17 Ekim 2022

Dünyada eşitlik yoktur

 Haberler, son dakikalar ve birtakım bilgiler sürekli akıp duruyor. Bilim ve teknoloji çağının bize sunduğu en dayanılmaz ve en vazgeçilmez aşama, her yere ve her şeye hızla erişmek ve her şeyden çok hızlı haberdar olmak.

Arabalar hızla ilerliyor, trafik sıkışıklıkları insanları geriyor zira her birinin çok hızlı ulaşması gereken bir yer ya da kişi var. Belki de işi var. Ama mutlaka herkesin çok acelesi var.

Geçen zaman ömürdendir ve daha hayırla nasıl geçirilir diye endişe edenlerin de varlığı muhakkak ama onların sıkışan trafikten kaçma şansı, gerilen insanlardan uzaklaşma ihtimali bulunmuyor.

Bütün bu keşmekeş içinde, bir kenarda durup manzarayı seyredenler kendine elbette dersler çıkarır, bunları da tecrübe diye bir gönül hanelerine yazarlar.

Hayat, bazılarımızı biraz daha fazla sıkar, sırtını yere getirmek isteyen bir rakip gibidir. Böylelerinin geçimi ayrı derttir, seçimleri ayrı dertler getirir. İmtihanları ağırdır. Çalışma ve yaşam şartları zordur.

Bazılarının şımarma şansı olmaz…

Elbette kimimizi de bir anne şefkati ya da baba desteği gibi kucaklar hayat ve sırtını sıvazlayarak yollar mindere. Gerçi her ne şekilde çıkarsa çıksın, herkes bir müsabakadadır; kendisi, çevresi, şartları ve şeytanıyla!

Ölüm ise hayatın getirdiklerinin bizi taşıdığı noktada gelen, her zaman erken ve hep davetsiz gelen misafirdir. Kimini havada, kimini yerde yakalar, bazılarını da yerin altında… Neticede dirilerin girmediği yerin altına diri iken girmek zorunda kalanlar da yaşamıştır hayatı. Ölünce toprağın altına gömülecek olanlarla ölmeden girip çıkanların yaşadığı da hayattır.

Şartlar hiç eşit olmaz bu dünyada, olmamıştır da…

Olma ihtimali bulunmayan bir şeyin neden olmadığını konuşmanın, tartışmanın aslında bir faydası yoktur. İnsanların ideoloji diye kurgulayıp piyasaya sürdükleri ve içinde eşitlik barındıran yalanlarına yine insanların inanıyor olması ise ayrı bir eşitsizliktir.

Neticede dünyada bir süre yaşanacak, iyilikler ve kötülükler işlenecek ve ölüp hesap gününe gidilecektir. Nötr bir hayat yaşama imkan ve ihtimali yoktur kimsenin. Belki kendisine hiçbir bilgi ya da davet ulaşmayan, kervan geçmez bir ormanın derinliklerinde yaşayan ve günümüz gelişmiş insanlarının ilkel dediği kabile mensupları ancak nötr kalabilirler.

Dünyada herkesi ve her şeyi eşitleyen tek vaka ise ölümdür. Kendisinden kaçılamayan bu gerçeğin belki şekli ve belki şartları da değişir ama sonuç değişmez. Her ölen artık cenazedir ve gömülür. Bir kefen sahibi olamayacak kadar yokluk içinde olanlar da, mumyalanıp saklananlar da ölmüştür. Geri dönüşü olmayan bu yolculuğun nihai hedefe varmak için bir çıkış kapısı olduğunun farkında olmak, hayatın en değerli farkındalığı olsa gerek.

Bütün hayatını ilim ve irfanla geçiren ve sonra bindiği kayıkta kürek çeken garibana bununla hava atan, ancak hava bozulduğunda yüzme bilmediğinin ortaya çıkması üzerine, hayatını boşa geçirenin kim olduğuna bir darbı mesel olan adamın idrak ettiği mesele, fırtına çıkmadan ve kayıkla denizin ortasında kalmadan önce varıldığında değerlidir.

Büyük bir ilim adamının sadece yüzme bilmediği için ilk fırtınada boğularak hayata veda etmesi mi trajiktir yoksa okuma yazma bilmeyecek kadar ilimden uzak bir adamın, iş yerinde geçirdiği bir kaza ile vefat etmesi mi?

Aslında hiçbiri!

Herkesin başına bir şekilde gelecek olanın birilerine farklı şekillerde geliyor olmasına kahrolmanın, ah vah etmenin ya da memnun olmanın biraz abartılı olduğu ortada. Hayatın sonlandığı noktada en samimi feryat annelerindir, bir de evlatların.

Yine de dünyada adaletin bir açısını tesis etmenin şartı olan, herhangi birinin hayatına kast edenin, sebep olanın hesabının sorulması gerektiği de göz ardı edilemez. Ölenin eceli gelmiştir ama bu durum sebep olanın hesabını ortadan kaldırmaz.

Hayat ve ölüme dair yazılacaklar bitmez, neticede yaşayan herkesin bu konuda bir fikri vardır. Ölene kadar yaşamaya devam ediyoruz, düşünmeye ve konuşmaya da…

Amasra’da hiç haberimiz olmayan hayatları yaşayan, hiç bilemeyeceğimiz endişe ve acıları çeken, yerin altında kader birliği yapan ve birlikte hayata veda eden garibanlara Allah rahmet eylesin, yaralılara şifalar, aile ve arkadaşlarına sabır ve metanet versin.

10 Ekim 2022

Ne yaptığının farkında olmak

 Yusuf(a) peygamberin “ben nefsimi temize çıkaramam, zira o kötülüğü emreder” (Yusuf 53) dediği hadise hemen hepimizin farkında olarak ya da olmayarak sürekli tekrar ettiği bir temizlik harekatıdır.

Öyle bir temizlik harekatı ki bu; cinayetleri, hırsızlıkları mazur ve hatta makbul gösterir. Hak, hukuk, adalet ve merhamet gibi erdemleri unutturur. Daha da vahimi bir hesap günü olduğunu bile düşündürmez. Kazara aklımıza gelse bile, yaptığımızın gayet normal, helal hatta vacip olduğuna bizi ikna eder de yolumuzdan dönmeyiz.

Bir dalavere ile bir şey elde ettiysek zaten o hakkımızdı ve elimizden alınıyordu, biz de onu bir takım hile ve desiseler yoluyla geri almış olduğumuz için herhangi bir vebale ya da günaha girmemiş olduk!

Şeytanın ve nefsin herhalde en ağır bela tuzağı; aslında belki de küçük bir günah iken bu düşüncelerle başımıza bela ettiği, kalbimizdeki imanı da zedeleyen, zulmü ve hak yemeyi normal ve helal göstermesidir.

Şeytana çok suç atmayı da bırakmamız gerekiyor, zira o kalplerimize hükmedemiyor. Biz herhangi bir konuyu fikir ve eylem olarak duyulur ve görülür hale getirmeden şeytanın müdahale imkânı pek bulunmuyor.

O içimizden gelen kötülük dürtüsünün adı nefis ve bizzat biziz o, başkasına atabilecek hiçbir vebali olmayan biz!

Yaptığı her iş için kendimize mantıklı bir açıklama yapabilir yani kendimizi kolayca kandırabiliriz. Kendimizi kandırdığımız her konuda çevremizi de bir şekilde ikna edebiliriz. Birileri bizi faziletli ve muttaki bir kul, erdemli bir insan ya da muhteşem biri olarak görebilir.

Ancak iman sahibi her kalp bilir ve ikrar eder ki, bu mazeret ya da bahanelerin ahirette bir karşılığı olmayacağı gibi, insanların bizim nifak ya da riyalarımızla yönlendirilen zanlarının da bir değeri olmayacaktır.

Ömer bin Hattab(r.a.)’ın ölüm anının yaklaştığını hissettiğinde, başını dizinde tutmak isteyen oğlu Abdullah(r.a.)’a söylediği gibi; “orada işler bizim sandığımız gibi değil, bırak dünyadan yüzü yerde biri olarak ayrılayım”.

Orada işler sandığımız gibi değil arkadaşlar!

Bizi alkışlayanlar orada olmayacaklar, olsalar da bırakın alkışı, umurlarında olmayacağız. Bizi sürüyerek feryatlarla cehennem götürseler, kimsenin kılı kıpırdamayacak zira herkes kendi derdinden başkası ile ilgilenmeyi aklına bile getirmeyecek.

