29 Nisan 2019

Mukaddesat Boykot Edilemez


İslam’ın gerek ibadet gerekse bu ibadetlerin gerçekleştiği özel mekanları mukaddestir. Özellikle Harameyn olarak bilinen Mekke ve Medine, yeryüzünde biz Müslümanlar için en özel toprak parçasıdır. Allah(cc)’in haremi Mekke ve Rasulü(sas)’in haremi Medine’den sonra ise Kudüs gelir ki, haklarında ziyaret edilmeleri için emir bulunan yeryüzünde başka mescid yoktur.
Bu şehirler ve çevrelerinde mübarek, mukaddes ve haram kılınan topraklar; herhangi bir ulusun, ırkın ya da devletin mülkü, toprağı veya vatanı sayılmazlar. Bunlar tüm Müslümanların ortak değerleridir.
Mekke; Ummu’l Kura olarak, Adem’(as)’dan bu yana iman eden ve kendisine Hac farz olan her müminin ziyaretgahıdır.
Medine; hicretten sonra iman evi olarak müminleri bağrına basan, ensar toprağı olmakla ve Rasulullah(sas) tarafından harem ilan edilmekle, o günden bu yana her Müslüman için, iman yurdu ve Rasulullah(sas)’in hatırası, emaneti ve göz nurudur.
Kudüs; göklerin kapısı, peygamberler yurdu ve mübarek, mukaddes ve muazzez bir şehir olarak her müminin miracının durağı, gönüllerin vatanıdır.
Bu şehirlerin hangi şartlarda ve ne durumda olduklarından bağımsız olarak, biz Müslümanların gönüllerinde yeri hep korunmak zorundadır. Dönem dönem işgal edilen Kudüs’te olduğu gibi, Mekke ya da Medine için de kalplerimiz titrer ve mukaddes beldelerin hürmetine zarar gelmemesi, düşman eli değmemesi için can verilir, can alınır.
Tarih, buna şahittir!
Bundan çok değil sadece 100 yıl önce o beldeleri savunmak için, canlarını ve mallarını feda eden nesiller bizim ecdadımızdır. Bunun ırkla da bir ilgisi yoktur. İman eden ve iman yurdunu savunan her mümin nesil bizim ceddimizdir.
Bugün Harameyn’de hakim görünen Suud hanedanı, pek çok Müslüman için o beldelerin hürmetine gerektiği gibi özen göstermemekte ve hatta mukaddes beldeler, bir kısmımız tarafından tıpkı Kudüs gibi işgal altında görülmektedir.
Siyaseten farklı şeyler düşünebilir ve farklı yerlerde durabiliriz. Fakat söz konusu olan mukaddesatımız olunca bile maalesef aynı tavrı sergilemekte zorlanıyoruz.
Geçmişte bazı alimlerimiz, Kudüs’ün İsrail’den izin/vize alınarak ziyaret edilmesine cevaz vermeyen fetvalar yayınladıkları gibi; bazıları da Suud idaresine destek mahiyetinde olan hac ve umre ziyaretlerini terketme çağrısı yapıyorlar.
Oysa hangi açıdan bakarsak bakalım bu tavır tutarsızlıklar içeriyor.
Öncelikle, kendisi için yeryüzündeki en değerli toprak parçası işgal altındayken, gülen ve her şey yolundaymış gibi yaşamaya devam edenlerin bu iddialarını temelsiz görmek ve kendilerini ciddiyete çağırmak durumundayım.
Muhterem Müslümanlar, eğer Mekke ve Medine dahi işgal altındaysa ve biz seyrediyorsak dünyada varlığımızın ne anlamı var?
Saniyen, Rasulullah(sas) gerek Mekke devrinde orada yaşarken ve gerekse Hudeybiye sonrası yapılan Umretu’l Kaza sırasında, Kabe putlarla dolu ve idaresi tamamen müşrikler elindeyken bile, herhangi bir şekilde Mekke’yi ya da Kabe’yi boykot uygulanmamıştır. Müslümanlar umrelerini yapmış ve Medine’ye dönmüşlerdir.
Mekke, Medine ve Kudüs bizimdir. Bizden alınmış olması oraları terk etmemizi gerektirmez. Aksine zindana düşmüş bir can dostu ziyarete gider gibi, vefa ve hüzünle ziyaret etmek, kamil bir hürriyet ile İslam’ın idaresine geçmeleri için samimi olarak ellerimiz ve dillerimizle dua etmek daha makbul bir davranış olacaktır.
Ancak farz olan haccı eda edenlerimizin ve ömründe bir kere olsun ayrıca umre yapanlarımızın, buraya harcayacakları paraları daha elzem yerlere yönlendirmeleri hususunda verilen fetvalar vardır ve bunlarla amel etmek mümkündür.
Kudüs için ise; ‘gidemeyenlerin kandillerinde yakılmak üzere yağ göndermeleri’ emri bizzat Rasulullah(sas) tarafından verilmiştir. Bugün orada yağla yanan kandillerin olmaması bu emri yok etmez. Oranın aydınlanması, yaşaması, unutulmaması, kurtuluşu ve yüreklerde ızdırabının kalması için ziyaret edilmesi gerekir.
Bu beldeleri ziyaret edenlerin bildiği bir gerçek olarak; Mekke, Medine ve Kudüs ziyaretleri müminlerin hayatlarının miladıdır. Gördükten, yaşadıktan ve hissettikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

