Kabil, Habil’i öldürdüğü günden beri yeryüzünde, insan
eliyle insanın öldürülmesi anlamına gelen cinayetler işleniyor. Başka tür ve
yollarla da işlenenlerin varlığını bir kenara bırakıp, önce insanı konuşmamız
elbette varlığın en değerlisi olmasındandır.
Zulmün en acı meyvesidir cinayet; canına mal olduğu insanın
hesabının sorulması, hem sevenleri hem de toplumların huzuru için olmazsa olmaz
yoldur. Katillerin, vicdanları ferahlatan bir ceza almadığı yerde, başka hiçbir
şey açılan yaraya merhem olamıyor. Hesabı sorulmamış cinayetler, açık yaralar
gibidir; hem yanmaya devam eder, hem de her türlü mikroptan etkilenmeye.
Sebepler ve sonuçlar, yer ve zamana göre değişse de, sonuçta
ölen bir insan olduğundan, katilin cezası verilse de geri gelme ihtimali bulunmadığından,
geride kalanları en çok yaralayan gidiş şekli olarak kayıtlara geçişin adıdır,
cinayet.
Katilin cezalandırılması, eğer maktulün yakınları af yolunu
tutmazsa, intikam yolunun da kapanabilmesi için yegane çaredir. Cezanın şekli
ve miktarı, hem maktulün sevenlerinin intikam arzusunu köreltmeli hem de olası
katil adaylarının bu cürmü işlemeyi düşünürken ellerini titretmelidir.
Can davasının sonucu ancak canla ödenebilir ve bu kan davasını
engellemenin de kesin yoludur. Ancak adalet sistemlerinin çalışma şekli ve
yaşanan toplumun dinamikleri günümüzde bu cezanın adaleti temin etmesini
tartışılır kılmıştır.
Tartışılan her doğru, yanlışların setlerini açmak anlamına
geliyor. Doğruda gösterilen tereddüt ve olası suiistimaller endişesiyle iptal
edilmesi, telafisi mümkün olmayan boşluklar açıyor.
Her ne ceza verilirse verilsin, cinayetlerin önünü tamamen
kesmek mümkün olmasa da; cinayetlerle açılan korku ve endişe yolunun
kapatılması, örnekliğinin engellenmesi ve kısasının alınması sonucu intikam
duygularının körelmesi, büyük kişisel ve toplumsal menfaatler olarak bilinmelidir.
Bugün için toplumumuza İslam şeriatının/hukukunun cinayetler
için öngördüğü kısas cezasını teklif etmemizin bir değeri olmayacaktır. Zira
fıkhi detayları ve özellikle sistem olarak önleyici tedbirleri ve kapsamlı
terbiye ve eğitim süreci olmadan sadece ceza kısmının alınması, yaptığımız işin
doğru olsa da yeterli olmasını sağlamayacaktır.
İslam’ın toplumsal doğruları, fıtratın gereğidir.
Uygulandıklarında normal insanların tamamı için gereken adalet ve emniyet duygusunu
temin ederler. Parça parça alınmasında bile insanların uydurduklarından çok
daha verimli olacağında şüphe yoktur. Ancak adına İslam denilmesi ya da şeriat
böyle denilmesi yanlış olur. Sadece İslam’dan bir parçadır o, tamamı değil.
Aksi bir durumda, sadece ceza hukukunun alınması ve
neticelerin başarısızlık olması ihtimalinde, insanların her bakımdan fıtrata uygun
ve mükemmel bir toplum yönetim biçimi olan İslam hakkında olumsuz düşünmelerine
yol açacaktır. Bu vebalin altına girmek akıl karı olmaz.
Geldiğimiz noktada, işlenen cinayetlerle ilgili toplumsal
bir infial yaşanıyor. Özellikle, fiziksel olarak savunmasız ve zayıf halka olan
kadın ve çocuklara yönelik cürümler, hemen herkesin içini yakıyor. Ancak kimse
-engel olmak için- cinayetlerin sebeplerini konuşmak istemiyor. Cinayete giden
yolları nasıl kapatırız diye düşünmek istemiyor.