Annenin evladından yüz çevireceği yerde kimden ne beklenir?

Kendimizi aldatmanın alemi yok!

Neyi, neden ve kim için, hangi amaçla ve ne elde etmek için yaptığımızı kendimiz çok iyi biliyoruz. Ve belki de çoğu zaman unutsak da Allah(cc) biliyor!

Birilerinin hatırı için ya da kalabalıktan utandığı için verilen sadakadan ne bekleyebilir insan?

Ayıp olmasın diye gösterilen tevazu, kalplerdeki kibrin hesabını nasıl örter?

İnsanlar bize saygı gösteriyor diye bu durumun, onların insana, imana ve İslam’a hürmetinden değil de kendimizdeki bir marifetten olduğunu sanmamızdan daha vahim bir son olabilir mi?

Malını kendine ait zanneden Karun’un felaketini de, alemin ilahı olarak kendini göre Firavun’un sonunu da hepimiz biliyoruz. Sorun şurada ki, kendimizi ve halimizi hiçbir şekilde onlarla tartmıyoruz. Bakalım ne kadar Karun veya ne kadar Firavun’uz bir görelim, demiyoruz.

Karun olmak için illa mülkünün anahtarlarının taşınamaz hale gelmesi gerekmediği gibi, Firavun olmak için meydana çıkıp, ben sizin ilahınızım diye bağırmaya da gerek yok. Onlar uç örneklerdi. Şimdi her birimiz malının Karun’u, mülkünün Firavun’u olma tehlikesi ile yaşıyoruz.

Kur’an bize, bir gün süper zengin oluruz ya da bir gün kral oluruz diye, Karun ya da Firavun örneklerini anlatmıyor. Böyle bir Karunlaşma ya da Firavunlaşma potansiyeline kendi çapımızda hepimiz sahip olabiliriz diye anlatıyor. (Allahu a’lem)

Eğitim rehberlerinin söylediği gibi, potansiyelinin farkında olan bir öğrencinin başarı şansı daha yüksek arkadaşlar. Samimiyetle kendini ve amellerini tartan, kendi hakikatini görecektir.

03 Ekim 2022

Saltanat kavgamız

 Bir meselede esas olan, doğru olan, takdire şayan olan duruş; söz konusu kişinin kimden yana olduğuna veya yapılan işin kime yaradığına bakmadan değerlendirme yapmaktır. Yani zulmü ya da herhangi bir yanlışı kim yaparsa yapsın, değerlendirmemizin değişmemesi erdemli olan tavırdır.

Başkalarında ya da diğerleri gördüğümüz kesimde görerek telin ettiğimiz işleri, biz ya da sevdiklerimiz veya bizden bildiklerimiz yapınca, normal görüyor ve hatta beğeniyorsak, bu en hafif tabiri ile ahlaksızlık oluyor.

Konuyu daha güncel bir örnekle anlamaya çalışalım. Monarşi yani bir saltanat/kraliyet ailesinin değişmez üstünlüğü ve kutsanması üzerinden kurulan yönetim şekli, Osmanlı’da olunca kötü, İngiltere’de olunca iyi olamaz! Her şekilde yanlıştır denilmesi gerekir.

Benzer şekilde, ruhbaniyet Hristiyanlarda olunca kötü Müslümanlarda olunca iyi olamaz! Yani kendine dünyalık fıtri ihtiyaçları haram kılan rahip ne kadar hata ediyorsa, aynı tavrı gösteren hoca da o kadar hatalıdır.

Bizimkine yakışıyor, gibi bir savunma fıkra gibi gülünüp geçilecek kadar basittir.

Saltanat kavgası uğruna kardeş katlinden bahsederken tüyleri diken diken olan modern zamanların utangaç şehzadelerinin, bir koltuğu elde etmek ya da mevcut koltuklarını korumak uğruna kimlerin hayatlarına kastettiklerine bakınca, insanların kendinden olana nasıl da müsamahakâr ve hoşgörü ile bakabildiklerini, diğerlerine nasıl da tahammülsüz olduklarını görmek mümkün oluyor.

Geçmişin saltanat kavgalarında ortada gerçek bir taht vardı hiç değilse ve hayatına kastedilen can verip kurtuluyordu. Şimdikiler rakip gördüklerinin ölümden bin beter sıkıntılar yaşatıp acılar içinde kıvranmasından zevk alıyorlar. Hatta o acıları fark bile etmiyorlar.

