Geçtiğimiz yüzyıla biraz sıkıntılı başlamıştık ya, aslında
öncesinden biriken, yüzyıllar boyu devam eden, geri geri giden ayaklarımızın
yeryüzünde bıraktığı izler vardı.
İber yarımadasından Balkan yarımadasına, yarım kalan bir
medeniyet yürüyüşü ya da eşyanın tabiatı gereği, dünyanın zirvesine kadar ulaşınca
çaresiz bir düşüş, geriye gidiş, içine kapanış vardı.
Yer çekiyordu bizi, toprak çekiyordu!
Büyük yenilgiler aldık, sayılarını doğru düzgün hesap
edemediğimiz kayıplar verdik. Adeta yüzyıla omuzlayacak gençliği toprağa gömdük
te geçtik buraya. Okulların mezun veremediği yıllar geçirdik.
Sonra devletimizi yıktılar; bütün birikimi ile, bütün ihtişamı,
bütün yükü, bütün ağırlığı ile yıktılar, üstümüze yıkıldı koca bir
imparatorluk!
Kırık-dökük bir ülke, ezik bir halk olarak kaldık geriye…
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer var olamadı, yenilgi
yenilgi büyüyen bir eziklik kaldı.
Dile kolaydı; hemen her birimizin dedelerinin arasında
imparatorluğun bir cephesinde kalanlar vardı, yarım bedenlerle dönenler, bütün
varlığını artık bizim olmayan topraklarda bırakanlar.
Fakirdik, on yıllar boyu daha da fakirleştik. Hiç bir şey üretemedik,
daha da ezildik zira neyimiz varsa onlara borçluyduk. Borçluyduk hakikaten, Demokles’in
kılıcı dolara dönüşüp ensemizde sallanır oldu.
Batı’ya borçluyduk ve onlar gibi olursak kurtulacaktık güya.
Ne onlar gibi olabildik ne de kurtulabildik borçtan. Bir koca yüzyıl daha geçti
ama hala başladığımız yerdeyiz.
Kıyafetlerimizden yediklerimize, dilimizden dişimize,
fabrikamızdan köyümüze, tarlamızdan tohumumuza; neyimiz varsa hepsine onların
istediği gibi nizam verdik. Olan 3-5 parça şeyi de onların kredileriyle
yapmıştık zaten, mecburduk onların istediği gibi olmaya…
Eziktik her bakımdan!
Kullandığımız eşyaları ve teknolojiyi onlar üretiyordu, biz
sadece kullanıcıydık, kullanılıyorduk haliyle.
Dünyayı onlar yönetiyordu, biz ezik ezik seyrediyorduk.
O kadar tuhaf bir eziklikti ki bu; onlardan biri Müslüman olunca
daha çok seviniyor, onlardan biri bizi sevse dünyalar bizim oluyordu. Oysa, bizden
bir kişinin imanını muhafaza edebilmesi onlardan bin kişinin Müslüman olmasından
daha değerliydi.
Onlardan biri bizi öldürüp bir diğeri de öldürene kızınca
acımız geçiyordu. Onlardan birinin bizi savunması pek değerliydi.
Sahip oldukları pek çok şeyi bizden çaldıklarını
unutuyorduk. Teknoloji diye ürettikleri neredeyse her şeyin altında bizim
koyduğumuz temellerin olduğunu bilmiyorduk.
Bir de güçlü orduları ve çok öldüren silahları vardı. Galiba
biraz da korkuyorduk onlardan! Çünkü acımıyorlardı; asker-sivil ayrımı bir
yana, kadın ya da çocuk tanımıyorlardı öldürürken.
Durumumuz pek parlak değildi, hala da değil. Bugünden yarına
büyük değişiklikler olabileceğine dair pek net ve büyük işaretler de yok.
Aksine umutsuzluk büyütmek için gerekli bir çok sebep var.
Oysa bu gibi durumlar için dünyanın kaderini tayin eden, Aziz
ve Celil olan Allah(cc)’ın uyarısı vardı:
Eğer bir yara
aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştur. İşte bu günleri biz insanlar
arasında dolaştırıp dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri belirtip ayırması ve
sizden şehitler edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez. (Ali İmran
140)
Bu günler geçecek, işte bu kesin!
Bir zamanlar; Avrupalıların Bağdat’tan gelen saatin büyüsünü
çözmeye çalıştıkları günler tersine dönmüş durumda.
Bir zamanlar; Avrupalıların arapça öğrenmek için, Endülüs’e
yolculuk yaptıkları günler tersine dönmüş durumda.
Bir zamanlar; Avrupalı asilzadelerin İstanbul’da Sultan’ın
eteğini öpmekle övündüğü günler de tersine dönmüş durumda.
Tekrar tersine dönecek!
İşte buna iman ediyoruz biz; mutlaka ama mutlaka Allah(cc)’ın
vaadi yerine gelecek.
Bu günler de geçecek ya hu!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder