15 Ağustos 2020

Sen de haklısın

 


Hepimiz için kaderin devasa nehrindeki seyahat devam ediyor. Su akıp yolunu bulacaktır. Eşyanın tabiatı böyle; eskiyip dökülmek, kuruyup büzüşmek, eğrilip bükülmek ve sonunda toprağa karışmak!

Kuruyan yaprağa, solan çiçeğe sorsan, o da haklıdır gidişatında…

Nasreddin Hoca merhumun dediği gibi; “sen de haklısın”.

Ve fakat, bu kadar haklının olduğu yerde, hakkın gerçekten tespit ve tayin edilmesi mümkün görünmüyor.

Herhangi bir işte, nihai hakkın tespitini bize bırakmamak gerektiğini, hakkın bize bırakılamayacak kadar “ali” bir mesele olduğunu, böylelikle bihakkın anlamış bulunuyoruz. Bilmem kaçıncı kere.

Herkesin hakkı ve hakkı bulma yolu, kendine iyi ve doğru olsa da; biz Müslümanların, üzerinde tartıştığımız ve anlaşamadığımız, daha da önemlisi hakkı ve adaleti, teslim ve tesis etmek istediğimiz konuyu, İslam’a götürmek ya da zaten içinde yaşadığımız İslam’ın hükmünü ortaya koymak ve böylece sorunları çözmek, anlaşmazlıkları bitirmek, hakkı teslim ve adaleti tesis etmek gibi bir ayrıcalığımız var.

Bu ayrıcalığı kullanmayan Müslümanı, Allah(cc) dünyada rezil, ahirette zelil eder!

Ayrıcalığımızın farkında olmak ise ayrı bir marifet konusu oldu artık. Ortalığı kelimelerden kılıçlarla kelle uçuran, büyüklü küçüklü cengaverler aldı. Yetisini ve yetkisini bilip, kabullenip de ona göre söz söylemek ya da susmak, az bulunur mücevherler mesabesinde değer kazandı.

Her konu gündeme malzeme oldu, her hassasiyet tarafgirliğe kurban edildi.

İnsanlar hakkı ve hakikati, kendinden olanın ağzına verdi. Yalanı ve sahteyi rakibinin sırtına vurdu. Erkekler ve kadınlar, yaratık değil ilah ve ilaheler olma derdine düştü.

“Ben Müslümanlardanım ve boynum şeriatın hükmü karşısında kıldan incedir” diyebilmek, ya bir ayıp görüldü ya da bir günah!

“Hakikaten ben neyi savunuyorum ve neyi reddediyorum” diye sorgulamak için akıldan daha fazlası gerekir oldu.

Neyin davasındayız sahi?

“Bezmi Elest” sözleşmesinden daha değerli ve önemli bir söz, bir dava, bir mücadele olabilir mi?

İnsan; ekmeğinin peşinde koşar, malının ve canının tasasını taşır, neslinin ve dininin muhafazası için savaşır, aklını başında tutmak için yaşar. Dava ise, fıtratın getirdiği ve imanın yüklediği haktır ve o hakkın davasını güder.

Gerisi, kuru kavgadır!

Boş iştir.

Kendine ve yanındakilere hatta karşındakilere yazık etmektir.

09 Ağustos 2020

İnsanın değiştirme sevdası

 

Elindekiyle yetinmek erdemlerin en değerlilerinden olsa da, en az rastlanan mücevherler gibi aranır ve zor bulunur bir haslet olarak, günümüzün kayıp listelerinde ilk sıralarında duruyor.

İnsan; değiştirmeyi, yenilemeyi, daha fazlasını elde etmeyi, gözünü doyurmayı, elindekini artırmayı, çoklukla övünmeyi marifet saymaktan, kendini beğenmek ve kendini her şeye layık görmekten hiç vazgeçmiyor.

Dünyaya, dünyayı değiştirmek için gelmiş olmakla; dünyasını değiştirmek gibi bir kaçınılmaz sona doğru gitmek arasında kaldığı halde, sürekli bir değiştirme sevdasıyla çırpınıp duruyoruz. Herhalde fıtratımızdaki kodlarda dünyayı değiştirmek kısmını, dünyadan ayrılmak ile dünyadaki her yolu ve imkanı elde ederek, değiştirmek gibi bir tabire dönüştüren bilinç altımızda bir nehir akıyor.

Ne ki; pek çok nehir gibi, bu bilincimizin altından akan nehre de, muhtelif kanallardan iyi ve kötü, temiz ve pis, akıntılar ve atıklar karışıyor.