Küçük bir dernek koltuğundan başlayan hileler ve desiseler, apartman yöneticiliği için ayak oyunları, muhtarlık için silahlı kavga, belediye başkanlığı için fitne ve fesat kazanı, ülke idaresi için felaket senaryosu yazılan günümüzde saltanat kavgalarının kılıçsız ve kansız olmasına bakarak normal görülmesi de işin bir diğer acı tarafı.

Sahabenin arasında otururken 'hanginiz Muhammed' diye sorulan Peygamberin yolunun temsil ve davetini taşıyan liderlerinin, hocalarının ve büyük adamlarının, sorulmadan görüldüğü ve tanındığıbir zamandayız.

'Alimlerin Peygamber varisi' olduklarını kastederek hocalarına Peygamber'e verilenden daha fazla değer veren gruplar bizim felaketimiz.

'Sultanlaştırılan hocalar, salih ulemanın sultanlara karşı verdiği mücadeleden ve duruştan uzaklaşarak olmayan saraylarının, olmayan tahtlarının sultanlarına dönüşüyor. Dahası o tahtı ve makamı korumak için eğilip bükülmeye başlıyor.

Bir gün, herhangi bir sebeple tahtından indirilen bu sahte sultanlar, tabii ki saltanat sevdalarından vazgeçmiyor ve karşı mücadele başlatıyorlar. Camiamızın rutin görev değişikliklerinin bile sorunlu olmasının ardında da benzer bir saltanat sevdası bulunuyor. Hatta başarısızlık veya yüz kızartıcı ithamlarla görevden uzaklaştırılan herhangi bir “başkan” bile karşı mücadeleye başlamaya utanmıyor.

Nefislerinin davası uğruna kavga vermekten çekinmeyen mübarek(!) ve örnek(!) Müslüman kanaat önderleri ne kendileri kurtuluyor ne de kimsenin kurtuluşuna vesile olabiliyorlar. Sonra oturup hepimiz bir köşede, “ne olacak halimiz” diye karalar bağlamaya devam ediyoruz.

Eskilerin “kahtı rical” dedikleri adam kıtlığı galiba tam olarak bu!

Adam gibi önder/lider şahsiyetlerin yokluğunu çekiyoruz. Yerimizde sayıyor ve çırpınmalarımız sonucu bir arpa boyu yol bile alamıyoruz.

Belki yine içeriden bir mevzuyu gazeteye yazdım diye kızacak ve sitem edecekler olacaktır ama ne çare, başka bir ortamda bunu konuşma imkân ve ihtimalimiz pek bulunmuyor. Sultanların tahtlarına yaklaşmak sadece dalkavukların elde edebildiği bir nimet zira. Yaklaşsanız bile sizi dinleyip, sözlerinize değer verecek biri ile muhatap olma şansınız pek bulunmuyor.

Her şeyi her yerde yazamıyor ve konuşamıyor olmanın sıkıntısını edebiyatla aşan ve bunu şiirlere döken bir önceki neslin halini şimdi daha iyi anlıyorum. Asıl sorun bunların gündemlerimize gelemeyecek kadar benimsenmiş, şiirlere ya da edebi metinlere konu olamayacak kadar sıradanlaşmış olması galiba…

19 Eylül 2022

Bir adamlık hatırası

 Bilen bilir bizim gazete biraz da Genel Yayın Yönetmeni sıfatını taşıyan Yaşar’ın doğal yansıması olarak, bir nevi gariplerin başvuru noktasıdır.

 

Bugün hangi konuyu yazsam, kime ne anlatmaya çalışsam diye düşünürken karşıma bir hatıra çıktı. Belki de anlatmak istediklerimin bir özeti, belki bir darbı mesel olur diye onu yazayım istedim.

 

Bundan tam üç yıl önce, Referans Gazetesi ofisinde rutin muhabbetlerimizden birindeydik. Hamza Mercanoğlu İstanbul’a gideceğinden ve yeni bir başkangıç yapacağından bahsediyorken, Yaşar Yavuz dün gece sosyal medyada dönen dolapları anlatıyordu. 

