne bizim cehaletimiz ve ne de alimlerimizin acziyeti; mübarek ve muhteşem fıtrat dini İslam’ın, dünya ve ahiret saadeti için vaz ettiği nizama gölge düşüremez. İslam nimeti için Allah’a hamd ederiz.

19 Ağustos 2019

Unuttuğumuz işgal ve dahası



Bundan çok değil 100 yıl kadar önce bu topraklar büyük bir işgal yaşadı. İşgalin nasıl bir şey olduğunu yaşayan nesil aramızdan çekileli çok oldu. Bizim gibi birinci ağızlardan dinleyenler de yavaş yavaş azalıyor.

Dedemin İngiliz esareti sonrası Yemen’den Antep’e yürüyerek dönüş hikayesini dinlemek çocukluğumun en efsane akşamlarını süslerdi. Sonra ninemin küçük bir kız iken Fransız ablukası altındaki Antep’e giriş-çıkış hatıralarını, köylünün erzaklarını düşmandan korumak için mağaralara saklamasını dinledim hep.

Ninem şöyle anlatırmış anneme:
“Açtık, yokluk vardı, kıtlık vardı. Antep’e alışverişe giderken Fransız kontrol noktasında aranıp geçerdik. Bir seferinde nöbetçi komutan bize jest yapıp, ekmek arasında haşlanmış et dağıtmıştı. Ne yapacağımızı bilmeden elimizde beyaz un ekmeği ve arasında mis kokulu sıcak et haşlama ile ilerledik. Onların bizi görmediği bir noktaya gelince annem; ‘etleri yol kenarına dökün ama ekmekleri yiyebilirsiniz’ demiş. Zira etlerin helal olmadığını düşünüyorduk. Ekmekleri de yemezdik ama çok açtık ve arpa ekmeğinden sonra beyaz un ekmeği çok güzel gelmişti hepimize…”

Adım adım işgal edilmişti şehir ve her köşede, her evin mağarasında örgütlenen bir direniş vardı.

Meşhur Şehit Kamil hadisesi sırasında Fransız askerlerine müdahale eden ve ele geçirdiği tüfek kendisine ganimet olarak hediye edilen Yılankırkan Mustafa’nın oğlu Abdulkadir’in şehit oluncaya kadar kullandığı silahı, henüz direniş başlamadan ele geçirdiği halde, götürüp direniş organizesini de yapan heyete teslim etmesi bunun işaretlerinden biridir.

Sadece Kamil değildir Antep savunmasının çocuk kahramanları; bir çok fedakar ve cefakar çocuk, o günlerde büyük vazifeler icra etmiş ve çoğu da bu yolda canlarını feda etmişlerdi.

İşgalin olduğu bir yerde, sadece erlerin değil eli silah tutan herkesin yapabileceği bir şeyler mutlaka olur. Eli silah tutmayanlar da, elleri neye yeter, güçleri neyi kaldırırsa o kadar direnişe destek verirler.
Cephe gerisinde sağlık hizmetlerinden tutun, silah ve cephane temini ve ulaştırılması gibi, savaşın can damarlarına kan veren büyük ve önemli görevleri, isimleri tarihe geçmeyen ‘küçük’ kahramanlar yerine getirir.

Antep savunması sırasında, cepheye erzak ve cephane taşırken bir değirmende silahsız olarak mahsur kalan ve Fransız birlikleri tarafından kurşuna dizilen 14 çocuğun adları bir kenarda kayıtlı durur. Şüphesiz onlar büyük kahramanların ardındaki küçük dev adamlardır. Onların cephane taşıdığı Şahinbey ve çetesi de zaten son ferdine kadar can verinceye kadar düşmana yol vermemiş yiğitlerdi.

Çocuklar ve yeni yetme gençler için işgal altında yaşamak, başlı başına bir travmadır. Bizim gibi uzun zamandır savaş ve yokluk görmemiş toplumlar için bunu anlamak pek kolay olmaz. Fakat geçmişimizde yaşananları biraz hatırlayınca bugün gerek Filistin gerekse Suriye gibi, acımasız ve dengesiz bir savaşın ve işgalin sürdüğü topraklarda, karşımıza çıkan akıl almaz eylemleri anlamak değil belki ama anlamlandırmak mümkün olabilir.

