02 Ağustos 2021

Kabullenilmiş ırkçılık!



Hep dilimizde olan batılı emperyalistlerin, özellikle Afrika’da olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde sömürgelerinin olması ve bugün hala o ülkelerin resmi ya da gayri resmi yollarla, ya göbeklerinden ya da başlarından bunlara bağlı kalması bizi hep şaşırtan bir sonuçtur.

Öyle ya; nasıl olur da bir insan, bütün varlığını sömüren bu dev sivrisineklere hala düşman değil de dost, sömürgeci değil de medeniyet elçisi muamelesi yapabilirdi?

Oysa işin temelinde, neredeyse hemen hepimizde bulunan, “değiştiremediğimiz şartları benimseyerek normalleştirme” yeteneğimiz var. İşin bu kısmını uzmanlarına bırakıp devam edelim.

Uzun süre soğuğa maruz kalan insanların uyum sağlaması kadar doğal olarak gelişen, uzun süre köleliğe mahkum kalınca, bu durumu benimseyenlerin varlığı bize bir şeyler anlatıyor.

Bu kadar büyük ve belirgin boyutta olmasa da; toplumsal tabakalar arasında bulunan, gerek maddi gerekse manevi farklılıkları, yaşayanların içlerine sindirmeleri sonucu, bu durumları doğal görmeleri de benzer sonuçları doğuruyor.

Aynı şekilde ırklarından ya da renklerinden dolayı, nesiller boyu ırkçılık ya da ayrımcılığa muhatap olanların, artık bunu farkında olmadan benimsemeleri gibi tehlikeli bir sonuç ortaya çıkıyor.

Normalde de başarısız olan ya da suç işleyen birinin, kendisine taşıdığı ayrımcılık sıfatı nedeniyle haksızlık yapıldığını iddia etmesi kadar, neredeyse sıradanlaşan cinayet, saldırı, kaza veya kamu önünde haklarını kaybetme gibi durumlarda bile, kendisine ırkı ya da dini gerekçelerle haksızlık yapıldığını düşünmesi de bu minvalde bir zemin kaymasına sebep oluyor.

Kabullenilmiş ırkçılık ya da ayrımcılık diye bir şey var. Yapılan her muameleyi böyle izah etmek gibi ya da işlediği her haltı o hayali ırkçılığa karşı eylem olarak sunmak gibi. Kendisini saldırılan ve mahrum bırakılan taraf olarak hikayeye yerleştirdikten sonra, karşı gördüğü taraflardan gelecek her adımı saldırı görmekten kolay bir şey kalmıyor.

Sürekli ırkçılığa ya da saldırıya maruz kalmaya hazır bekleyen bir ruh hali ile yaşamanın yoruculuğunun yanında, toplum geneline de patlamaya hazır bomba olarak sunduğumuz bu ruh halinin bize dönüşü hiç hoş olmayacaktır.

Tipik olarak milletimizin geneline sirayet eden ve temellerinde geçen yüzyıllarda yaşadığımız acı ve yıkımların bulunduğu, gerçek payı olduğundan dolayı daha kolay benimsenen; “bütün dünya bize karşı, her an saldırmak için bekliyorlar” bakışı buna güzel bir örnektir.

Aynı şekilde, uzun yıllar her türlü haksızlığa maruz bırakılan Kürtlerden birilerinin başına gelen her işi, “kesin ırkçılık vardır” ön kabulüyle anlamak ve sunmak da bu konuda sık yaşanan bir örnektir.

Örnekleri, Suriyeliler ya da benzerleri ile çoğaltmak mümkün. Bir kötülük varsa kesin falanca grup yapmıştır. Ya da iyilik yapan kesin bizdendir.

Oysa; ne dünyada ne de ülkemizde, insanlar tek düze, fabrikada üretilmiş ve programlanmış robotlar değillerdir. Hatta öylesi robotlarda bile arada arıza veren, programının aksine hareket edenler olabilir. Parmak uçlarına kadar farklı yaratılmış insanların, içinde yaratıldıkları toplum ya da ırk nedeniyle suçlanması kadar, kendini suçlu ya da mağdur hissetmesi bir göz kaymasıdır, idrak yanılgısıdır.

Batıya karşı yaşadığımız son ağır yenilginin sonucu, doğu halklarının tamamında az ya da çok bulunan hayranlık hissinin ve hatta yeni neslin kendini bir yol bulup batıya atma hevesinin arkasında hep bu kabullenilmiş ayrımcılık hissi var gibi geliyor bana.

Bunu gerek fert, gerek ırk, gerekse ülke, hatta ümmet planında bir şekilde aşmak zorundayız. Bunun ilk adımı olarak; haber ve olayları değerlendirirken biraz daha fazla sağduyuya ihtiyacımız var. Ön yargı ve ön kabullerimizi elden ve gözden geçirmeye ihtiyacımız var.

Adem(a)’den bu yana insanlık, her türlü kavgaya ve haksızlığa maruz kaldığı gibi, her türlü iyilik ve güzelliğe, zenginlik ve feraha da ulaştı. Kimin kısmetinde ne varsa onu gördü. Değiştirme imkanımız olmayan ne şartlara uyum sağlayarak bugünlere geldik. Bundan sonrası da öyle devam edecek.

Şu hayatta bize özel bir durum yok. Dünyanın kanunu böyle. Yeter ki biz kendimize layık gördüğümüz hali elde etmek için gayret edenlerden olalım.

27 Temmuz 2021

Yardımlarda ihlas ve onurun muhafazası



Gerek dini vecibelerimiz gerekse insani vicdanlarımızla, imkanı olanlarımız, bir şekilde zor durumda olanlara, savaş ya da göçlerden dolayı mağdur olanlara yardımcı olmaya, ellerine el uzatmaya, yüklerine omuz vermeye çalışıyoruz.

Bu güzel faaliyetin, hem kişisel olarak bizim ihlasımızı bozmaması, hem de alan el durumundaki insanların onurlarını incitmemesi ise; vazgeçilmez ve göz ardı edilemez iki nokta olarak karşımızda duruyor.

Yardım etmenin, yardımlara vesile olmanın, bir ucundan tutmanın, insan nefsini körükleyen bir yanı olduğu malumunuz. Hele de son yıllarda müthiş bir ivme yakalayan ülke genelindeki yardım kuruluşlarımızın, oldukça profesyonel ancak çoğunlukla gönüllülük esasıyla yürüttüğü faaliyetlerine gölge düşmemesi için; gerek madden katkıda bulunanların, gerekse aracılık edenlerin mutlaka çok titiz olmaları gerekiyor.

Kaçınılmaz olarak hemen her kurum, yaptıkları faaliyetleri hem kendi iç denetimleri hem de bağışçıları için kaydetmekte, yazılı ve görsel olarak paylaşmakta, bu sırada ise ulaştıkları insanların görüntülerini aktarmanın yanında, halleri ile ilgili duygusal yorumlar da yapmaktalar.

Özellikle Ramazan ayında zirve yapan, Kurban Bayramı ile ise, büyük bir kampanyaya dönüşerek dünyanın hemen her yerine ulaşan, bu muhteşem çalışmaların, temelinde mutlaka ama mutlaka ihlasın yani samimiyetle, yalnız ve sadece Allah(cc) için yapılması, biz Müslümanlar için dünyadaki her şeyden daha değerlidir.

Samimiyetin üstüne, görüntülerin ve övgülerin gölgesi düştükçe kökünün cılız bir ağaç gibi zayıflaması muhtemeldir. İnsan nefsinin kendine yaptığı oyunları, herhalde şeytan ona yapamıyordur.

Son yıllarda herkesin kabul ettiği toplumsal bir mesele olarak misafirlerimiz Suriyelilerle ilgili yapılanların dillendirilmesinden başlayarak, Afrika gibi garipliğin kol gezdiği coğrafyalara kurban bağışı götürme başarılarının hikayelerinin, büyük puntolarla ilan edilmesi, acıklı klipler ve fotoğraflarla vicdanlara hitap edilmeye çalışılmasının en büyük riski, ihlasın bozulması ve bu işin basit bir bencillik yarışına dönüşmesi mümkün olduğu gibi; bu ilan ve kliplerin o insanlar tarafından görülmeleri durumunda neler hissettireceğini uzun uzun düşünmek zorundayız.

Tabii ki, kurumlarımız faaliyetlerinin ilanlarını yapacaklar. Buna hem ispat hem de teşvik için ihtiyaç olduğu gerçeğini unutmuyorum. Ancak kardeşlerimizin onurlarını muhafaza etmek ve kendi ihlasımızı korumak herhalde onlar için en büyük yardım, bizim için de en büyük ameldir.

Her platformda söze başlarken, kendimizi ya da aramızdan bu işlere katkıda bulunanları övüyoruz. Şu kadar harcadık, bu kadar götürdük, şunu da yaptık, bunu da başardık.

Sanki, dünya bizim de lütfedip bir kısmını onlar göndermiş gibiyiz.

Oysa; ne yapıyorsak kendimiz için, kendi geleceğimiz için yapıyoruz. Hem dünya hem ahiret ferahlığımız bu yaptıklarımıza bağlı. Yani bir kurban ile birkaç ailenin sofrasına ulaşmasına vesile olduğumuz Allah(cc)’in nimetlerinden dolayı, yine bizzat O(cc) bize misliyle zaten karşılık vereceğini bildirdi ki; O’ndan daha fazla ahdine sadık olan varlık yoktur.

Gerek zekat gibi farz ibadetlerimizi kabul ederek yerine getirmemize, gerekse diğer sadakalarımızı verecek el olmaları ve kurbanlarımızı ikram ederek Allah(cc)’e yakınlaşmamıza vesile olmaları nedeniyle; ihtiyaç sahibi durumunda olan, mağduriyetler yaşayanlara teşekkür borçluyuz.

Allah(cc), bazılarımızı yoklukla sınıyor, diğerlerimizi varlıkla!

Allah(cc), bazılarımızı barışla sınıyor, bir kısmımızı savaşla!

Allah(cc) bazılarımızı vermekle sınıyor, başkalarını almakla!

Neticede dünya imtihanını kaybedenin; nerede ve nasıl kaybettiğinin, zengin mi fakir mi olduğunun, sağlıklı mı hasta mı kaldığının pek bir önemi yok. Ölümden sonra geri dönüp telafi edilmesi mümkün olmayan bir hayat yaşıyoruz.

Hiçbir zengine, verdikleri için insanlık olarak minnet borcumuz yok!

Hiçbir yurt sahibine, yurtsuz kalanlara yer açtığı için minnet borcumuz yok!

Hiçbir yardım kuruluşuna, faaliyetleri için minnet borcumuz yok!

Allah(cc) için iş yapanların insanlardan böyle bir beklentisi de yok!

Vefa duygusunun yerini ve değerini, insanlara teşekkür etmenin önemini daha önceki haftalarda anlatmaya çalıştığım için detaylandırmıyorum. Minnet mikrobunun koronadan daha tehlikeli bir virüs olduğunu söylemekle yetineyim.

 

19 Temmuz 2021

Suriyeli mülteci/misafir meselemiz

 


Batının doğuyla ilgili en büyük yanılgısı, bizi kendileri gibi yapabileceklerini sanmalarıydı. Batıcılar da onlardan aşağı kalmıyor. Yüzlerce yıllık başarısızlığa rağmen, işgal ve katliamlarla istedikleri tipte insan üretemediler ama ne kendileri anladı ne de aramızdaki köleleri.

Suriye kaynaklı insani krizin ülkemizde politik malzemeye dönüştürülmesi sonucu, uydurma haberler ve kasıtlı üretilen yalanlarla, bir nefret ve düşmanlık dalgası yayılmaya çalışılıyor.

Bu konuya, politik saiklerle ve tarafgirlik ya da muhalefetle bakmak kadar büyük bir yanılgı olamaz. İnsan hayatı, vatansız ve evsiz kalan gariplerin çilesi, üzerinde zaten dünyanın bütün emperyalistlerinin tepindiği mülteci meselesi, kullanılmak için değil ancak katkıda bulunmak için konuşulacak bir uluslararası sorundur.

Biz Müslümanlar için ise, Suriye meselesi; hak ile batılın ayrıldığı, zalim ile mazlumun belli olduğu, ihlasla nifakın ortaya çıktığı bir “furkan” olmuştur.

Karşımızda normal bir savaş olmadığı gibi, sıradan ve standart mülteciler de yoktur; kardeşlerimiz vardır

Bu konuda yamulan “yok” hükmündedir. Kardeşlerinin derdiyle dertlenmeyen hakkındaki Nebevi tehdit, bizim için yeterlidir

Suriye’de bir soykırım ve tehcir var, sözü dolaştırarak da olsa her kim buna dolaylı da olsa destek veriyorsa, aynı şekilde zalim ve aşağılıktır.

Bu pis ve iğrenç duruşu, hangi kılıfın altına gizleseler boş; faşist ve mezhepçi düşmanlıkları, pişmiş kelle gibi sırıtıyor.

Türkiye’nin iktidarını ve  dış politikasını milyon konuda eleştirebilir, yerden yere vurabilirsiniz ama çaresiz kalmış bir halka, hem de bu kadar yakın bir halka kucak açtı diye suçlamak için insanlıktan nasip değil kırıntı kalmamış olması gerekir

Gaziantep, Suriye meselesinden en çok etkilenen illerin başında geliyor. Bu komşuluğun getirdiği, iyi günde de kötü günde de birbirinden etkilenmenin doğal sonucuna, halkın gösterdiği sabır ve destek unutulmayacak tarihi bir kadirşinaslık olarak kayıtlara geçmiştir.

Bugünler gelir ve geçer, devran bugün onlara bunu yaşatır yarın bir başkasına. Bütün mesele, ardımızdan fert ve toplum olarak kalacak olan hatıradır. Gelecek nesillere ya bir gurur ya da bir utanç bırakırız.

Biz ecdadımızdan, herhangi bir ülke ya da halk için utanılacak bir hatıra devralmadık, bizden sonrakilere de inşaallah utanılacak bir hatıra bırakmayacağız.

 

12 Temmuz 2021

Vefa ile minnetin sınırı

 


Yaptığımız işlerde ve hatta hayatlarımızı uğruna feda etmeyi göze aldığımız ideallerimizde samimi olmak, en değerli hazinelerimizden biridir. Zira samimiyetsizliğin, ağızlarda bıraktığı iğrenç tadın, kulaklarda kalan unutulası sesin telafisi neredeyse yok gibidir.

Konumuzun dindeki terimleri olan ihlas ve riya adındaki iki önemli köşe taşının nelere sahip olmaya yol açabileceği gibi, neleri de kaybetmeye mal olabileceğini bilmemiz aslında anlamak için yeterli olabilir.

Meşhur örnektir, Kuzman.

Yesrib’in Medine olma yolunda verdiği en önemli savaşlardan biri olan Uhud muharebesine katılmayıp geri kalan, ancak kadınların onu kınamaları nedeniyle utanarak orduya yetişen, oldukça faydalı bir savaşçı olarak katılım sağladığı muharebe sonunda canından olan, ancak şehitler arasına defnedilmesine bile izin verilmeyen zavallı Kuzman…

O, Allah için verilen bir savaşa kadınların kınamalarından dolayı katılmış ve şehitlerden sayılmamıştır. Aradaki tek fark budur.

Niyet ve niyetteki ihlas!

Bir de herhangi bir işi yaparken gerçekten samimiyetle yani ihlasla Allah için amel eden, ancak daha sonra o salih amelini, başkalarına anlatarak, başkalarına minnet sebebi kılarak, başkalarından o amelinden dolayı mükafat veya özel muamele bekleyerek, heybesindeki ahiret azığını dünya yollarına dökenler var.

Allah için yaptığı işin karşılığını başkalarından beklemekten daha saçma ne olabilir sorusunun cevabı herhalde budur; yaptıklarına karşılık olarak, insanlardan kahraman muamelesi görme arzusu, beğenilme, takdir edilme sevdası gibi boş ve geçici heveslerle, gayretlerini kendi eliyle heba etmek.

Belediye hizmeti sunarsınız, oy almak için bunu insanlara anlatırsınız, çok normaldir. Bir iş yerinde çalışır, verilen vazifeyi yerine getirir ve takdir edilirsiniz normaldir. Hatta öğrencisinizdir, başarılı olduğunuz için övülürsünüz, bu da normaldir.

Ancak, yaptıklarınızdan dolayı insanları minnet altında bırakırsınız, iyilikleri başlarına kakarsanız, size minnet duymalarını ister, özel bir saygı göstermelerini beklerseniz; o işi bunları elde etmek için yapmışsınız demektir. Daha ötesini istemeye hakkınız kalmaz.

Bu noktada vefa duygusunu hatırlamakta fayda var. İyilere ve salihlere, ilim ehline ve hayırlı idarecilere, vefa ile muhabbet beslemek, onlara saygı duymak ve bunun en güzel göstergesi olarak, dünya ve ahiret saadetleri için dualar etmek elbette, erdemli bir davranıştır.

İyilik sahipleri, insanlardan karşılık beklememeli ancak; insanlar da kendilerine iyilik edenlere, hayrı dokunanlara vefa ile yaklaşma erdemini göstermelidirler.

Yani vefa, istenen ve beklenen bir şey olmamalı, içten gelen ve samimiyetle yaşanan bir hal olmalıdır.

Biraz müşahhas örneklerle izah etmeye çalışayım.

Fi tarihinde, herhangi bir mağduriyetin giderilmesi için, bir zulmün engellenmesi için, bir hakkın tesisi, bir hukukun korunması için, adım atan, yol yürüyen, gayret eden ve kendi çapında katkı sunan birileri, günü geldiğinde, o yaptıklarını, zamanın mağdurlarına fatura etmeye kalkarlarsa, bu herhalde riyakarlığın en net göstergelerinden biri olur.

Başörtüsü yürüyüşlerine katılmış veya hadi bir adım ileri gidelim; bu uğurda cefa çekmiş, sopa yemiş, hapis yatmış hatta hayatı kaymış olsa dahi hiç kimsenin Allah için girdiği o yolun faturasını, minnetini bugün insanlardan çıkarmaya hakkı yoktur.

Filistin için birkaç saat ayakta kalmaktan başka bir marifeti olmayan birinin, herkesten çok söz hakkına sahip olması mümkün olabilir mi?

Suriye halkına yardım kampanyalarına katıldı diye, kimin birine minnet borcu olabilir? Hangi niyet ve hangi samimiyet bunu beklemeyi normalleştirir?

Allah için yaptıysan, kullarından ne istiyorsun? Kullardan karşılık almak, alkış almak, takdir toplamak için yaptıysan ahirette ne bekleyebilirsin?

Sen Allah için yap, kulları da seni takdir edecektir zaten. Müslüman, bir yönüyle de, nankör olmayan insan demektir.

Vefa beklentisi minnetin habercisidir. Bugün abilik ya da başka isimlerle takdir ve özel muamele bekleyenlerin niyetlerini sorgulamalarına çok acil ihtiyaçları vardır.

Git, kimin için amel ettiysen karşılığını ondan bekle, bize ne diyorsun? Ne anlatıyorsun?

 

05 Temmuz 2021

Batı medeniyet değil zenginliktir


Hep medeniyetin ne olduğunu konuşuyoruz ama biraz da ne olmadığını özellikle medeniyet iddiasındaki bugünün batısının hali ile konuşmak da gerekiyor.

Sanayi devrimleri ile başlayan ve teknolojik atılımlarla zirvesini bulan batının, vardığı noktanın ne olduğunu anlamanın en güzel yolu, geçtiği yerlere bıraktığı izleri takip etmekle mümkün.

Uzun yıllar önce, ilk kez yolumuz Sırbistan’dan geçerken fark ettiğim ilginç bir vakıa vardı. Yol kenarlarında insanların faydalanması için çeşmeler yapılmış ve tabi çağın getirdiği eklemelerle bir nevi dinlenme tesisine dönüştürülmüş ortamlar oluşmuştu. İşin bizi ilgilendiren yanı ise, bu mekanların yoldaki tabelalarda “çeşme” olarak isimlendirilmeye devam etmesi idi.

Sırpların bizden pek hazzetmediğini, Osmanlı düşmanlığını, Çetniklerin Müslümanlara uyguladıkları soykırımı herkes bilir. Ancak onlar bile bizim medeniyetimizden bir izi hala bağırlarında taşıyorlardı.

Endülüs ve Anadolu başta olmak üzere, Balkanlar gibi özel coğrafyalarda, yüzyıllar süren islam hakimiyeti sonrasında, yakılacak ilk isyan ateşi ile, yeter miktarda ulusçuluk yapacak milletin bulunması, kültür ve adetleri hala canlı olarak yaşayan halkların varlığı, bizim geride bıraktığımızın medeniyet olduğunun en net işaretlerinden sayılmalıdır.

Benzer bir örneği batı için de bulabiliriz. Belki onların da ezip geçtikleri ve sömürdükleri topraklarda iyi bir hatıra bıraktıkları olmuştur. Ancak ne yazık ki, batının geçip gittiği ya da yurt edindiği yerlerdeki halkları soykırıma tabi tutması sıradan bir tarihi gelişme olarak okunup geçiliyor.

Haberleri takip edenler mutlaka duymuşlardır; Kanada Katolik kiliselerinin bahçelerinden her geçen gün sayıları yüzlerle binlerle ifade edilen çocuk cesedi kalıntısının bulunması gibi bir trajedinin gün yüzüne çıkışı yaşanıyor.

Katolik dünyası utancından başını kuma gömmüyor tabii ki!

Batılı işgalcilerin, istedikleri kıvamda insan yetiştirmek maksadıyla kurdukları ve aslında bir nevi işkence ve asimilasyon merkezleri olan kilise okullarının, hastalık ya da kötü muameleler sonucu hayatlarını kaybeden, aralarında 3 yaşında bebeklerinde bulunduğu, sayısı belirsiz çocuğun ölümlerinin ailelerinden gizlendiği, haklarında hiçbir bilgi ve rapor tutulmadığı ve değersiz bir canlının kalıntısı gibi, kilisenin müsait bir köşesine gömüldüğü korkunç bir gerçek olarak gündemde!

Hepimiz renkli çoraplı başbakanın ülkesinde, kilise bahçelerinde çıkan çocuk cesetlerinden bahsediyoruz ama dönemin batılı sömürgecilerinin menşeini ve halen o başbakanın da üstünde bir İngiliz valisi olduğunu ve bunun bir anlamının olması gerektiğini göz ardı ediyoruz.

Batılı sömürgecilerin, sadece Amerika kıtasında, kendi istedikleri insan formatını elde etmek için kaç milyon cana kıydıklarını ve bunun halen dünyanın pek çok yerinde bilfiil devam eden bir süreç olduğunu ve fakat ceset kalıntılarının bile bulunamadığı coğrafyaların nereler olduğunu çok iyi biliyoruz.

Batının bu yüz kızartıcı tarihi ve yüzüne bakılmayacak bugünkü sömürgeci hali ile yüzleşme ihtimalinin olmadığını, dünyanın geri kalanının da bu gerçekle ne kadar çabuk yüzleşirse o kadar hayrına olacağını, ayrıca bunun basit bir batı karşıtlığı olmadığını söylemek gerekiyor.

Bu anlamda batı medeniyet değil bir zenginlik kurmuş ve bunu da hem yurt edinmek istediği toprakların halklarının kanları ve canları üzerine, hem de sömürdükleri ülkelerin varlıkları üzerine inşa etmiştir.

İnsanların, insan olmaları sebebiyle elde ettikleri en doğal hakları olan; can, mal, nesil, akıl ve din güvenliklerini hiçe sayan bu gayri insani gelişmenin adına medeniyet demek, en hafifinden kelimeye hakaret sayılmalıdır.

Güç ve zenginliğin medeniyet olmadığını, kaba saba ve haksızlıkla zengin olan bir adamın lüks araçlarla gezmesinin, lüks evlerde yaşamasının onu medenileştirmediğini en çok dillendiren günümüzün batıcı ve batılı beyazlarının, söz konusu batının kendisi olunca kriterlerinin bir anda yer ile yeksan olması, onların ezik tenakuzlarının eseridir.

Bir kez daha, unutulmaması gereken hakikati dillendirelim, belki bir kişi daha duyar!

İslam, kendine dinin hedefleri/maksatları olarak beş başlığı tayin etmiş ve bunların varlığını ve korunmasını garanti altına almaya medeniyet demiştir. Bunlar; can, mal, nesil, akıl ve din emniyetinin sağlanmasıdır. Bunlar varsa medeniyetten söz etmek için bir başlık açılabilir.

Aksi halde elimizde kalan batının “medeniyet dediği vahşi canavar” olacaktır!

28 Haziran 2021

Ne olacak bu yeni neslin hali?

 


Bir sonraki neslin haliyle ilgili endişe duymak herhalde insanlık tarihi kadar eski bir sızlanmadır. Genellikle gün görmüş ve hayatın ceremesini hakkıyla çekmiş yetişkinler, kendilerinden sonra gelenleri beğenmediği gibi, gidişatın bir felakete doğru olduğunda da neredeyse hemfikirdirler.

Bunun doğusu ile batısı, hatta İslam’ı ile gayrısı yoktur.

Genelde; insanlığın yerel ya da küresel anlamda, peygamberlerle yaşadığı bir nevi medeniyet sıçramaları dışında, görülen de budur. Her gelen nesil bir öncekinden farklı ve selefinin değerlerinden belli bir oranda uzaklaşarak yoluna devam eder.

Demem odur ki; bugün beğenmediğimiz yeni nesil sadece bize ve bizim zamanımıza özel bir hal değil, hep olagelen hatta sıradan bir hayat gerçeğidir.

Beklenti ve hedeflerimizi yeni nesil üzerinden gerçekleştirme kastımız da gayet doğaldır. Baba bir yere getirdiği işyerini evladının devralıp bir adım öteye taşıması hayalini de kurar, kendinden daha iyi bir konumda olması umudunu da taşır. Anne, bin bir emekle büyüttüğü çocuğunun, çocuğunu bağrına basmayı tarif edilmez bir mutluluk olarak görür.

Bugün geldiğimiz noktada, hele geçen hafta sonu yaşanan sınav maratonunu da göz önüne aldığımızda, velilerimizin çocuklarından temel beklentisinin “kazanmak” olması, sadece kazanmanın da yetmeyip, “iyi bir yer kazanmak” hedefine kilitlenmiş olunması, çağımızın önceki zamanlara attığı bir fark olarak karşımızda duruyor.

Biz Müslümanlar; dünyayı ahiretin tarlası görüyorduk ve asıl hayatın ahirette olduğunu, dünya hayatının oyun ve eğlence gibi boş bir meşgale olduğunu düşünüyorduk. Gelecek nesillere de bunu böyle anlatacak ve öğretecektik.

Ancak, çocuklarımıza öyle büyük ve hayatlarının neredeyse tüm alanlarını ve yönlerini kapsayan dünyalık hedefler koyduk ki; çocukların ahiretin varlığına ve bir hesabın geldiğine inanmaya ya da bunun için dertlenmeye kalplerinde yer kalmadı.

Dev bir lokanta masasının başında oturan, çocuklarına hırsla diğerlerinden daha çok yemesini tavsiye eden hatta emreden, zorlayan veliler olarak; çıkışta hesabı her birimizin ayrı ayrı ödeyeceği gerçeğini unutmak ne kadar basit görünse de, halimizin resmidir.

Ve gerçekten iflas eden; ticaret yaparken malını kaybeden değil, ahiretteki hesap gününde iyilikleri ve salih amelleri olduğu halde, bunları işlediği hak ihlalleri nedeniyle başkalarına kaptırarak, kendisi cehennemi boylayan kişidir.

Gerçekten çocuk sahibi olan, dünyada evladını hayatın zirvelerinde ve çok iyi kazançlarla gören değil; diğer aleme göç ettikten sonra ardından kesilmeyen bir hayır kapısı gibi evlat bırakarak amel defterini açık tutmayı başarandır.

Çocuklarımız elbette zamanın en iyi okullarında okusun, en iyi işlerini yapsın, en güzel gelirlerini elde etsinler. Ancak bu yola, her şeyi unutarak, ahireti bir kenara koyarak, insanların haklarına riayet etme erdemlerini hayatlarından silerek çıkmasınlar.

Yakın geçmişte bugün lanetlenen bir cemaatin yurtlarına ya da dershanelerine öğrenci gönderirken, çocuğumuzun maksadı; din ve diyanet, edep ve ahlak, hak ve hukuk değil, sadece iyi bir okulda okusun, iyi bir yere gelsin, iyi bir maaşı olsun gibi dünyalık hedeflerdi. Dünyalık hedefler için bir nesli ellerine teslim ettiklerimiz, yine dünyalık bir hedef için onları heba ettiler. Bu bize ders olmalı değil mi?

Bizi farklı kılan en temel özelliğimiz; bir değer yargısına sahip olmamız ve başkalarının hukukuna riayet konusundaki hassasiyetimizdir. Yani bir terazimiz vardır bizim, hayatı ve içeriğini İslam ile tartarız, menfaat ya da fayda ile değil!

Yeni neslimize vereceğimiz hayata bakış açısı ise, dünyaya, insana ve sair varlığa adalet ve merhamet ile yaklaşmaktır.

Dünyayı biz kurtarmak zorunda değiliz ancak kendimizi ve neslimizi biz korumak durumundayız. Zaten büyük değişimlerin çekirdekleri hep küçük olmuştur.

Medine küçük bir şehirdi, çekirdekti. Orada kök salan ve yetişen medeniyet ağacı, yüzyıllar boyu insanlığı gölgesinde barındırdı, meyveleri ile besledi. Bugün dalları budanan, yaprakları dökülen, meyve veremeyen bu ağacın, köklerinden aldığı kuvvetle verdiği taze filizler umudumuzun kaynağıdır ve çok değerlidir.

Bu nesilde zamanı geldiğinde hayatın kendisi için hazırladığı rolü hakkıyla yerine getirecek ve emaneti taşıyacaktır. Dünyanın kaderi, yaratıcısının elinde olduğu gibi, nesillerin kaderleri de O’nun elindedir…

 

21 Haziran 2021

Bir nesil kaygısı ya da kavgası

 


Hayat, sadece yemek, içmek ve barınmak gibi canlılığın gerektirdiği ihtiyaçların giderilmesinden ibaret değil; bunların yanında insan olmanın ve insan kalmanın beslenmesi ve desteklenmesi için gerekli olan, ahlak ve erdem gibi, fazilet ve merhamet gibi, temel duygu ve prensiplerin de nesillerimizin şuurlarında güçlü bir yer edinmeleri gerekiyor.