 

Sekreter birinin geldiğini haber verdiğinde, önce beklesin dedi Yaşar ama sonra bir sevki ilahi ile kapıya yöneldi ve büyük bir adamı karşılar gibi gencecik bir çocukla içeri girdi. Herhalde 12 ya da 13 yaşlarında bir genç çocuktu gelen.

 

Yer gösterdik oturdu, çay söyledik birlikte içmek için. Yaşar işlerinden başını kaldırıp ne için geldiğini sorduğunda çocuk bşraz uzakta kalan kanepeden kalkıp yanımdaki koltuğa oturdu ve anlatmaya başladı.

 

Öksüz ve yetim imişler, 4 kardeş nineye sığınmışlar. Yetim aylıkları bağlanmış ama 1 ekimde başlayacakmış. O güne kadar bir şeyler kazanmak ve kardeşlerinin rızkını temin etmek için ayakkabı boyacılığı yapacakmış. Elindeki malzemelerle bir sandık yapabilmiş ama içine koyacak malzemesi yokmuş!  Lise öğrencisiymiş aynı zamanda ama öğleye kadarmış okulu, öğleden sonra çalışacakmış. 

 

Sözün tam burasında Yaşar mı sordu kendisi mi söyledi hatırlamıyorum çünkü beni vuran kurşun gibi ağır ve çelik gibi kaliteli bir söz söyledi:

 

“28 tl lazım” imiş, sadece 28 tl istiyordu çocuk...

30 değil sadece 28!

 

Onurlu, efendi bu küçük adam, o anda kocaman bir adamlık gösterdi bize. Çalışmak ve kazanmak için lazım olan kadarını istedi, akşama az kalmıştı ya belki o günlük kardeşlerine yemek almaya yetecek kadar da istemişti sanki. Ama hatırlayamıyorum.

 

Delikanlı adamın adını unuttum ama soyadı aklımda; Güneş’ti.

 

Giderken Hamza ile Yaşar kalkıp sarıldılar da ben yerimden kalkamadım. Çocuğun temizlik ve asaleti, adamlık ve efendiliği omuzlarıma çöktü sanki.

 

Mağdur olmak, muhtaç olmak ama onur ve haysiyetle düzgün bir adam olmak ve adam kalarak yardım istemek meğer ne özlediğimiz, hele de böyle bir genç yürekte görmeye ne çok hasret kaldığımız bir şeymiş.

 

Yetim ve öksüzlük o çocuğu erken olgunlaştırmıştı evet ve çok hızlı olgunlaşmıştı ki, yetim aylığı bağlanmadan alnına adamlık bandını bağlamıştı.

 

Şimdi nerededir, ne haldedir bilmiyorum. Allah(cc) ona selamet versin ve insanlara mahcup olmadan yaşamayı nasip etsin.

29 Ağustos 2022

İt ürür, kervan ne durumda?

Doğru ve güzel olanın, yanlış ve çirkin olandan etkilenerek bozulması, engellenmesi, unutulması ya da bir şekilde tedavülden kaldırılması, toplum için ölümcül bir hastalık olduğundan, asıl meseleye odaklanmayı ve dışarıdan yapılan saldırıları umursamamayı tavsiye eden, kelamlardan biridir bu ve malum orijinali; “it ürür, kervan yürür” şeklindedir.

Ortada bir kervan varsa ve yürümeye takati bulunuyorsa, yolu bilen bir rehberi ve güvenli bir yol da varsa, kervan haydi haydi yürüyecektir.

Ne ki; şartların neredeyse tamamı kervanın aleyhine iken, bırakın yürümeyi, kervan varlığını koruma derdine düşmüşken, ürüyen itlere rağmen yola revan olmak pek mümkün olmuyor. Yola çıkmaktan aciz kalan kervan, olan enerjisini de itlere taş atmakla tüketince, geriye nefesi tükenmiş, biraz da hevesi geçmiş, çok iş yapmış kahraman edasıyla sırtını yaslayacağı ilk yumuşak yerde uykuya dalmaya hazır bir topluluk kalıyor geriye…

İyiye, güzele, daha net ifadesi ile hakka aykırı, ne kadar çirkin ses ve soluk varsa, tümünü ürümek fiili ile ifade etmek mümkün. Ürüyenin şekli, şemaili, unvanı, parası ya da cakası çıkardığı sesin ürümek olmasına engel olmaz!

Bizde sık sık, biraz adı duyulmuş olanlar şöhretin sarhoşluğu yahut diyeti olarak, bir kısmı ise onu da şöhret yapsınlar duası olarak, İslam’a, Müslümanlara ve mukaddesatına ürürler.

Bizim piyasamızda özgün “meşhur” pek bulunmaz. Çoğu içine bozuk para atılınca kayıtlı mesaj ya da şarkıları seslendiren oyuncaklar gibiler. Bu yüzden değer yargısı ya da bir erdeme rastlamak mümkün olmaz. Oyuncaktan ahlak mı beklenir, erdem mi?

Bize sunulan şöhretlerin çoğunun bir toplum mühendisliği projesinin ürünü olan plastik oyuncaklar olduğu her hallerinden bellidir. Yüzlerindeki plastik cerrahi izlerinin duygusuz izleri kadar, dillerindeki plastik kalplerinden kaynaklanan ruhsuz sesleri de hemen tanınır.

Asıl mesele, bu basit oyuncaklara önemli kanaat önderi ya da sanatçı diye bakmaktadır.

Bunlar halka dayatılırlar. Sürekli yeni versiyonları üretilerek satışa sunulur. Eskiyen tedavülden kaldırılır ve geri dönüşüme gönderilir. Sonları unutulmak ve kullanılmış kirli kâğıt mendiller gibi bir köşeye atılmaktır.

Şöhretlerinin uzun ya da kısa sürmesinin bir anlamı yoktur. Fabrikalar bazı ürünlerini uzun raf ömürlü reklamlarında kullanırlar!

Oyun ve eğlence diyarı dünyanın kaderi böyledir.

Bizim meselemiz; oyuna dalmak değil, oyunlara gelmemek ve mümkünse, gücümüz ve imkânımız varsa oyunları bozmaktır.

Onların içlerindeki kini fark etmek, unutmamak ve ona göre temkinli olmaktır, hazırlıklı bulunmaktır. Madden ve manen donanımlı olmak, gönülleri doyuran bir idrakin çağrısını en müstesna eser olarak sunmaktır.

Anlamsız şarkıların, değersiz oyuncakların, hak etmedikleri bir değer bulmalarının önüne geçecek olan; zamanı ve mekânı, insanı ve toplumu kuşatan bir manayı, kova kova yangına su taşır gibi gündeme taşımaktır.

Bütün sözleri ve sesleri bastıracak olan kelam, bütün çirkinlikleri ve zulümleri sindirecek olan nizam bizdedir, elimizdedir.

Derin bir nefes alıp, yola yeniden koyulmak için can taşıyan herkes için geç değildir. Can çıkmadan yoldan geri kalınmaz!

22 Ağustos 2022

Muhterem cemaat!

 Bir önceki hafta hasbihal anlamında hocalarımıza açık mektup yazmış ve kendilerinden beklentilerimizi, mümkün olan en açık ve en kibar dille ifade etmeye çalışmıştım.

Hocalarımızdan farklı geri dönüşler aldım. Kimisi memnun olup teşekkür ederken, bazıları da rahatsızlıklarını dile getirdiler. Neticede bir insanın fikir ve sözlerinin farklı değerlendirmelere muhatap olmasından daha normal bir şey yoktur. Bu yüzden her şekilde o yazıyı okunmaya değer gören ve fikrini beyan eden herkese teşekkür ediyorum.

Orada aslında iğneyi hocalarımıza batırmaya cüret etmişken, çuvaldızı kendimize yani cemaate batırmanın da tam vaktidir. Zira hem camiler hem idareleri, hem de görevlileri olan imam ve müezzin kayyımlar, neticede cemaatin dünya ve ahiret saadetini temin etmek amacıyla görev icra ediyorlar.

Yani asıl unsur, asıl konu biziz yani cemaat!

Bu yüzden öncelikle, bu konuda kendi yerimizi doğru bilmek ve algılamak gibi temel bir nokta bulunuyor. Biz din hizmetleri diye özetlenen faaliyetler zincirinin nihai halkası, temel hedef kitlesi ve ayrılmaz parçalarıyız.

Biz kendilerine her sözün başında saygı ifadeleri ile seslenilen ve değeri takdir edilen bir topluluğuz. Muhterem cemaat, aziz cemaat gibi hitapların karşılığı elbette saygı ve dikkatle dinlemek ve sözün güzeline tabi olmaktır. Yani cemaatin de karşılarındaki görevliye aynı şekilde saygı ve titizlikle yaklaşmak gibi bir vazifeleri vardır.

Taşıdığı imamlık sıfatının hakkını veren hocalarımıza yaklaşım ve seslenişimiz mutlaka dini hassasiyetlerle kuşanmalıdır. Kendisinden dünyanın en değerli şeyi olan dinimizi öğrendiğimiz kişiye birazdan daha fazla özen göstermek zorundayız.

İbadetlerin en önemlisi olarak bilinen namazlarımızda öne geçirdiğimiz ve kendisine tabi olduğumu kişilerin kadir ve kıymeti elbette farklı ve özel olmalıdır.

Aynı şekilde namazın cemaatle yani bizimle ikame edildiği mekanlar olan camilerimiz, manen Beytullah olan Kabe’nin şubeleri olarak kabul edilmeli ve madden de inşa ve ihyalarına ayrı bir önem verilmelidir.

Mevcut kanunlarla düzenlenen ve son yapılan bir değişiklikle, ısınma ve soğutma giderleri devlet tarafından karşılanmayan camilerimizin bu alandaki sıkıntılarının farkında olmamız gerekiyor. Hocalarımızın bu ve benzeri konularda yaşanan sıkıntıların, sebep ya da muhatabı olmadıklarını unutmamamız elzemdir. Onların bu alanda sorunları gidermekten ve cemaatini huzur içinde tutmaktan dolayı büyük memnuniyet duyacaklarını bilmeliyiz.

Esasen, birer kamu hizmet binası olan camilerin diğer kamu binalarından ayrı tutularak ısınma ve soğutma giderlerinin karşılanmaması oldukça tuhaf ve garip bir durumdur. Bu konuda güç ve iktidar sahiplerinden hayırlı bir adım beklendiğini de ilave etmek istiyorum.

Mecbur kaldıkları için ya da resmi olarak üst makamlardan kendilerine tevdi edilen görev gereği yardım topladıklarını bilmeli ve toplanan yardımların tutanaklarla doğru yerlere teslim edildiğini, aksi bir ihtimalin bulunmadığını biliyoruz.

Ayrıca camilerin temizlik ve sair bakımlarının nasıl ve hangi zorluklarla temin edilmeye çalışıldığını merak etmeli ve sormalıyız. Varsa bir sıkıntı, şikâyet ederek sorunu büyütmek yerine, yardım ederek çözümü kolaylaştıran olmalıyız.

Mescitlere hizmet etmenin fazileti ile ilgili bildiklerimizin, kendi camilerimiz için de geçerli olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Bu mekanları korumak ve bakımlarına yardım etmek, inşalarına katkıda bulunmak ya da giderlerine destek olmak, birer sadakayı cariyedir. Yani kullanılmaya devam edildikçe bize ecir kazandıran ve vefatımızdan sonra amel defterlerimizi açık tutan bir faziletli ameldir.

Camilerde genel edep kurallarının yanında, herhangi bir sebeple mekanı kullananları, Kur’an okuyanları ya da nafile namaz kılanları hatta uyuyanları bile rahatsız etmemeye, mekanın sahibinin misafirlerine, ev sahibinin hürmetine uygun şekilde davranmaya çalışmalıyız.

Camileri sahiplenmeli ve eksik tespit etmekle görevli birer müfettiş gibi davranmaya değil, kendi hanesinin kusurlarını gidermeye çalışır gibi mekanların sorunlarını gidermek için çaba sarf ederek, vefalı bir misafir olmaya gayret etmeliyiz.

Bizler cemaat olarak imamların ya da müezzinleri amirleri değil tabileriyiz. Din işinde en öne geçen bu zatları denetlemek gibi bir görevimiz yoktur. Hele dedikodu ya da fitneye sebep olacak konuşmalardan uzak durmak, sükûnetle ibadet etmekten başka bir amaçla camilere gitmemek gibi noktalara ayrı bir özen göstermeliyiz.

Mesele; dünyada kimin güçlü olduğu ve sesinin çok çıktığı değil, ahirette kimin kurtulacağı ve Allah rızasını elde edeceğidir.