Sadece kadın cinayetlerinin değil erkek cinayetlerinin de
aynı derecede yürek yakıcı olduğu gerçeğini nedense kabullenemiyoruz. Öldürülen
erkekse daha az acı çekilmiyor. Ayrıca kadın ve çocuklar için üzülmek bir erdem
ise, öldürülen her erkeğin ardından yanacak kadın veya çocuklar da olabiliyor.
Cinayetin kurbanının ırk, cinsiyet veya başka bir yaklaşımla
farklı görülmesi de ayrı bir cinayettir. Bazı cinayetlerin daha çok üzüntü
verici olması anlaşılır ve normaldir ancak katilin mutlaka eşit yargılanması
gerekir.
Konu katilin cezası olduğunda, kimse nasıl bir ceza olursa
korkutucu/caydırıcı olur bilmek istemiyor. Neticede insan eğitilerek bazı kötülükleri
terk edebilen bir varlıktır. Ancak bazıları eğitilemiyor ya da eğitilse de bir
sebeple bir anda canavara dönüşerek, sadece cinayet işlemekle kalmayıp, dehşet
verici işkenceler de yapabiliyor. Bunları durdurabilme ihtimali olan tek şey,
alacakları cezanın korkusu olacaktır. Korku, en gerçekçi ve etkili insan duygusudur.
Gündeme gelen ve her normal insanın vah ettiği, maktule
acıyıp katile lanet ettiği her olayda, içi boş çağrılarla ortalıkta gereksiz
bir gürültü çıkarılıyor ve birkaç gün sonra o da bitiyor. Sebepler ve sonuçlar
üzerinde konuşup çare üretecek, topluma uygun ve etkili olabilecek acil eylem
planları yapacak, gerekli cezai değişiklikleri konuşacak kimse kalmıyor.
Bir sonraki vahim olaya kadar, çoğunlukla olanları unutup
hayatımıza devam ediyoruz. Ölen öldüğüyle kalıyor, yakınlarının acısı
yüreklerinde büyüyor, katiller korunaklı cezaevlerinde beslenip bir sonraki
afta büyük ihtimalle sokağa salınıyor.
Bu gömlek bize dar geliyor. Avrupa uyum yasaları ya da
İtalyan ceza hukuku ile İsviçre medeni kanunu bize çare olmuyor. Doğulu
kafasıyla batılı gibi yaşanamıyor, batılı kafayla da doğuda yaşamak zordur
herhalde; çare her toplumun yapısına
uygun kurallara tabi olmasında, arada kalan eziliyor, bizim gibi…
Evet, -kesinlikle ve mutlaka- kadın ve çocuk cinayetlerini
durdurmamız gerekiyor. Çocukları ve kadınları korumamız gerekiyor. Bunları
bütün kalbimle söylesem de, neticede pratikte bir etkisi olmuyor. Yaşananları
durduracak ve gidişatı etkileyecek olan, karar verme merciinde bulunanların,
toplumun ihtiyaçlarına göre bir düzenleme yapmaları olacaktır.
Sözleşmeler ya da anlaşmalar, yazılı kanunlar yahut sözlü
gelenekler, ne tek başına sebep ne de tek başına sonucu etkileyecek bir değişim
olabilir. İstanbul sözleşmesi yokken de cinayetler vardı, varken de işleniyor.
Kaldırıldıktan sonra da devam edecektir. Siyasi kazanç umuduyla ya da sırf
ideolojik kar amacıyla cinayetlerin kullanılması da herhalde cinayetin kendisi
kadar iğrençtir.
Yine de sesimizi çıkarmamız, duyulma umudunu da var
edecektir. Biz durdurulsun diye samimi olarak isteyip dillendirelim, nasılını
da ehlinden bekleyelim. Orada bunun için varlar, bir yol bulsunlar ve
durdursunlar.