Değiştirme sevdamızın doğal sonucu olarak yani sevda dediğimiz iç karartısının insanın hayatındaki en değerli şeyler sıralamasını alt üst eden ve bilincin kazanının dibini tutturduğu için karartısını oradan alan, bir köreltme etkisinden dolayı, ne yaptığını ve niçin yaptığını da çoğu zaman sorgulama ihtiyacı duymuyoruz.

Üzerinden yıl geçtiği için hiç kullanmadığı koltuk takımını değiştirmek isteyen kadınlarla alay eden akıllı ve entel kafalarımızın, üzerinden henüz yıl değil ay bile geçmemiş birtakım fikirlerini, hedeflerini, hayallerini değiştirmekten hiç gocunmaması da değişim sevdasının karartısının gözlerimizin ve gönüllerimizin üstüne çektiği perdeden olabilir.

Hiç kullanmadan, hiç denemeden değiştirmek; ne büyük bir lüks aslında değil mi?

Mümkün olsa beyinlerimizden başlayarak bazı organlarımızı değiştirmek isterdik. İmkanı olanların yaptığını da duyarız ya, pek verimli olmuyor. Başkasının emrine amade kılınmış bir parça toprak neticede; bir diğerine yar olmuyor genelde.

Biz ona kalp desek de, beyin deyip kendisiyle övünsek de; neticede birkaç kiloluk toprak parçasından bahsediyoruz. İnsan dediğimiz de, bu topraktan imal edilmiş, neredeyse hiçbir canlının yemek bile istemediği et parçalarından ibaret bir varlık değil iyi ki…

Tabi gıybet ederken yediklerimizi saymazsak!

Değiştirme sevdası diyorduk, insanın kaçınılmaz sonunu kendine hayat tarzı yapmasına benziyor biraz da.  “Madem bu dünyada kalamayacak ve sonunda dünyamı değiştireceğim; gelişim ve gidişim bir değiştirme mecburiyetinden ibaret, öyleyse ben de elime geçen her şeyi değiştirmeyi kendime gaye edindim.”

Başarısız olunca, kızar hatta strese gireriz. Maddi durumumuzu değiştirmek için yaşar, maneviyatımızı da mümkün olsa evliya kalitesinde yükseltiriz. Bunda bir mahsur yoktur tabi, hiç değilse manevi kısmı dünyamızı değiştirince bir işe yarayacaktır.

Acaba değiştirmekten vazgeçebilir miyiz? Pek sanmıyorum. En azından kendi adıma bunca yıldır gözlemlediğim kadarıyla vazgeçemiyoruz. Farkında olarak ya da olmayarak birçok derdi başımıza açan bu sevdadan, mecnun gibi vazgeçemiyoruz.

İnsanları ve şartları değiştirmekten vazgeçemiyoruz madem; bunu böylece kabullenip, farkında olarak yaşamaya, kontrollü bir değişim hasletine dönüştürmeye çalışmaktan başka bir yol da bilmiyorum.

04 Ağustos 2020

Bir katil kolay yetişmiyor!


Kurban bayramından yeni çıktığımız için hemen hepimize tanıdık gelen bir vakıadan bahsedelim; bir cana kıymaktan, birinin ölümüne sebep olmaktan yani. Çoğumuz artık kurban bile kesemiyor. Yürekleri elvermediği için, bu ibadeti vekalet gibi bir alternatifle uygulayan ve kendileri yerine getiremeyenleri elbette normal karşılıyoruz.

Bir zamanlar herkesin belinde kılıçla gezdiği, savaşların öyle düğmelere basılarak değil, topuzlarla kafatası parçalanarak yapıldığı günler vardı. Düşman öldürmek sıradan bir işti ve hatta önemli bir marifet ve maharetti.

Çevremizde yaşanan onca savaşa ve katliama rağmen, bizim bir nevi korunaklı beldelerimizde güven içinde yaşamaya devam edebiliyor olmamız belki de bizi bu gerçeklikten uzak tutuyor. Askerliklerini dağlarda terörle mücadele ile geçirenler haricinde çok az insan ölüm ve kan görür. Trafik kazaları istisnai bir durum ve konumuzun dışında.

Şimdilerde kurban kesmeye cinayet diyenlerin de olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Daha düne kadar kulak kesmek ve kolye yapıp boynuna takmak yaygın bir batılı adetiyken, artık batı hayranları ibadet için hayvan kesilmesini cinayet olarak görüyorlar. Tabi görmedikleri insan katliamlarını yüzlerine vurmaya gerek yok. Nasılsa yine de görmeyecekler.