Bütün değerlerini kaybetmiş, ailesini ve en sevdiklerini kurban vermiş, mukaddes bildiği pek çok şeyi çiğnenirken görmüş bir çocuğun nasıl tepki verebileceğini varsın ruh bilimciler düşünsün. Fakat dünya bu çocuklara ettiklerini çekeceğinden emin olmalıdır. Bunlar sıradan ve uysal vatandaşlar olamayacaklar. En özel eğitimlerden ve terapilerden de geçirilseler, bir yanları hep eksik ve yıkık kalacak.

Bir gün, bir Filistinli çocuğu, elince basit bir bıçakla, tam tesisatlı ve eli tetikte asker grubuna saldırırken gördüğünüzde bunları hatırlayın. Bunlar normal çocuklar değiller ve olamayacaklar. Tıpkı dün bu topraklarda Fransız askerlerinin üstüne taşlarla saldıran bizim dedelerimiz gibi, bunlar da sonunu düşünmüyorlar. Bir hesap ya da planla yapılacak işler değil bunlar, tıpkı Kamil’in annesini müdafaa için süngülerin üstüne atılışı gibi…

Kimsenin bu çocuklar üzerinde bir hesabı olduğunu sanmıyorum, zaten o kadar düşük bir direniş profili direnmeyi de başaramaz. Bir halkın kurtuluş mücadelesi, çocukların omuzlarına, kadınların sırtlarına yüklenemez; yükleniyorsa düşer, yıkılır, kaybedilir.

Uzaktan davulun sesi değildir sadece hoş gelen; bir bombanın, bir savaş uçağının sesi, bir babayı kaybetmenin, annesizliğin acısı, kardeşini kurtarmak için toprağı tırnaklarıyla kazmak zorunda kalmanın çaresizliği ve en sevdiklerinin etlerini taşların arasından toplamanın şoku!

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var,
Akıl için son karar; saçlarını yolmak var.” (Necip Fazıl)

29 Mayıs 2019

Zamanın Endülüs'ü


Çok farklı bir devre denk geldik biz.
Fotoğraflar ve videolarla dünya ayağımıza getirildi.
Çok çocuğun, çok kadının, çok ihtiyarın cesedini gördük.
Emzikli idi bazı çocuklar,
bazılarının altında bez vardı daha,
kimisinin saçları dökülüyordu bir kucaktan yere,
kimisinin eli kolu tutmuyordu...
Çok kadın gördük;
paramparça idi yüzleri, yıkık ve döküktü omuzları.
Kucaklarında hasretle sarıldıkları yavrucakları değil taş ve molozlar oldu.
Çok kadının çığlığını duyduk aslında;
namusları çiğnenen çok kadının feryadını duyduk,
çocuklarının cansız bedenine sarılan çok kadının hıçkırıklarıyla depremler oldu...
Ah belini yaşlılık değil kahır büktü ihtiyarların;
ak sakalları kanla kızıla boyandı kaç kere,
bastonlarına değil acılarına yaslandı bazısı,
bazısı sırt üstü düştü toprağa
ve göğe, yıldızlara takılı kaldı bakışları...
Küçücük oğlanların cansız bedenleri toza toprağa karıştı;
yiğit adamlar olacaklardı, küçük cesetler oldular.
Adamlık onlarla birlikte gömüldü yerin altına...
Yağmurdan çok bomba yağdı başlarına,
topraklarına tohumlardan çok can verdiler.
Çok gişe yaptı sahneleri,
çok alkış aldı zulüm;
utanmayı da unuttu insanlık,
arsız ve hayasız bir devre denk geldik...
Hiç günahsız bir kızın enkazdan çıkarılırken uçuşan saçlarına baktınız mı?
Bir sarmaşık dalı kadar incecik kollarının yapraklar gibi salınışını gördünüz mü?
Cansız bir narin bedenin artık acı çekmeyecek kadar acı çektiğine şahit oldunuz mu hiç?
Bütün anlaşmaları, anlatmaları, aydınlanmaları ve aydınları ile kahrolsun bu dünya!
Masum bebeler can veriyor,
masum kadınlar namusundan oluyor,
her türlü hürmete layık ihtiyarların onurları çiğneniyor
ve insanlık çağ atladı sanıyor kendini.
Atlayıp düştüğümüz yer bir kenef çukuru,
işin kötüsü pisliğe burnumuz alıştı
ve normal bir hayat devam ediyor sanıyoruz.
Çocuklar öldürülüyor ve buna alıştırdılar bizi!
Hala şiiri yazılmadı bu çağın Endülüs’ünün,
hala bir şair bekliyor edebiyat dünyası,
ve sultanlar kasideleri dinleyip ağlamayacak!
Ağlayacak bir sultan bile bırakmadılar bize...
Masumiyeti katlettiler geriye çirkef kaldı,
merhameti yok ettiler geriye nefret kaldı,
medeniyeti yok ettiler geriye bir çukur kaldı.
Çukurun etrafında milyonlarca kamera,
milyarlarca göz,
mercek mercek çektiler bu vahşeti,
geriye zehir gibi bir seyir kaldı.