Bugün, gerek rahat ve dertsiz yaşayan kesimlerde, gerekse sıkıntı ve dertlerle boğuşan geniş halk kitlelerinde, sıklıkla rastlanan; haksızlıkları kendi yaptığında normal görme, gücü yetenin diğerini ezme girişimden bulunması, karşılıklı hakların kolaylıkla göz ardı edilebilmesi gibi temel ahlaki bozukluklara yenik düşülmesi en büyük sorunumuz olarak karşımızda duruyor.

Zengin ve güçlü bir aileyi ardına alan eşkıya ruhlu bir serserinin birilerinin hayatına ya da istikbaline el uzatma cüreti bulmasından başlayıp, daha iyi ya da iri bir araca bindiği için kendini kurallardan muaf görenlerin varlığına kadar uzanan, korkunç bir kibir ve önü alınmaz bir nobranlıktır gidiyor.

Çocuklarına nispeten iyi bir maddi gelecek hazırlama kaygısını aşmış olanlarımızın, onların ruhlarının ve duygularının ne boyutlarda harap olduğunu düşünmeye ihtiyaç bile duymamaları ne hazin bir haldir.

Ekonomik hareketliliğin arttığı Gaziantep gibi şehirlerde, insanların devasa bir nehrin sularına kapılmış, akışa kendini bırakarak, sürekli kazanmak ve hayatta kalmak için başkalarını gerekirse tekmelemek gibi bir ruh halini normal görmeleri, kısa vadede karlı gibi görünse de, nihayetinde bu selin götürdüğü çamur deltasına saplanıp mahvolmak gibi bir sonu olması büyük bir ihtimaldir.

Tarihin birçok devrinde, maddi sıkıntılarını aşmış ancak manen tahribata uğramış halkların yok oluş hikayelerini okumuşuzdur. Tarihin tekerrür etmek gibi bir ironisi olduğunu düşününce, neslimiz için endişeye kapılmamak elde değil.

Hayat hengamesine kendimizi kaptırmış gidiyoruz. Gücü azalan ve yorulanların kendinden ve hayatından vazgeçmeleri gibi haberler bile pek bir şey değiştirmiyor. Oysa, bir şehirde ya da daha dar anlamda bir sokakta, bir intihar vakasının olması, oradaki herkesi muhtemel bir cinayet zanlısı yapacak kadar vahim bir olaydır.

İflas edeceği için hayatından vazgeçecek kadar insanları mala, kazanmaya, ödemeye, savaşa mecbur eden standartlarımızı gözden geçirmek zorundayız.

Sınav kazanamadığı ya da ailesinin istediği başarıyı gösteremediği için, kendini boşluğa atacak kadar hayata boş bakan gençleri yetiştiren başarı anlayışımızı, ciddi olarak sorgulamak durumundayız.

Bir başkasının can paresine, ciğerparesine, gözü kapalı kıyacak kadar ciğersiz ve vicdansız mahlukları yetiştiren, üreten ve büyüten merhametsiz ve adaletsiz beşeriyet tarlamızı, ne ile suladığımıza, hangi tür gübre kullandığımıza bir daha bakmak gerekiyor.

Gerçi mayasında ve istikbalinde çiçeklik olan, toprağına ya da gübresine yenik düşmese de; kaybettiğimiz gençlerin, geleceğin sorunları ve felaketleri olarak karşımıza çıkacağı gerçeğini yaşayarak hepimiz öğreniyoruz.

Sesi çıkan ve duyulan herkesin, her idrake ulaştırması gereken bir merhamet mesajı vardır. Çocuklarımızdan başlayarak bütün neslimizin, adalet ve ahlak üzere bir hayat sürmeleri için elimizden gelen en küçük adımı bile atmamız gerekiyor.

“Yol üzerinde insanlara eziyet veren bir taşı kaldırmanın” iman alameti, emniyet işareti, insanlık belirtisi, merhamet göstergesi olduğu anlayışından yola çıkarak; iyilik ve güzelliğin yollarını açmak, açılanları temizlemek, korumak ve nihayetinde bu yolun yolcusu olmak, en değerli davamızdır.

Artık biraz, kendimizi düşünmekten, temize çıkarmaktan vazgeçebiliriz. Tamam en iyi insan biziz, en iyi Müslümanlık da bizde.

Kabul.

Ya sonrası?

Bu iyi insanlığın ve Müslümanlığın getirisi nedir?

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...