Peki bunca naif ve hassas bünyenin bulunduğu toplumumuzda kadınları, çocukları ve erkekleri kim öldürüyor? Nereden geliyor bu katiller? İthal ürün mü bunlar? Topraktan mı yetişiyorlar? Bir film setinden mi kaçtılar? Uzaydan mı indiler? Tamamının cevabı aynı olan saçma bir sürü daha soru sorabilirim.

Bu katilleri biz yetiştirdik!

Toplumumuzu ayakta tutan ahlak kurallarını tahrip ederek, neslimizi koruyan aile kurumunu dağıtarak, imanımızı koruyan haya ve edep duygularını yırtarak, hürmet ve muhabbetin içine çağdaş birtakım formüllerle yapılmış zehirler katarak, biz elbirliği ile bu katilleri yetiştirdik.

Her devirde vardı kötülük ama biz kötülüğü saygıdeğer bir konumu oturttuk, ardından da saltanatına kızıyoruz. Bütün marifeti şaklabanlık etmek ve belden aşağı şakalar yapmak olan adamları, adam yerine koyup alkışladık; bütün marifeti edepsizlik etmek olan kadınları saygın şahsiyetler olarak pazarladık; gün geldi onların normalleri bütün topluma sirayet edince feryadı bastık ama iş işten çoktan geçmişti.

Çocuklarımızı televizyonlar ve internet eğitiyor. Doğrularını ve ahlaklarını tayin edenler, yapımcı ve senaristler oldu.

Kadın dövmeyi bu ülke televizyonlardan öğrendi!

Cinayet işlemeyi, hırsızlık yapmayı, içki içmeyi medya öğretti bu halka. Sonra zıvanadan çıkanların haberlerini yaptı. İlk sayfalarda da değil, üçüncü sayfa haberleri dedi bunlara.

Şimdi sözleşme tartışmaları devam ediyor. Kalsın ya da kaldırılsın diyenlerin tamamı cinayetlerden rahatsız aslında ama çözüm yolunda anlaşamıyorlar. Hatta çözüm yolu teklifi bile yok ortada.

Oysa sözleşmeler ya da anlaşmalar, yazılı kanunlar yahut sözlü gelenekler, ne tek başına sebep ne de tek başına sonucu etkileyecek bir değişim olabilir. İstanbul sözleşmesi yokken de cinayetler vardı, varken de işleniyor. Kaldırıldıktan sonra da devam edecektir.

Bir sözleşme ile cinayetlerin duracağına inanan aşırı saflıkla, o sözleşme kaldırılınca aile ve nesil kurtulur zanneden aşırı saflık terazide ayrı kefede dursalar da aynı ağırlıktalar.

İnsanoğlunun dünyayı ve kendini getirdiği nokta, neredeyse 100 yıldır devam eden bir merhametsizlik ve sapkınlık sarmalı oldu. Özellikle medya ve devamında internet ile normalleştirilen rezaletlerin faturasını ödüyoruz. Geri dönüş kolay olmayacaktır.

Geri dönüş, gericilik gibi geliyor kulağa tabi; ancak ahlaka, edebe ve medeniyete dönüşten bahsediyorum. Geçmiş, güllük gülistanlık değildi elbette. Geçmişin gülünü ve gülistanını alalım madem, bugünün çok bilen, çok duyan ve çok gören ileri zekası ve ileri teknolojisi ile birleştirip bir şeyler sunalım.

Bu katilleri bizim yetiştirdiğimizi kabul ederek başlayabiliriz. İslamcısı, solcusu, seküleri ve dindarı ile hepimizin emeği var bu toplumda. Bu katiller, gökten zembille inmediler sonuçta, sizin ve bizim bahçelerimizde yetiştiler. Gübre diye zehir dökenlere de biz izin verdik.

Ortada topyekun bir halkın ahlak ve medeniyet anlayışını değiştirme süreci var. Biz bu sürecin kurbanlarının cinayet işlemelerini konuşuyoruz. Daha neler işleyecekler Allah bilir…

27 Temmuz 2020

Taş yerinde ağır


Adalet ve dürüstlüğün alametinin doğru tartmak olarak görülmesi boşuna değildir. Neticede ahiret aleminde de bir tartının kurulacağına olan iman ve hatta korku bizi düzelten, kontrol eden ve kararlarımıza yön veren bir bilgi olarak sinemizde yer almaktadır.

Bilincimizin altında ve üstünde, önünde ve arkasında, sağında ve solunda bu gerçeklikle yoğrulan ruhumuzun; dünyaya bakışında da hep bir terazi gibi denge gözetme, almak ya da satmak için tartma, sevmek ya da kızmak için mukayese etme, beğenmek ya da yüz çevirmek için ölçüp biçme hasleti vardır.

İyiliğin salt iyilik olması yetmez, bir terazi kefesine koymak isteriz. Kötülükte öyle, kötülük olması tamam ama acaba ne kadar kötü diye bir mukayese etme ihtiyacı ister istemez duyarız.

İyiliğin kendinden öncekilere izafesinde gururlarımız için bir beis yoktur, zira iyi bir yol açanların ardından ve izinden devam etmekten kimse gocunmaz. Tabi, illa da ben bir yol açtım, sevdasına düşecek kadar mağrur değilse.

İyilerin ve iyiliğin, yan yana veya peş peşe gelmesinden, sadece daha anlamlı, daha güzel ve daha büyük bir iyilik oluşur. Kötülük için de aynı olsa da; kötüler kendilerini pek kimseye izafe etmek istemezler. Kötülüğün gurur duyacağı bir geçmişi olmaz çünkü!

Ancak bu temel üzerine bina edilen iyilik ya da kötülüklerin sayısal değerlerini karşılaştırmanın yanlış olacağı hemen her bakımdan bellidir. Tarihin öyle bir noktasında, öyle bir anda, öyle bir adam, öyle bir iyilik yapar ki; kendisinden sonra gelecek hiç kimse, yapacağı hiçbir iyilikle onunla boy ölçüşemez. Bu gibi iyiliklerin üstüne, bir iyilik anlayışı, bir iyilik örnekliği inşa edilir ve insanlık için, Müslümanlık için örnek olur, rehber olur. Ondan sonra geleceklerin yaptıkları ve yapacakları iyilikler ona izafe edilerek değerlendirilir.

Yalancı peygamber tarafından, işkence ile şehit edilen Habib bin Zeyd(r.a.) için varid olan hadiste, kendisinin “Ya-Sin sahibinin ecrine ulaştığı” ifade edilirken, Habib bin Neccar(r.a.)’a izafe edilmesi, onun zamanında gösterdiği iyi duruşun ve iyiliğin örnekliğinin liderliğindendir. İkisi de can vermiştir, onlardan başkaları da canlarını feda ettiler ve edecekler ama demek ki bu alanda mihenk olacak kadar büyük bir iyiliktir onun yaptığıdır ve kıyamete kadar benzerleri ona izafe edileceklerdir.

Aynı şekilde, kıyamete kadar gelecek bütün zalim, zorba ve sapkın idareciler bir yönleriyle firavuna izafe edilirler, zengin azgınlar Karun’a, onları silahlarıyla koruyan ve hizmetkarlık eden askeri liderler de Haman’a.

Bunları hatırlatmaktan maksadım, sonradan gelenlerin yaptıkları ile öncekilerin örnekliklerinin teraziye konulduğunda ağırlığın elbette öncülerde olduğunu ifade etmekti.

Tek farkla ki, henüz kendini firavuna izafe eden bir zalim çıkmadığı gibi, malıyla azgınlıkta ileri gittiği halde kendini Karun’a izafe eden zengin de çıkmadı, ilmiyle dini oyuncak edindiği halde hiçbir sapık bilgin kendini Bel’am’a izafe etmeyecektir.

İyilikle kötülük arasında en temel farklardan biri de budur. İyiliğin temelleri bilinir, örnekleri açıkça sahiplenilir, onlardan olunmakla onur duyulur. Kötülüğe gelince; kökleri inkar, örnekleri görmemek, rezalet benzerlikleri unutmuş gibi davranmak, tek yumurta ikizi gibi benzediklerini inkar etmek hatta lanetlemek sıradan sıfatlara dönüşmüştür.

İyilik ve kötülük, yapıldıkları zaman ve yer ile değer kazanırlar. İyilikleri benzeterek beğenmek mümkünse de teraziyi koyup ağırlıklarını tartmak anlamsız olur. Kötülükleri benzer yanlarıyla tanımak mümkün olsa da, ağırlıklarını tartmak gereksiz olur. Herkesin acısı kendine ağır gelir, her taşın yerinde ağır olmasının bir açısı da budur; iyilik ve kötülük de yerinde ağırdır ya da hafif. Bir zaman sonra çıkıp, bugünün şartlarında geçmişin iyilik ve kötülüklerini tartmak yanlış olur, yanıltıcı olur.

İşte tam da bu yüzden, bizden öncekiler hakkında ve yaptıkları hakkında konuşurken, değerlendirme yaparken veya överken ya da eleştirirken, şartları ve zamanı, zemini ve ortamı mutlaka aklımızın bir kenarında tutmak durumundayız.

Yoksa, küçük grup bir akıncının, Tuna boylarında devriye attığını, cümle batılıların onların korkusuyla yerlerinde çakılıp kaldıklarını anlamak için kendimizle mukayese etmemiz, moralimizi fena bozabilir.

Aynı şekilde, o akıncıların nasıl bir devir sonra buhar gibi uçup gittiklerini ve Tuna’nın nasıl yüzyıllar sonra batıda işçi olmak için, boynu bükük torunları tarafından geçilirken tersine aktığını hatırlamak keyfimizi kaçırabilir, kaçırmalıdır.

Tarihi olayları ve şahsiyetleri, komşumuz ya da iş arkadaşımız hakkında değerlendirme yapar gibi okursak, okuduğumuzdan ne biz bir şey anlarız ne de bizden sonra gelecek nesiller…

22 Temmuz 2020

Durduralım tamam ama nasıl?

Kabil, Habil’i öldürdüğü günden beri yeryüzünde, insan eliyle insanın öldürülmesi anlamına gelen cinayetler işleniyor. Başka tür ve yollarla da işlenenlerin varlığını bir kenara bırakıp, önce insanı konuşmamız elbette varlığın en değerlisi olmasındandır.

Zulmün en acı meyvesidir cinayet; canına mal olduğu insanın hesabının sorulması, hem sevenleri hem de toplumların huzuru için olmazsa olmaz yoldur. Katillerin, vicdanları ferahlatan bir ceza almadığı yerde, başka hiçbir şey açılan yaraya merhem olamıyor. Hesabı sorulmamış cinayetler, açık yaralar gibidir; hem yanmaya devam eder, hem de her türlü mikroptan etkilenmeye.

Sebepler ve sonuçlar, yer ve zamana göre değişse de, sonuçta ölen bir insan olduğundan, katilin cezası verilse de geri gelme ihtimali bulunmadığından, geride kalanları en çok yaralayan gidiş şekli olarak kayıtlara geçişin adıdır, cinayet.

Katilin cezalandırılması, eğer maktulün yakınları af yolunu tutmazsa, intikam yolunun da kapanabilmesi için yegane çaredir. Cezanın şekli ve miktarı, hem maktulün sevenlerinin intikam arzusunu köreltmeli hem de olası katil adaylarının bu cürmü işlemeyi düşünürken ellerini titretmelidir.

Can davasının sonucu ancak canla ödenebilir ve bu kan davasını engellemenin de kesin yoludur. Ancak adalet sistemlerinin çalışma şekli ve yaşanan toplumun dinamikleri günümüzde bu cezanın adaleti temin etmesini tartışılır kılmıştır.

Tartışılan her doğru, yanlışların setlerini açmak anlamına geliyor. Doğruda gösterilen tereddüt ve olası suiistimaller endişesiyle iptal edilmesi, telafisi mümkün olmayan boşluklar açıyor.

Her ne ceza verilirse verilsin, cinayetlerin önünü tamamen kesmek mümkün olmasa da; cinayetlerle açılan korku ve endişe yolunun kapatılması, örnekliğinin engellenmesi ve kısasının alınması sonucu intikam duygularının körelmesi, büyük kişisel ve toplumsal menfaatler olarak bilinmelidir.

Bugün için toplumumuza İslam şeriatının/hukukunun cinayetler için öngördüğü kısas cezasını teklif etmemizin bir değeri olmayacaktır. Zira fıkhi detayları ve özellikle sistem olarak önleyici tedbirleri ve kapsamlı terbiye ve eğitim süreci olmadan sadece ceza kısmının alınması, yaptığımız işin doğru olsa da yeterli olmasını sağlamayacaktır.

İslam’ın toplumsal doğruları, fıtratın gereğidir. Uygulandıklarında normal insanların tamamı için gereken adalet ve emniyet duygusunu temin ederler. Parça parça alınmasında bile insanların uydurduklarından çok daha verimli olacağında şüphe yoktur. Ancak adına İslam denilmesi ya da şeriat böyle denilmesi yanlış olur. Sadece İslam’dan bir parçadır o, tamamı değil.

Aksi bir durumda, sadece ceza hukukunun alınması ve neticelerin başarısızlık olması ihtimalinde, insanların her bakımdan fıtrata uygun ve mükemmel bir toplum yönetim biçimi olan İslam hakkında olumsuz düşünmelerine yol açacaktır. Bu vebalin altına girmek akıl karı olmaz.

Geldiğimiz noktada, işlenen cinayetlerle ilgili toplumsal bir infial yaşanıyor. Özellikle, fiziksel olarak savunmasız ve zayıf halka olan kadın ve çocuklara yönelik cürümler, hemen herkesin içini yakıyor. Ancak kimse -engel olmak için- cinayetlerin sebeplerini konuşmak istemiyor. Cinayete giden yolları nasıl kapatırız diye düşünmek istemiyor.

Sadece kadın cinayetlerinin değil erkek cinayetlerinin de aynı derecede yürek yakıcı olduğu gerçeğini nedense kabullenemiyoruz. Öldürülen erkekse daha az acı çekilmiyor. Ayrıca kadın ve çocuklar için üzülmek bir erdem ise, öldürülen her erkeğin ardından yanacak kadın veya çocuklar da olabiliyor.

Cinayetin kurbanının ırk, cinsiyet veya başka bir yaklaşımla farklı görülmesi de ayrı bir cinayettir. Bazı cinayetlerin daha çok üzüntü verici olması anlaşılır ve normaldir ancak katilin mutlaka eşit yargılanması gerekir.

Konu katilin cezası olduğunda, kimse nasıl bir ceza olursa korkutucu/caydırıcı olur bilmek istemiyor. Neticede insan eğitilerek bazı kötülükleri terk edebilen bir varlıktır. Ancak bazıları eğitilemiyor ya da eğitilse de bir sebeple bir anda canavara dönüşerek, sadece cinayet işlemekle kalmayıp, dehşet verici işkenceler de yapabiliyor. Bunları durdurabilme ihtimali olan tek şey, alacakları cezanın korkusu olacaktır. Korku, en gerçekçi ve etkili insan duygusudur.

Gündeme gelen ve her normal insanın vah ettiği, maktule acıyıp katile lanet ettiği her olayda, içi boş çağrılarla ortalıkta gereksiz bir gürültü çıkarılıyor ve birkaç gün sonra o da bitiyor. Sebepler ve sonuçlar üzerinde konuşup çare üretecek, topluma uygun ve etkili olabilecek acil eylem planları yapacak, gerekli cezai değişiklikleri konuşacak kimse kalmıyor.

Bir sonraki vahim olaya kadar, çoğunlukla olanları unutup hayatımıza devam ediyoruz. Ölen öldüğüyle kalıyor, yakınlarının acısı yüreklerinde büyüyor, katiller korunaklı cezaevlerinde beslenip bir sonraki afta büyük ihtimalle sokağa salınıyor.

Bu gömlek bize dar geliyor. Avrupa uyum yasaları ya da İtalyan ceza hukuku ile İsviçre medeni kanunu bize çare olmuyor. Doğulu kafasıyla batılı gibi yaşanamıyor, batılı kafayla da doğuda yaşamak zordur herhalde;  çare her toplumun yapısına uygun kurallara tabi olmasında, arada kalan eziliyor, bizim gibi…

Evet, -kesinlikle ve mutlaka- kadın ve çocuk cinayetlerini durdurmamız gerekiyor. Çocukları ve kadınları korumamız gerekiyor. Bunları bütün kalbimle söylesem de, neticede pratikte bir etkisi olmuyor. Yaşananları durduracak ve gidişatı etkileyecek olan, karar verme merciinde bulunanların, toplumun ihtiyaçlarına göre bir düzenleme yapmaları olacaktır.

Sözleşmeler ya da anlaşmalar, yazılı kanunlar yahut sözlü gelenekler, ne tek başına sebep ne de tek başına sonucu etkileyecek bir değişim olabilir. İstanbul sözleşmesi yokken de cinayetler vardı, varken de işleniyor. Kaldırıldıktan sonra da devam edecektir. Siyasi kazanç umuduyla ya da sırf ideolojik kar amacıyla cinayetlerin kullanılması da herhalde cinayetin kendisi kadar iğrençtir.

Yine de sesimizi çıkarmamız, duyulma umudunu da var edecektir. Biz durdurulsun diye samimi olarak isteyip dillendirelim, nasılını da ehlinden bekleyelim. Orada bunun için varlar, bir yol bulsunlar ve durdursunlar.


18 Temmuz 2020

Dürüst değillerdi adil de olamayacaklar


Biz insanlar unutkanız, unutmakla malulüz de diyebiliriz. Unutmak bizi insan yapan yanlarımızdan biri zira. İyi ya da kötü birçok şeyi unuturuz. Doğru ya da yanlışı unuttuğumuz gibi. Bildiklerimizi unuturuz, unuttuklarımızı bile unuttuğumuz olur, normalimizdir bu bizim.

Karşımıza çıkan yeni sandığımız şeylerin, aslında örnek şahsiyetler üzerinden, örnek zamanlarda bize öğretilenlerle aynı olduğunu da unuttuğumuz çok olur. Acaba, öyle mi, değil mi, böyle mi diye kafa yorarken, aslında cevaplarımızın çoğu avuçlarımızdadır da haberimiz yoktur.

İman ile iyiliklerin, küfür ile kötülüklerin bağını unutuyoruz.