25 Mart 2019

Bu da geçer ya hu!



Geçtiğimiz yüzyıla biraz sıkıntılı başlamıştık ya, aslında öncesinden biriken, yüzyıllar boyu devam eden, geri geri giden ayaklarımızın yeryüzünde bıraktığı izler vardı.

İber yarımadasından Balkan yarımadasına, yarım kalan bir medeniyet yürüyüşü ya da eşyanın tabiatı gereği, dünyanın zirvesine kadar ulaşınca çaresiz bir düşüş, geriye gidiş, içine kapanış vardı.

Yer çekiyordu bizi, toprak çekiyordu!

Büyük yenilgiler aldık, sayılarını doğru düzgün hesap edemediğimiz kayıplar verdik. Adeta yüzyıla omuzlayacak gençliği toprağa gömdük te geçtik buraya. Okulların mezun veremediği yıllar geçirdik.

Sonra devletimizi yıktılar; bütün birikimi ile, bütün ihtişamı, bütün yükü, bütün ağırlığı ile yıktılar, üstümüze yıkıldı koca bir imparatorluk!

Kırık-dökük bir ülke, ezik bir halk olarak kaldık geriye…

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer var olamadı, yenilgi yenilgi büyüyen bir eziklik kaldı.

Dile kolaydı; hemen her birimizin dedelerinin arasında imparatorluğun bir cephesinde kalanlar vardı, yarım bedenlerle dönenler, bütün varlığını artık bizim olmayan topraklarda bırakanlar.

Fakirdik, on yıllar boyu daha da fakirleştik. Hiç bir şey üretemedik, daha da ezildik zira neyimiz varsa onlara borçluyduk. Borçluyduk hakikaten, Demokles’in kılıcı dolara dönüşüp ensemizde sallanır oldu.

Batı’ya borçluyduk ve onlar gibi olursak kurtulacaktık güya. Ne onlar gibi olabildik ne de kurtulabildik borçtan. Bir koca yüzyıl daha geçti ama hala başladığımız yerdeyiz.

Kıyafetlerimizden yediklerimize, dilimizden dişimize, fabrikamızdan köyümüze, tarlamızdan tohumumuza; neyimiz varsa hepsine onların istediği gibi nizam verdik. Olan 3-5 parça şeyi de onların kredileriyle yapmıştık zaten, mecburduk onların istediği gibi olmaya…

Eziktik her bakımdan!

Kullandığımız eşyaları ve teknolojiyi onlar üretiyordu, biz sadece kullanıcıydık, kullanılıyorduk haliyle.

Dünyayı onlar yönetiyordu, biz ezik ezik seyrediyorduk.

O kadar tuhaf bir eziklikti ki bu; onlardan biri Müslüman olunca daha çok seviniyor, onlardan biri bizi sevse dünyalar bizim oluyordu. Oysa, bizden bir kişinin imanını muhafaza edebilmesi onlardan bin kişinin Müslüman olmasından daha değerliydi.

Onlardan biri bizi öldürüp bir diğeri de öldürene kızınca acımız geçiyordu. Onlardan birinin bizi savunması pek değerliydi.

Sahip oldukları pek çok şeyi bizden çaldıklarını unutuyorduk. Teknoloji diye ürettikleri neredeyse her şeyin altında bizim koyduğumuz temellerin olduğunu bilmiyorduk.

Bir de güçlü orduları ve çok öldüren silahları vardı. Galiba biraz da korkuyorduk onlardan! Çünkü acımıyorlardı; asker-sivil ayrımı bir yana, kadın ya da çocuk tanımıyorlardı öldürürken.

Durumumuz pek parlak değildi, hala da değil. Bugünden yarına büyük değişiklikler olabileceğine dair pek net ve büyük işaretler de yok. Aksine umutsuzluk büyütmek için gerekli bir çok sebep var.
Oysa bu gibi durumlar için dünyanın kaderini tayin eden, Aziz ve Celil olan Allah(cc)’ın uyarısı vardı:

Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştur. İşte bu günleri biz insanlar arasında dolaştırıp dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden şehitler edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez. (Ali İmran 140)

Bu günler geçecek, işte bu kesin!

Bir zamanlar; Avrupalıların Bağdat’tan gelen saatin büyüsünü çözmeye çalıştıkları günler tersine dönmüş durumda.

Bir zamanlar; Avrupalıların arapça öğrenmek için, Endülüs’e yolculuk yaptıkları günler tersine dönmüş durumda.

Bir zamanlar; Avrupalı asilzadelerin İstanbul’da Sultan’ın eteğini öpmekle övündüğü günler de tersine dönmüş durumda.

Tekrar tersine dönecek!

İşte buna iman ediyoruz biz; mutlaka ama mutlaka Allah(cc)’ın vaadi yerine gelecek.

Bu günler de geçecek ya hu!

12 Şubat 2019

Dünyayı ve yaşamayı seviyoruz



Bütün kızgınlıklarımız ve kırgınlıklarımız bir yana; hepimiz yaşamayı seviyoruz ve bu dünyada yaşamak için gerekli olan her şeyi baya baya seviyoruz. Hatta yaşamak için gerekli olan miktarından fazlasını elde etmeyi seviyoruz.

Özendiğimiz o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez. Bazılarımız bazılarının hayatlarını yaşamak istiyor, ne garip! Bir başkasının yerinde olabilmek mümkün olabilseydi; mesela bukalemunların renk değiştirmesi gibi biz de hayat standartlarımızı değiştirip deneme imkanına sahip olsaydık, herhalde şekilden şekle, kılıktan kılığa, hayattan hayata geçmekten yorulur, biter ve o yolda helak olurduk.

Elimizden gelecek pek fazla bir şey de yok.

En akıllılarımız ve en iyilerimiz, halinden memnun olabilenler oluyor. Yaşadığı standartları ve verilen imkanları kabullenen ve selim bir kalp ile hamd edebilenlerimiz kurtuluyor.

Kurtuluyor dediysem, yalnız dünyada değil elbet, ahirette de kurtuluyor.

Din; dünyada kendisine verilenlerden razı olan bireyler yetiştirme kuralları manzumesidir, şeklinde bir tarif yapsam yanlış olmaz, haddimi de aşmış olmam sanırım.

Verilenden memnun, verilmeyenden razı, istenileni yapan ve yasaklananlardan kaçınan insanlar; mutlu ve mesut bir dünya hayatını ve dahası aynı şekilde bir ahiret hayatını kazanabilme umudu en yüksek olanlarımız oluyor.

Bizi bozan ve yoldan çıkaran, bütün istek ve arzularımızı kontrol altında tutmamızı sağlayacak olan da bu sonra gelecek olan yani ahirimizde elde etmeyi umduğumuz kazançtır.

Gözümüz ve gönlümüz doymak bilmez tamam ama doymayı bilen midelerimizle bile sorunumuzu çözemiyoruz.

Hem dünyanın hem ahiretin en yüksek makamlarına talip oluyor ama tırnağımız incinmesin istiyoruz. Bedelsiz bir sefa sürme sevdasıdır aldı gidiyor…

Gerek geçmiş nesillerden gerekse çağdaşlarımızdan, büyük emeklerle büyük kazançlar elde edenlerin hikayelerine bayılıyoruz. Biz galiba, bilgi çağının her şeyi sadece bilgiden ibaret gören nesilleriyiz. Bilmek yetiyor bize, yapmaya gerek görmüyoruz.

En basit hayat kurallarından en ağır sorumluluklara kadar, kaçabildiğimiz ne varsa kaçmayı marifet biliyoruz.

İdeallerimiz hatta din anlayışımız bile bu keyfin etrafında şekilleniyor. Bizi yoran hayırlardan kaçıyoruz. Kolay ve kısa vadeli zahmetlerle büyük menfaatler elde etmek cazip geliyor. Bunu sorun olarak görmek istemiyoruz, ona da tamam. Ama bari kendimizi dev aynasında görmeseydik…

Kendimizi sigaya çekmekten korkuyoruz. Baksanıza bu satırlarda hep ‘biz’ kullanmışım, hiç ‘ben’ yok. Ucu bana dokunmasın da kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın!

Nasihatlerin fayda etmemesinin ne kadar basit ve anlaşılır bir sebebi olduğunu görmek için çok akıllı olmaya da çok şey bilmeye de gerek yok.

Bizden bir sonraki nesli beğenmememizin haklı yanı elbette var ama biz de bizden önceki nesilden daha iyi değiliz.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...