08 Kasım 2021

İyi bir Antepli olmak zor değil

 

Temelde iyi olmak zor değil aslında. İyiliğin kendisi zor değil çünkü.

İyi bir insan olmak için özel gayret gerekmiyor. Fıtratına yani yaratılışına dönen, o hani çocukluk döneminde hiç bozulmadan ortaya koyabildiği bütün saflık ve masumluğuyla yaşanan şey fıtrattır ve iyilik onun doğal sonucudur.

Kendisine iyi davranan herkese gülümseyen bir çocuk asla aptal değildir. Bunu yapan büyük de ahmak değil! Kimin samimi kimin sahtekar olduğunu ölçme ya da anlama imkanının pek olmadığı düşünülürse; iyilikle bakana, iyilikle konuşana, iyilikle davranana iyilik etmek, iyi davranmak ve iyi konuşmaktan daha normal ne olabilir?

İyilik; kalbinde, büyüğü nifak, ortası haset ve küçüğü nefret olan felaket çemberini bozabilecek tek yoldur. Ve bunların arasında bulunan sayısız kötülüğü ve kötü emeli etkisiz kılabilecek tek ilaç.

İyiliğin icra yeri ve zamanı, son kullanma tarihi ya da sınıfı, mesleği, semti yoktur. Kim, nerede ve nasıl bir imkan bulursa onunla iyilik edebilir. İyi olabilir.

İyilik; evde, okulda, sokakta, markette, trafikte, hayatın her alanında mutlaka yanımızda dolaştırmamız, gönlümüzden çıkarmamamız gereken bir hazine gibi.

Kendisiyle bir mal ya da hizmet değil, gönüller satın alınabilen bir hazine!

Bir ailenin iyi bir ferdi, bir semtin iyi bir sakini, bir şehrin iyi bir halkı, bir ülkenin iyi bir vatandaşı olmak mümkün ve gereklidir. En azından, normal bir hayat sürmek isteyenler için.

Yaşadığımız şehrin, nüfus çeşitliliği, kültür farklılıkları, ekonomik dengesizlikleri ve tabii ki büyük olmanın getirdiği yükleri ile; iyi insanlara, iyiliklere ve iyi şehir halkına her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğu aşikar.

Ve daha da güzel olanı, bunun gerçekleştirilmesinin çok küçük adımlara, basit inisiyatiflere kalmış olmasında. Şehrin bir köşesinde yapılan küçük bir iyiliğin, halka halka yayılacağı mutlaktır.

Bize az gelen, kolay olan, basit bulunan birçok iyilik, başkaları için hayatlarının dönüm noktası olabilir.

Hayatlarının bir anına iyilikle dokunduğumuz her bir kişinin, bunun idrakine varması ve sonunda kendisinin de -farkında olarak ya da olmayarak- iyilik kervanına katılması işten bile değildir. Ki, iyilik muhatabından bir geri dönüş, bir karşılık beklenmeden yapıldığı zaman iyilik olur.

Bir karşılıkla yapılan her iş ticarettir.

İyiliğin satın alanı ve karşılığını verecek olanı ise Allah’tır. Mülkü aklımızın sınırlarını aşan ve kendisi için fakirlik ihtimali asla düşünülemeyen, zenginlerin de en zengini ve sadıkların en doğrusu, söz verenlerin en hayırlısı ve ücret ödeyenlerin en adili olan Allah ile ticaret yapmak, en karlı ve akıllı iştir.

Evden işe, trafikten çarşıya kadar, birlikte yaşadığımız her yerin, ortak kullanılan her alanın iyilikle kuşatılması gerekiyor. O kadar çok iyilik olmalı ki, kötülere ve kötülüğe kalan alan daralsın. İyiler ve iyilik değil, kötüler ve kötülük bunalsın.

Şehrin hayat damarlarında akan kan gibi sürekli devam eden ve devam etmek zorunda olan trafiğinde, iyi olarak kalmak ve iyi hareketlerde bulunmak, en azından kalp sağlığı kadar değerli ve vazgeçilmez bir seçenek.

İyilerle kötülerin hayatın her alanında olduğu gibi trafikte de varacakları yere ulaşmalarının süresi hiç değişmiyor. Çok kere şahit olmuşuzdur. Deliler gibi trafiği alt üst eden birileri, biraz ileride ya artık hareket edemeyecek kadar ağır bir kaza geçirmiş ya da kaderin cilvesi olarak, yol kapanarak onu engellemiştir.

Kötülüğün hızlı hareketlerle, başımızı döndüren başarılarla, güçlü sanılan büyüklüğüyle bizi yenmesine izin veremeyiz.

Dünya durdukça sürecek olan bu mücadele, iyilikle kötülüğün kavgası; bütün mesele ve davamız budur.

Öyle büyük kavgalardan bahsetmiyorum.

Sokağa çöp atan, bu kavgada yenilmiştir mesela!

Biz çöpümüzü sokağa attığımız sürece, batıya galip gelemeyeceğiz!

Tükürdüğümüz sokaklarda başı dik gezemeyeceğiz!

“Temizlik imandandır” hadisini duyduğumuzda, temiz olmadığımızda imanımızdan bir şeyler eksildiğini düşünmüyorsak, okuma bilmiyoruz demektir!

01 Kasım 2021

Duruşumuz kalitemizin resmidir

 Bugün hemen herkesin elinde dolaşan ve cebine sığan aletler arasında küçük bir ayrıntı olarak kalan kameraların temelinde yer alan İbni Heysem’in optik alanındaki keşifleridir. Onun hayalinde çoluk çocuğun elinde dolaşacak bir kameranın olup olmadığını bilemiyoruz. Ama sonucun vardığı yeri yaşıyoruz.

Işığın ve gölgelerin hapsedilme hikayesinin 11 yüz yıllık bir geçmişi olması yine de yeterince ilginç. İnsan fotoğraflamayı ve resimlemeyi pek bir seviyor. Öyle ya; bilmem ne adındaki, uluslararası üne sahip bir ressamın tablosuna verilen paralar, dudak uçuklatıyor.

Resmin kalitesi ressamından, emeğinden ve ortaya çıkan neticeden oluşuyor. Hoş yeni zamanlarda boş çerçevelere de büyük para verenler olmadı değil! İşin politik boyutu olduğunun resmi idi tabi o tabloda yer alan ama yoktu ve görülmedi.

Neticede her birimiz, her an meleklerin kayıt altına aldığı kareleri yaşıyoruz. Hayatımız anlatsak film olur diyoruz ya sorulduğunda, hah işte çok doğru; bir film oluyor zaten.

Bir önemli farkla ki; bu film piyasaya sürülmek ve sinemalarda hasılat rekorları kırmak için değil, ahiret akıbetimizi tayin için ve sadece bize özel çekiliyor. Kişiye özel film ve kişiye özel gösterim! Aleme rüsva olmayı kimse istemez ne de olsa…

Ne ki; her şey meleklerin kayıtlarından ibaret değil. Hayat devam ederken birçok şahidimiz de filmimizi daha çekim aşamasında izliyor. Sonradan düzeltmeler yapsak bile, olay anında izleyenler için artık biz, o karede gördüğü kişi ve hal oluyoruz.

Yani, sadece kameralar değil, insan gözü ve gönlü de kayıt alıyor. Verdiğimiz her bir kare, muhataplarımızın zihinlerinde bize dair bir fotoğraf oluşmasını sağlıyor.

Nasıl durduğumuz, nasıl konuştuğumuz, nasıl hareket ettiğimiz gibi veriler, insanlık kalitemizin en net göstergesi oluyorlar. Tabii eğer münafık değilsek!

Münafıklığı sadece dinde nifak olarak değil, hayatın her alanında bir tür duruş şekli olarak kullanıyorum. Yani marangoz olmadığı halde, meslek erbabı gibi davranan da bir tür münafıktır. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

İyi biri olmadığı, insanlara iyi davranmak istemediği, şartlar gereği içinden geldiği gibi olamadığından dolayı, genel kabul görecek bir duruş gösterme çabası da başlı başına münafıklığın resmidir.

Bütün konularımız ve konuşmalarımız, bir yerde dönüp dolaşıp insan kalitemize, insanlığımızın kalibresine gelip dayanıyor ve bir bakıma orada tıkanıyoruz.

Çok güzel işler yapmak istiyoruz. Pek teferruatlı planlar yapıyoruz. Detaylı kurallarımız, kapsayıcı kanunlarımız ve tabii cezalarımız var. Ama bir türlü istediğimiz huzur toplumunu kuramıyor, suçu azaltamıyor, uyuşturucu salgınını engelleyemiyoruz.

Büyük laflar ediyor, büyük katılımlı toplantılar tertip ediyoruz. Kocaman harflerle ilanlarımız, gözden kaçması mümkün olmayan ışıklı panolarımız var. Ama bir türlü anlatamıyoruz; bazılarına, bazı şeyleri!

Fotoğrafçımızın elimize verdiği resim pek iç açıcı değil. Kendimizi pek beğenmiyoruz. İnsanlarımız en yakınlarından en uzaklarına kadar, herkese karşı patlamaya hazır bir öfke bombası gibi geziyor.

Hak, hele de kul hakkı konusunda umursamazlığımız, artık hesaba ve kitaba, mizana ve sırata olan inancımızı sorgulatacak seviyelerde.

Bunun farkında olanlarımızın, en küçüğünden başlayarak adımlar atmaları gerekiyor. Küçümsenen ve değersiz sanılan pek çok şey birleşip dev sorunlar olarak karşımıza çıkıyor.

Toplumun en sorunlu kişilerinin verdikleri resmi, yine toplum olarak biz çiziyoruz. Hem fert olarak hem toplum olarak, bizi bizden başkasının bozması da düzeltmesi de mümkün değil.

Bir kelebeğin kanat çırpması ile oluşan ve hissedilmesi imkansız esintinin, biraz ileride fırtınaya dönüşme ihtimalini fark etmemiz gerekiyor.

Tıpkı sokağa attığımız her bir parça çöpün, dönüp dolaşıp bizi ve hayatımızı kirletmesi gibi; sokağa atılan her bir öfkenin, nefretin, zulmün ve küfrün geri dönüp bizi ve hayatımızı, hayatımızdaki diğer insanları etkilemesi kaçınılmaz bir sonuç.

Bir durup nefeslenelim ve kayayı delen damlalardan kaçının bizim elimizden sızdığına, yamuk yumuk taşları pürüzsüz birer cilalı çakıllara dönüştüren dalgaların başladığı noktadaki rüzgarın değişiminde kimin ne kadar etkisi olduğuna bir bakalım.

Bir şeylerin değişebileceğine olan inancımızı asla yitirmeyeceğiz. Fırtınalara yol açacak olan nefesi üflemek bizim sinemizde beslenen imana bağlıdır. Durduğumuz yer ve gösterdiğimiz duruş, Müslümanlığımızın kalitesinin resmidir!

25 Ekim 2021

Eşitlik hayaldir, adalet hedef

 Dünyada eşit paylaşım ya da denge sağlamak şeklinde hemen her ideolojinin hedefleri arasında koyduğu bir ütopya vardır. Çoğu zaman olayın maddi imkanların paylaşımı olarak algılanması, sol ve sağdan bakış açılarının da buna bina edilmesine yol açmıştır.

Sağcılar genelde solculara uyuz olduklarından; sosyalistliğin gereği olarak lanse edilen, eşit ekonomik imkan yalanına inat, dengeli olduğuna inandıkları, herkesin çalıştığı kadar kazandığı hayalini kapitalizmin temel unsuru bilip yola çıkarlar.

Solcular ya da komünistler için inanılan yalanın boyutlarının fikir dünyalarına sığmayacak kadar büyümesi yeterlidir. Bir zamanların hayal ülkesi SSCB yıkılınca, bütün umutlarını Küba’dan gelen haberlere bağlayan, arada Kuzey Kore aşkları depreşen bu kitlenin, sağlıklı bir sevinç yaşama şansı pek yok gibi duruyor.

Bu anlamda batıya tapan, AB kriterlerine iman eden ve yüce tanrı ABD’ye secde etmeyi fazilet bilen kapitalist hatta biraz da emperyalist köleler için, iyi bir maaş, iyi bir ev ve iyi bir tatil teslisini elde etmekten daha yüce bir makam yoktur.

Bütün bu hengamede, bir de görece bir şeylere sahip olduğunu zanneden ve kendini herkesten üstün görecek kadar hayattan ve insanlıktan habersiz kitleler var. Bizde bolca hem de…

O hep bildiğimiz; birkaç nesil önce buralara geldiği için kendinden sonra gelenleri aşağılama yoluyla içindeki ezikliği tatmin etmeye çalışan güruhun, hasbelkader muhataplarının ezik ve hatta fakir olmadığını fark ettiği ya da beklediği standartların üstünde bir hayat yaşamayı başardığını gördüğü anda hissettiği hayal kırıklığı ile geçirdiği cinnet sonucu, kuduz köpek gibi etrafına hırlaması, kişilik ve kimliğini ele veren önemli bir göstergedir.

İyi bir evde oturan, iyi bir araca binen Türkiyeli bir gurbetçi ne kadar Almanya’da kem bakış ve sözlere muhatap oluyorsa; buralarda da iyi bir arabaya binen ve iyi bir evde oturan Suriyeli o kadar düşmanca bakış ve sözü muhatap oluyor.

İşin tek farkı, orada bunu yapanlara çoğumuz Neonazi lakabını takıp lanetliyorken, burada bunu yapanlara milliyetçi ve vatanperver muamelesi yapılması!

Evet sevgili halkımız; Suriyeliler de normal insanlar. Yeme, içme ve benzeri insani ihtiyaçlarını gideriyorlar. Adetleri ve alışkanlıkları farklı da olsa, birlikte yaşamak pek de zor olmayan, simaları da bize çok benzeyen, dillerinin yarısını dikkatle dinlesek anlayabileceğimiz, ırk ve nesil olarak da bize çok uzak olmayan insanlar.

Suriyelilerin hepsi fakir ve işsiz değil!

Suriyeliler de muz yeme hakkına sahipler!

Suriyeliler de çalışıp para kazanabiliyor. Her ne kadar o pek dürüst(!) ve adil(!) insanlarımız maaşlarını, onların zor durumda olmasını fırsat bilerek oldukça düşük ödeseler de…

Suriyelilerin çocukları da çocuk, biliyor musunuz? Parkta bahçede oynamak istiyorlardır, emin olun. Evlerinde koşmak gibi en basit yaramazlıkları yapmak gibi…

Bu noktada tekrar başa dönüp, fikir ve bakış açımızın hangi yerine ve nasıl oluyor da sığdırdığımızı bir türlü kabul ve itiraf edemediğimiz faşist ırkçılığımızı yeniden sorgulamamız gerekiyor. Sağcı bir kapitalist miyiz, solcu bir sosyalist mi?

Adamlar, en ucuz iş gücü olarak kapitalistlerimizin arayıp bulamadığı kitle!

Adamlar, sosyalistlerin propaganda için kullanabileceği her türlü sosyal eksikliği yaşıyorlar. Aklı başında bir solcu için bulunmaz nimet varlıkları.

Müslümanlara söz söylemeye hiç gerek yok!

Müslümanlar için konu kardeşlik kelimesi ile başlıyor ve vefa, hüsnü zan, isar gibi ideal kavramlarla devam ediyor.

Yani demem o ki; dünyanın hangi kutbunda durursanız durun, hangi yönden bakarsanız bakın, gördüğünüz göreceğiniz dünyanın yuvarlık olduğu ve üstünde ebedi kalınmadığı olacaktır.

Kendini çok bir şey zannetmenin alemi yok, neticede geldiğimiz yer toprak, gideceğimiz yer toprak. Arada çamurlaşmadan yaşamak ve adem kalmak, insan olmak mümkün.

Bu arada evet, Suriyelileri de Allah yarattı ve onları da topraktan yarattı ve onlar da ölünce toprağa gömülüyor.

18 Ekim 2021

Okullarda güvenlik ve temizlik

 Büyük adımlar atarken, küçücük taşlara takılır insan ve insanın yaptığı her işte böyle küçük kusurlar birleşip devasa sorunlara yol açarlar.

Hızlı yürüyenin veya koşanın dengesi daha kolay bozulur, yüksek hızlarda seyreden araçların kontrolden kolayca çıkması gibi.

Çağımız bir nevi hız çağı; her şey ve herkes hızlı olmak zorunda. Eğitim de hızlandı, okullar da.

Eskiler hatırlar, kimsenin okul servisi olmazdı, en azından kenar mahallelerde. Ve herkes yürüyerek giderdi okuluna. Şimdi çok hızlı seyreden okul servisleri hayatın ayrılmaz bir parçası oldu.

Ben onlara “okul servisi terör örgütü” de diyorum. Genellikle trafikte terör estirdikleri ve bazen de çok can yakıcı kazalara sebebiyet verdikleri için…

Hızla hareket eden servisler, koşuşturan öğretmenler, yükselen internet hızları, derken hızla tüketilen bir hayat ve bir eğitim dönemi.

Bu hızlı işleyişin içinden savrulan, okulların çevresini mesken tutan ve her türlü suça meyilli, kullanılmaya çok müsait, sayısı belirsiz genç var.

Kenar mahallelerde ders veren, daha doğrusu vermeye çalışan öğretmenleri dinliyorum. Güvenlik eksikliğini, duvarları aşıp okullara giren elleri bıçaklı çeteleri, bahçelerde yaşanan kavgaları ve karmaşanın ortasında kalan öğretmenlerin çaresizliğini anlatıyorlar.

Bir başkası, okulun pisliğini, hademe tutacak bütçe olmadığını, velilerden para toplamanın yasak olduğunu anlatıyor.

Özet geçtiğim iki konu yani güvenlik ve temizlik, herhalde bir eğitim ortamının olmazsa olmaz ilk şartlarıdır.

Çöplükte gül yetiştirmek zor iştir, yetiştirseniz bile kokusunu alamazsınız, o pisliğin içinde kaybolur gider.

Devlet açtığı okulun güvenliğini sağlamakla yükümlü olsa gerek, temizliğini yaptırmak da en az binasını inşa etmek, öğretmenleri atamak ve diğer fiziki şartları sağlamak kadar önemli.

Acaba neden okulların temizliği umursanmıyor?

Neden güvenliği için bir çözüm bulunmuyor?

Okul çevrelerinde görev yapacakları ilan edilen timler ne oldu?

Gaziantep’in kenar semtlerindeki okulların bu kadar unutulmuş olması mümkün mü?

Eğitim yuvalarının bırakın öğrencileri, öğretmenleri bile tedirgin eden, bir kara kutuya dönüşmesi kabul edilebilir mi?

Kamu idaremizin tepe noktalarında yer alan gayretli ve benzer konularda oldukça hassas yetkililerimizin durumdan haberdar olmamaları düşünülebilir mi?

İlkokul seviyesine kadar inen okul çetelerine seyirci kalmanın sonuçları nedir, merak eden var mı?

Kaç çocuk mağdurdur, kaç çocuk bu şekilde suça itilmektedir?

Kaç ailenin umudu, evladı, ciğer paresi elinden kayıp gitmektedir?

Salgın hastalıkla bu kadar yoğun mücadele edilen bir dönemde, okulların temizliğinin göz ardı edilmesi görmezden gelinebilecek bir konu mudur?

Konunun ilgililerine ve en başta da valimiz sayın Davut Gül’e açık çağrımdır:

Lütfen okulların güvenlik ve temizlik sorununa el atın. Gayret ve özverinize pek çok alanda şahitlik ettik ve çözüm sağlandığını da gördük. Bu alanda atacağınız adım, hem eğitimcilerimizin hem de öğrencilerimizin hayatlarına direk dokunacaktır. Ailelerimizin beklentileri de bu yöndedir.

Elden ele ve dilden dile dolaşan şikayetlerin duyulması ve gereğinin yapılması, şehrin huzur ve güven ortamına sağlayacağı katkının yanında, eğitim ve öğretim hayatımıza da olumlu yansıyacaktır.

Çekirdekten temiz ve saygın bireyler olarak yetişen, suçtan ve kötü alışkanlıklardan koruyacağımız çocuklarımızın gelecekte ülkelerine sağlayacakları katkıda hepimizin payı olacaktır. Ya da tam aksi!

11 Ekim 2021

Şehir ve kitap

 


Gaziantep tarihi üzerine değerli araştırmalar yapan hocalarımızın derledikleri bilgiler bize, şehrin hemen her devirde, mevcut medeniyet ve kültür mirasının ayrılmaz bir parçası olduğunu gösteriyor.

Geçmişte ev sahipliği yaptığı mirası bugüne aktarmakta belki coğrafi gerekçelerle çok başarılı olamasa da; yerleşik hale gelen bir kültür hala izlerini korumaya devam ediyor.

Göç yollarının ve dünyanın en kadim yerleşim yerlerine olan yakınlığın getirdiği, kültürlerden ve bunun yanında savaşlardan ve felaketlerden de çok hızlı etkilenen bir yerde kurulmuş olmak, bu şehrin bazı bakımlardan lehine de olsa, nihayetinde medeniyet mirasını muhafaza konusunda aleyhine olabiliyor.

Yakın tarihimizde gördüğümüz bazı gelişmeler bize, medeniyet yolculuğunda, farklı fikirlerden faydalanmayı bilmenin değerini gösteriyor. Osmanlı topraklarında, matbaanın kurulduğu ilk üç şehirden biri olmayı ve bu tesisin aslında İncil basımı için kurulmuş olmasına rağmen, faydalanmakta ve çocuk dergisinden başlayan, anlamlı ve değerli kültürel faaliyetlere yönelmekte oldukça başarılı olan yetişmiş insan potansiyeli bize bir şeyler anlatıyor.

Medeniyet yolculuklarında, birlikte olduğumuz insanların farklılıklarını, yük değil imkan, sorun değil desen görebilmek, İslam’ın üstün fikir ve inanç özgürlüğü teorisini kavramış ve pratikte yaşamış insanlarımızın, mazide bu kadar güçlü ve sağlam yere basmalarına yol açan önemli etkenlerdendir.

Bütün bu üzerinde yazdığımız, okuduğumuz ve konuştuğumuz konuların tamamı ise kitaplardan kitaplara, o kitapları telif edenlerin zihinlerinden ve gönüllerinden, şehrin ve halkın sonra da ülkenin ve dünyanın ufkuna tutulan parlak bir ışıktır.

Geçtiğimiz on gün boyunca Gaziantep’te Şahinbey Belediyesi organizasyonuyla gerçekleşen ve kamu idaresi ile üniversitelerin destek verdikleri, dışarıdan gelen yayıncı arkadaşlarımızın ifadeleriyle “muhteşem” bir kitap fuarı düzenlendi.

Gerek katılımcı yayınevleri gerekse konuşmacı ve imza günleri ile oldukça yoğun bir ilgi çeken ve Şahinbey Kitap Günleri olarak adlandırılan etkinliği, nihayetinde siyasi bir arka planı olan belediyenin düzenlemesi ve konukların da doğal olarak bu topraklardaki insan ve medeniyet kavgamıza katkıda bulunan şahsiyetlerden seçilmiş olması bazı olumsuz tepkileri de doğurdu.  Bu da en az gösterilen olumlu ilgi kadar başarının bir diğer göstergesi aslında.

Bu topraklardaki varlık kavgamızın bin yıla yaklaşan serüveni içinde, hep karşımızda duran ve ayağımıza çelmeler takanların, en küçük aydınlığa bile saldırmaya ve küfretmeye hazır duruşları hiç değişmedi.

Misafir konuşmacıların yelpazesi daha da genişletilebilir miydi?

Evet.

Peki bu çevreleri memnun etmeye yeter miydi?

Hayır!

Çünkü onların derdi, konukların çeşitliği ya da fikir yelpazesi değil çünkü. Onların kavgası bizimle ve temsil ettiğimiz iman ve ondan neşet eden medeniyetle. Onlara yaranmak ya da gönüllerini hoş etmek için atılan her adım ise sırtımızı yasladığımız değerlere yapılacak bir ayıp ve onurlu duruşumuz için züldür.

Kitap fuarında, Antepli düşünür ve yazarlarımızın kendi yayınevleri aracılığıyla kendi hemşerileriyle buluşmalarına imkan sağlansa da, hiç değilse bir panel benzeri uygulama ile seslerinin yükseltilmesi sağlanabilirdi.

Ancak hepimiz biliyoruz ki, bugün artık fikrin ve sözün de bir pahası var. Biraz sesi yüksek çıkan, biraz takdir ve taltif gören, bunu hemen çevresine ve özellikle de siyasi irade sahiplerine fatura etmeye çalışıyor.

Sadece Allah için, hakikatin ilanı ve idraki için konuşmak, artık zor bulunur bir lüks oldu. Fikri ve uğrunda verilen kavgayı, geçim derdiyle heba etmeye mecbur olunmasaydı belki biraz daha rahat yazabilirdim. Nihayetinde yazarlar da insan ve onların da bakmakla yükümlü oldukları birer aileleri var.

Siyasilerle fikir ehlinin münasebetleri tarihe mal olmuş ve üzerinde çok konuşulmuş bir konudur. Ve fakat iki tarafın da kendini temize çıkarmak için diğerini çiğnemesi her zaman ve her devirde yapılacak en büyük yanlıştır.

Kendi binası camdan olan başkasının evine taş atmasın diyen, kim idi ise güzel demiş…

04 Ekim 2021

Şehrin kimlik ve kültür arayışı

 


Hayatın akışı, zamanın geçişi ile insanlar, farklı bölgelerde farklı sebeplerle, şehirleşme yolunu tutalı tarih kadar eski bir vakıa. Zaman içinde başladığı noktadan çok uzaklara savrulan ve yok olan şehirler olduğu gibi, hiç hesapta yokken öne çıkan, büyüyen ve bir şehir kültürüne sahip yerleşim yerleri de var olageldi.

Verimli topraklara yerleşenler, ticaret yollarının kesiştiği yerleri mesken tutanlar kadar; ilmin ve irfanın ardından giden nesillerin toplandığı, medeniyet kültürünün köşe taşı olan şehirlere de rağbet hiç azalmadı.

Dünyanın kurgusu böyledir. Herkes bir yana ya da bir işe yönelse, meşhur Hoca Nasreddin deyimiyle, “dünyanın dengesi bozulurdu”.

Bütün sebepleri bir araya toplayan ve bugün kendilerine metropol denilen, büyük şehirlerin hikayeleri ise; çoğunlukla karmaşa ve kalabalık üstüne bina edilen, üstüne biraz kültür ve biraz da medeniyet eklenerek, çok net yazılamayan öykülerdir.

Bu konuda önümüzdeki en net örneklerden biri, bizden bir örnek olarak İstanbul olabilir. Kendine has bir lehçesi, kültürü ve tarih içinde biriktirdiği medeniyet ile, kendine has ve özel bir şehir olmayı başaran nadir yerlerden.

Gaziantep’e “doğunun İstanbul’u” dense de, kendi kültürünü ve lehçesini kaybeden bu şehrin, bir medeniyeti olduğunu söylemek, tüm iyi niyetimize rağmen, pek mümkün görünmüyor. Bu şehrin hikayesinde yanlış giden bir şeyler olduğunda hemen herkes hemfikir.

Burası bir ticaret şehri, ekonomik bir cazibe merkezi ve bu, azımsanacak, kenara itilecek bir şey değil.

Buranın önemli yolların kavşağında olması sebebiyle bile, çok farklı kültür ve geleneğin buluştuğu bir yer olması, ihmal edilecek bir açı değil.

Zamanın yıpratmasından korunamayan şehir kültürünün, aldığı göçlerle yaşadığı değişim ve dönüşümlerin sağlıklı gittiğini ne dün söyleyebilirdik ne de bugün söyleyebiliriz. Kendine özgün bir kültürü ve kimliği olan bir yere yeni gelenler, doğal olarak biraz kendilerinden bir şeyler katsalar da, hakim anlayışa uyum sağlarlar. Ya da uyum sağlayarak daha müreffeh bir hayata adım atabilirler.

Ancak, kendi kimlik ve kültürünü kaybetmiş, ne olduğu hakkında kimsenin bir fikrinin kalmadığı ve daha da acısı, kimsenin bunu dert etmediği bir şehirde, yeni gelenlerin uyum sağlayacağı bir düzen değil, katkıda bulunacakları bir kaos vardır.

Bu eksikliğin vebalini ise ne eskilere ne yeni gelenlere çıkartmak doğru olmayacaktır. Bütün mesele, elimizdeki ile en iyisini ve doğrusunu yapabilmek için atılacak adımlardan ibarettir.

Bir şehrin kimliği ve kültürü, birkaç yılda oluşmaz ya da değişmez. Milyonların yaşadığı bu şehirde, kimlik ve kültür, birkaç yüz bin kişi ile de bozulmaz ya da düzelmez.

Peki ideal bir huzur toplumuna giden yolda, illa bu milyonların tamamının aynı noktada buluşması mı gerekiyor?

Bu sorunun cevabı tarihte yaşanarak verilmiş, hem de buralarda, bu topraklarda.

Anadolu’ya ilk yerleşen ve batıya doğru yayılan, daha sonra Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerini inşa edecek ve şehirlerini imar edecek olan insanların sayısı, yerleşik halktan çok azdı. Doğal olarak, yeni bir şehir fethedildiğinde, oraya yerleştirilen Müslüman sayısı da nüfusa oranla azınlıkta kaldı.

Ancak öyle bir kimlik ve kültür, öyle bir örneklik ve güzellik ortaya koydular ki, Saraybosna, Sofya, Selanik gibi şehirler, birer medeniyet merkezine dönüştüler. Konya’ya ilk Müslümanlar hangi tarihte yerleşti hatırlayanınız var mı? Ama bugün ülkenin mütedeyyin şehirlerinin önde gelenlerinden biri olarak anılmaya devam ediyor.

Gaziantep’e daha henüz Ayıntab iken, “Küçük Buhara” denilmesine sebep olan, ilim ve irfan ehlinin yol haritasında yer bulmasını sağlayan kültür ve kimlik; bugün aranmayan kayıplar deposunda ya da terk edilmiş, unutulmuş eşyalar arasında tozlanıyor.

Çok değil ama bir şehri değiştirmeye yetecek kadar kimlik ve kültür sahibi, medeni insana ihtiyacımız var. Bu aradığımız insanlarsa, bu şehirde varlar. Bunları aktif hale getirecek kamu ve sivil irade de var.

Sonucu biz değil ancak gelecek nesiller alacak olsa da, uğrunda emek sarf etmeye değecek bir hikaye yazılabilir. Umut hala var, hem de çok…

 

27 Eylül 2021

Derdimiz davamız ne?

 


Nihayetinde hepimiz birer insanız. İhtiyaçları, zaafları, hedefleri, zevkleri, ihtirasları, kinleri, sevgileri ve bütün duygularıyla, tüm fikir ve hesaplarıyla, hepimiz birer insanız.

Kendimizi temize çıkartmaktan, başkalarına iyi ve güzel görünmekten, başarılı ve önemli biri olmaktan, dünyada rahat yaşamaktan vazgeçmeyiz. İman edenlerimiz bunların üstüne bir de ahirette cennetlik olmayı eklerler.

Fikirlerimiz genelde doğru, özelde hep en iyisidir. Davamız her zaman hak ve yolumuz hep en güzelidir.

Arada nadiren de olsa kendini sorgulayanımız, gidişatını değiştirenimiz ve bunu hem kendine hem de çevresine itiraf edenimiz olsa da; biz genel olarak mükemmel insanlar ve müstesna Müslümanlarızdır.

Varsa kusur başkalarında, eksik ötekilerde, hata berikilerdedir, bizden alası gelmemiştir aleme…

Bundan nasıl bu kadar eminiz sorusunun cevabı bir tane değil ama birkaç tanesini hepimiz biliyoruz.

Kendi eksiklerimizi ve kusurlarımızı göremeyecek kadar başkalarıyla uğraşmak ve birtakım teviller ve kendine has yorumlarla, yaptıklarımızı ve yaşantımızı idealize ederek, buna bütün kalbimizle inanmamız.

Bir kere kendimize inandıktan sonra, yani bir bakıma kendimize tapınmaya başladıktan sonra zaten devamı geliyor. Bu kişisel dinin bütün esaslarını zaten biz belirliyoruz. Helal ve haramları tamamen keyfimize göre. İbadet ve itaatlerin ölçüleri de elimizde.

Hakim biz, savcı biz, avukat nefsimiz olunca, davayı kazanmak işten bile değil!

Peki bu dava ne?

Kazandığımız nedir?

Elimize geçen ne kadardır?

Ve hepsi bir yana, bu kazancın süreceği ömür ne kadardır?

Ölüme çare bulamadık ya hala, onu hatırlatmak istiyorum…

Ha yok, biz böyle küçük işlerin adamları değiliz. Biz büyük bir dava güdüyoruz. Kimimiz insanlığı, kimimiz ümmeti kurtarırken, bazılarımız da memleketi kurtarmakla yetiniyor. Bunlar aramızdaki en mütevazi kesim sayılabilirler.

Kendimizi ve neslimizi kaybediyoruz.

Dinimizi ve dünyamızı kaybediyoruz.

Bütün bu kayıplar üstüne bir ahiret sarayı inşa edemeyeceğimizi ise düşünmek bile istemiyoruz.

Bizim umut ve korku dengesini kuran gönül terazimizde, nedense hep umut yanı ağır basıyor. Cehennem korkusu semtimize pek uğramıyor. Büyük ve sonsuz bir ateşin azabını tefekkür etmek hoşumuza gitmiyor.

Cenneti garantileyenlerden olma lüksü, bir heves gibi bizi sarıp sarmalıyor.

Ağzımızın tadı kaçmasın diye ölümü, ölümden sonrasını ve kaçınılmaz olarak gelecek olan hesabı pek hesap etmiyoruz.

Kendimizi kendilerine nispet ettiğimiz, davalarını davamız, yollarını yolumuz bildiğimizi iddia ettiğimiz örnek ve önder şahsiyetlerle aramızda böyle bir fark var. Bu fark bizim onlarla ahirette yollarımızın ayrılmasına sebep olacak kadar büyük ve korkunç!

Hangi konumda olursak olalım, hesabın ve azabın bizi beklediğini unutmamak zorundayız.

Amirler ve alimler de ölüyor, fakirler ve cahiller de…

Kimin hesabının nasıl olacağını hep birlikte göreceğiz. Aramızda hala salih kulların ve iyi insanların var olduğunu biliyorum. Onlarla beraber olmak ve yoldaşlık etmek gibi bir güzel haslete ulaşmak derdinde olmamız gerekiyor.

Davasını gütme iddiasında olduğumuz dinin temelinin emniyet yani güven tesis etmek olduğunun altını çizmek istiyorum. Tabi bunun da gerçek olması gerektiğini, sahte duygu ve davranışların münafıklık olduğunu unutmadan…

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...