Adaletle merhametin, zulümle hakaretin bağını göz ardı ediyoruz.

Sadakatle dürüstlüğün, ihanetle sahtekarlığın bağını gözden kaçırıyoruz.

Şirkin en büyük zulüm olduğunu; büyüğünü işlemekte sorun görmeyenlerden, daha küçüklerini beklemenin normalliğini unutuyoruz.

Bizden birilerinin kusurlarını ya da günahlarını ortaya döküp, onların üzerinde bize ait değerli ne varsa dillerine dolayanları; samimi zannederek, dürüst zannederek, adalet duygusuyla hareket ettiklerini zannederek çok fena bir şekilde yanılıyoruz.

Onlardan birinin ortaya saçılan kazuratı karşısında; adil ve dürüst bir yaklaşım beklemekle, mert ve samimi eleştiri gelecek zannetmekle, Allah(cc)’den utanmayanların bizden ya da kendilerinden utanacaklarını ummakla, çok fena bir şekilde yanılıyoruz.

Samimi bir adalet duygusuyla hareket edenlerden beklenecek davranışları, salt İslam nefretiyle hayatta kalanlardan ve Müslümanlara saldırarak yaşamayı alışkanlık edinenlerden ummaya bile gerek yok. Dürüst değillerdi, adil de olamayacaklar, yapacak bir şey yok, “oluklar çift; birinden nur akar birinden kir”.

Zalim kardeşin de olsa engel olmakla emrolunanlarla, zulümde kardeşini bile tanımayanları aynı kefeye koymakla, çok fena bir şekilde yanılıyoruz.

Kendimizden ve sahip olduğumuz, sırtımızı dayadığımız iman ve amel temellerinden tereddüt etmekle, hakkında en ufak bir olumsuzluk duyduğumuz kardeşimizi anında zalimlerin arenasına atmakla, tarihin ve sahih bütün haber kaynaklarının ittifakla bildirdiği gerçeklere yüz çevirmekle, çok fena bir şekilde yanılıyoruz.

Velhasıl; olaylar karşısında, güneş gibi parıldayan İslam’a ve onun ahkamına bakmakla yükümlü olduğumuz halde, gözlerimizin birtakım pilli cep fenerleriyle kamaşıyor olması, çok fena yanıldığımızı gösteriyor.

Şirki ve küfrü, haramı ve mekruhu, fitneyi ve fesadı olduğu kadar; imanı ve İslam’ı,  helali ve caizi, ıslahı ve inşayı yeniden keşfetmenin hiçbir zararı olmayacaktır. Unutuyoruz çünkü; çok kullanılan bıçak gibi köreliyor hassasiyetlerimiz.

Dinlemek ve hatırlamak, idraklerimizin cilası gibidir; amellerin imanın cilası olduğu gibi…

Enes (r.a.)den rivayet olunduğuna göre Rasulullah(sas) şöyle buyurdu:

"Kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et."

Bir adam:

-Ya Resulallah(sas)! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zalimse ona nasıl yardım edeyim? dedi.

Rasulullah(sas) da:

"Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. İşte bu ona yardım etmektir" buyurdu.  (Buhari)

16 Temmuz 2020

Sistemlerin arka kapıları


En iyisini bulduğumuzu ya da yaptığımızı sandığımız çok olmuştur. İnsan evladının kendi hizmetine sunulan nimetlerle dolu dünya karşısında, kibre kapılması da çok rastlanılan bir düşüş şeklidir.

Sadece alemdeki diğer varlıklara değil, kendi cinsimize de hükmetmeye meyyalizdir. Bunun için ilahi izinlerle çizilen yolların ve salahiyetlerin dışında, birtakım imtiyazlar elde etmeye bayılırız. İdare edenlerle edilenlerimiz arasındaki çekişme hiç bitmez.

Vahiy temelli idare sisteminde de kendimize göre açıklar(!) ve kaçacak ya da bir şeyler kaçıracak arka kapılar bulmaktan utanmayız. Bunu sistematik bir hale getirip, adına da herkesin kulağına hoş gelecek bir şey uydurduk mu, tutulmaması işten bile değildir.

Ekber Şah’ın bel’amlarının İslam’ın hükümlerini ortadan kaldırmak için buldukları yollar, şeytanın bile aklına gelmemiş olabilir. Malını 11 ay olunca karısına bağışlamak ve aynı şekilde 11 ay sonra da devralarak, üzerinden yıl geçmediği için zekat vermekten kurtulmak gibi bir formülü düşünen beynin kıvrımlarına, şeytan çocuklarını staja göndermiştir herhalde.