22 Nisan 2019

Günahı boynumuzda değil


Dünyanın düzeninde parmağı olanlar bir yana, bizzat düzenin dümeninde oturanların sürekli ellerinde tutmak istedikleri bir mağduriyet algısı var. Her türlü melanet ve zulmü onlar işlediği halde, gündemi döndürüp dolaştırıp onların ekmeğine kan doğrar hale getiriyorlar. Ya da bir şekilde, boğazlarını ıslatmak için, kimin olduğuna bakmaksızın kan içmekten çekinmiyorlar.

Bazen yaptıklarına gölge etmek, bazen de yapacaklarına malzeme üretmek için; kim olduğuna bakmaksızın ve gerektiğinde kendi halklarının da olmak üzere, büyük bir rahatlıkla kan döküyorlar.

Bu adeti başlatanlar, dünyanın halihazırdaki düzeninde en etkin konumda bulunan Siyonistlerdir ki; ellerindeki en etkin malzeme, bir zamanlar Hitler’in onlara soykırım uyguladığı iddiasıdır. Bu soykırım iddiası onlara, gerek Filistin’de gerekse dünyanın geri kalanında, her konuda haklı olma özelliği kazandırmıştır. Ne yapsalar mazurdurlar, ne işleseler masumdurlar. İşgal ve katliam gibi suçlar onların sıradan işleri haline gelebilir ama aleyhlerinde sıradan bir karar bile alınamaz, alınsa da uygulanamaz.

Batılı devletlerin bile kabullenemediği ya da en azından alenen sahip çıkamadığı, Yeni Zelanda’da yaşanan cami katliamından sonra dünya kamuoyunda bu saldırıya karşı oluşan nefret ve Müslümanlara dair olumlu havanın birilerini çok fena rahatsız ettiği bir gerçek. Hatta o elim hadiseden sonra, bir çok insanın İslam hakkında araştırmalar yaptığı ve bazılarının hidayete mazhar olduğu da bir vakıa.

Bugünlerde ise dünya, yine Asya’da bir ada ülkesi olan, çok az sayıda Müslümanın da yaşadığı Sri Lanka’da gerçekleştirilen bir saldırı dalgası ile sarsıldı. Hem de Hristiyanların dini bir bayram gününde yapılan bu saldırıların hedefinde otellerin yanı sıra kiliselerin de olması, katliamın asıl maksadının batının Hristiyan halklarının gönüllerini sarsmak ve bir şeylere hazırlamak olduğunu gösteriyor.