15 Ağustos 2022

Aşırılık Gayeyi İptal Eder

 

Hayat dediğimiz şey, ilahi bir dengenin yürürlükte olmasıdır aslında. Ölüm de onun ayrılmaz parçası. Dengenin bozulmasına biz felaket deriz genelde.

Ayağımızın altındaki yerin dengesi bozulunca deprem, dağların dengesi bozulunca lavlar püskürür sinelerinden ama bunlar da malum ilahi dengenin gereğidirler.

Allah(cc) öyle bir denge ile yaratmıştır ve yaratmaya devam eder ki; neticede her şey O’nun muradı üzere, kıyamete kadar gerçekleşir ve biter. Dünyada denge gerçek anlamda bir kere bozulur ve ona kıyamet deriz ama o da başka bir dengenin; dünya ve ahiret dengesinin kurulması içindir.

Dünyada işlerimiz de benzer bir denge ile olmak zorundadır.

Kendisinde şifa olduğu ayetle sabit olan bal bile aşırı tüketildiğinde zehirlerken, hayatın kendisi ile devam ettiği su, aşırı alındığında öldürür.

Gaye sıhhat bulmak ve sağlıkla hayatına devam etmek iken, bir yiyecek veya içecekte aşırı eksiklik ya da aşırı fazlalık dengeyi bozar ve sonuçları yıkıcı olur.

Aşırı hız kazaya davetiye çıkartmaktır!

Aşırı saygı dalkavukluk, bir şeyi aşırı fazla söylemek boşboğazlık olur.

Aşırı güven, aşırı sevgi gibi aşırı olan her tür duygu insan fıtratını zehirler.

Kendisinde aşırı gidilmesi, bizzat dinin tebliğcisi Muhammed(sas) tarafından yasaklanan İslam, denge dinidir.

Aşırı namaz kılmak ya da oruç tutmak dindarlık değil dengesizlik olur.

Dinde aşırı giden sapıtır!

Burada aşırılıkla ilgili zaruri bir not düşmek gerekiyor. Sünnet üzere dini yaşamak aşırılık değildir, aşırılık sünnetin dışında çıkmaktır. Bu kısa cümlenin teferruatını ehlinden öğrenmek mümkündür.

Aşırılığın güncel hayatımızda bizi nasıl etkilediğine sıklıkla şahit oluruz. Şımarıklık sadece çocuklara has masum bir duygu değildir. Büyükler de fena halde şımarık olabilirler. Bu da onları çekilmez kılar.

Bir işte, konuşmada ya da her ne ile meşgul isek onda, aşırı gitmek muhataplarımızın maksattan uzaklaşmasına sebep olur.

Baksanıza, en eğlenceli ya da insanların hoşuna giden şeylerin bile belli bir dozdan sonrası, bıkkınlık ve sıkıntı oluyor.

Hiçbir insan sürekli ağlayamaz ya da sürekli gülemez. En azından normal insanlar böyledir. Aksi durumda olanlara ya meczup deriz ya da deli.

İnsanların kafasına vurur gibi sürekli bir konuyu gündeme getirmek, o şahsın itibar ve niyetini sorgulatır.

Konunun ne olduğundan çok, insan fıtratının standart tepkisi gibidir, aşırı olandan uzak durmak ve hoşlanmamak.

Bütün mesele, özellikle de din konusunda, neyin aşırılık olduğuna çok dikkat etmektir. Yoksa bir sünneti aşırılık sanmak gibi gafil bir duruma düşebilir insan.

Yine çok önemli olan konu; hakkı ve adaleti dile getirirken bile aşırılığa düşmemeye dikkat etmektir. Zira insanların bizim savunmamız sebebiyle haktan uzaklaşması ya da adaleti terk etmeleri gerçekten büyük bir vebal olur.

Nasıl ki; bir tek kişinin bizim vesilemizle hidayete ermesi, bu dünyada kazanılacak en büyük ecirlerden biri ise; birinin bizim sebebimizle haktan yüz çevirmesi ve küfre düşmesi de o derece büyük bir vebaldir, günahtır.

Davetçi olmakla davacı olmak arasındaki dengeyi korumak, titizlikle üzerinde durmamız ve sıklıkla kendimizi muhasebe etmemiz gereken bir noktadır.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...