İlahi vahye bunu yapan insanın, diğer insanlar tarafından düzenlenen sistemlere neler yapabileceğini tahmin etmek zor olmayacaktır. Zira vahyin kaynağı ve temelleri yazılı olarak mevcuttur ve kıstas olarak elimizde dururlar. En azından izan ve insaf sahibi olanlarımız için, yaşananların gerçekten İslam’a uygun olup olmadığını tespit etmek ya da edenlerden öğrenmek imkanımız her zaman vardır.

Beşeri sistemler için ise, sabiteler yani sistemin üstünde durduğu direkler ve temeller bizzat en zayıf ve en riskli noktasını oluştururlar. Bu adeta, Rahmani bir düzenin, bize acziyet ve beceriksizliğimiz gösteren aynası gibi parıldamaktadır. Gözlerimizi kapatmadan bakabilirsek ışığın/nurun kaynağını keşfetmemiz mümkün olabilir.

“En çok bayıldığımız, insan neslinin vardığı son nokta, sistemlerin tekamülü sonucu vardığımız zirve, sözlerimizin süsü, rüyalarımızın büyüsü, devletlerin namı, toplumların insicamı, varımız yoğumuz” demokrasinin nimetleri olarak sunulan; oy, seçim, vekil, kanun yapma gibi konular aynı zamanda en büyük sorunların çıkış noktası oluyorlar.

Seçilmek için oya, oy alabilmek için ise halkın beğeni ve rızasına ihtiyaç duyan politikacının, gerekenleri değil oy getirecekleri yapmak istemesi sistemin doğal sonucudur. Gelecekle ilgili planlarının onay görmesi, gerçekleşme ihtimalinden daha değerlidir. Seçim meydanında inanılan bir yalan, mutlak hakikatten daha değerlidir.

Kanun yapmak yani yöneticilerin halkın bugünü ve yarınına yön vermek için oluşturdukları devlet sisteminin tamamı, cezalar ve ödüller sistemi, sosyal haklar ve toplum düzeni gibi temel konular hakkında; hemen her yıl değişen, yıllık olmasa da iktidarlar eliyle mutlaka her seferinde bir kere daha düzenlenen yasalarla yönetilen sistemlerin, ideal olması bile anlıktır. Bugün en güzeli denilen yarın en kötüsü olabilir.

Bir idare gelir sokağa asfalt döker, diğeri kazar altına boru ekler. Bir başka idareci gelir üstüne taş döşer. Bütün bu işlemlerin hizmet kadar bir de halkın gönlünü alma yanı vardır ve maalesef büyük oranda ihtiyaca cevap olmak yerine, takdire şayan olmak tercih edilir bir icraat sebebidir.

Koşa koşa, kan ter içinde, bunca emek ve eziyet sonucu elde etmek istediğimiz ve elde ettiğimiz bu mudur? Uğruna canlar verdiğimiz, sadece inanılmaya oldukça müsait bir yalan olabilir mi?

Hemen her kişisel probleminde uzmanlarından çözüm isteyen, anlayanlara danışan, idrak ve fikir sahipleriyle istişare eden insan, konu ülke yönetimi, şehir idaresi gibi gayet önemli ve büyük sorumluluklar içeren noktaya geldiğinde; herkes konuşabilir, herkes eşittir gibi bir noktayı doğru buluyorsa, bu sorunun başlangıcı olur.

Neyse ki demokrasi; bizim gibi bu işlerden anlamayan sıradan insanları da düşünerek, siyasi partilerin bizim adımıza kimlerin etkili ve yetkili olmasını seçmelerine imkan tanıyarak, bizi hem olası yanlış kararlardan hem de sorumluluktan kurtarır.

Ama bir yerde demokrasi de bıkar bu işten, zira sürekli seçimler gelmektedir ve sürekli bizi memnun etmek zorundadırlar. Hem de çoğunluğumuzu! Bu noktada yukarıdaki cümleyi yeniden yazma ihtiyacı duyuyorum:

Demokraside inanılmaya müsait bir yalan, mutlak hakikatten daha değerlidir. Fıtratta ve İslam’da ise; küçük bir hakikat, bütün büyük yalanlardan daha değerlidir, isterse bütün insanlık karşı çıksın!

Böyle kısa bir köşede sistemler mukayesesi yaparak, ufuk açmak gibi bir niyetim yok, olsa da bir değeri olmazdı zaten. Ancak birazcık kafa karıştırmak, düşündürmek iyidir. Çok değerli olayları ve insanları uğruna kurban ettiğimiz, demokrasi tanrısıyla yüzleşmemiz için kafa yormaya ve sıradanlığımızın lüksünü bozmaya ihtiyacımız var.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...