Yakın bir gelecekte batılı müstekbirlerin bu saldırılarla neye mazeret ürettiklerini yaşayarak öğreneceğiz.

Bu süreçte bizim kendimizden kesinlikle emin olmamız gerekiyor. Bu saldırılar bizim işimiz değil, bunları yapanlar arasında bizden birilerinin olması da bu saldırıların bizim üstümüze yıkılmasına sebep olamaz.

İçimizden yalnızca köle değil, isyancı da devşirdikleri bir çok olayda karşımıza çıktı. Kölelerini ülkelerimizin başlarına bela ettikleri yetmedi bir de teröristlerini salıyorlar üstümüze. Bütün dertleri; onların saltanatı sarsılmasın, düzenleri bozulmasın, sömürüleri engellenmesin, kölelik düzenlerinin başına tayin ettikleri köleleri baş kaldırmayı bile düşünemesin…

Kimse kem-küm etmesin! Artık birilerinin bizi suçluluk psikolojisine sokarak katliamlarını mazur gösterme gayretlerine hizmet etmekten vazgeçelim.

Onlar kurgulayıp, onlar oynatıyorlar. Seyretmekten başka bir rolümüzün olmadığı bu tiyatrodan bize fatura kesmelerine izin vermeyelim. Biz zaten seyirci kaldığımız zulümlerin ve coğrafyamızın değişik yerlerinden yükselen feryatların hesabını nasıl vereceğimizin derdindeyiz. Bir de üstüne batılıların melanetlerini yüklenmeye hiç gerek yok.

Bir mescide, havraya ya da kiliseye saldırı düzenlendiğine dair bir haber duyduğumuzda, bileceğiz ki olay birilerinin hesaplı projesidir. Yapanların adının Ahmet ya da Mehmet olması ile Hans ya da George olması arasında bir fark yoktur.

Dolayısıyla; cici mesajlarla kınamamızın da, utançla başımızı eğmemizin de anlamı olmaz. Onlarla kol kola girip, yaslarına ortak olmamızın da bir getirisi olmayacaktır. Çünkü katille yakınlaşmak can kurtarmaz, belki daha da çok can yakar.

Hem bizim hem de kendilerinin halklarından, sayısız masumun canına mal olan bu dehşet verici korku imparatorluğunun, ayakta kalmak için her şeyi ayakları altına alabileceğini hepimiz çok iyi biliyoruz.

Kainatı kıyamete zorlamayı hesap eden bir tıynetin, insanların acısına, canına, malına ya da mukaddesatına değer verebileceğini düşünmek saflıktan öte ahmaklık olur.

Hak ettikleri ile karşılaştıklarında, bir başka deyişle ektiklerini biçtiklerinde; hiçbir zalimin bize laf etmeye hakkı olmadığını unutmayalım.

18 Nisan 2019

Marifet değil boşboğazlık


Dünya kurulalı beri, çok insan geldi ve geçti. Savaşanlar, barışanlar, dolandıranlar ve sahip çıkanlar oldu. Susanlar vardı her zaman ve her zaman çok konuşanlar oldu. Mütevazilik her devirde makbul idi ama mütecavizler de vardı.

İlk insandan bu yana, yeryüzünde hep Allah(cc)’in dini vardı ve kabullenenler de oldu reddedenler de. Kabulün çok çeşidi var, inkarın da oldu.

Her iman eden bir meleğe dönüşmedi elbette ama şeytanlaşan çok insan oldu.

İman edipte teslim olanlar oldu, bir de iman etmeden Müslüman olanlar! İnkar ettiği için azgınlık edenler oldu ama inkar etse de efendi kalanlar da vardı.

Din, hayattı ve hep hayat olarak devam etti, dinin gündemden düştüğü bir devir hiç olmadı ve olmayacak. Sünnetullah hükmünü icra ederken, kimsenin bunu durdurmaya değiştirmeye yetmeyeceği gibi.

Öyle ya, Allah(cc) ayların sayısını 12 kıldı ve mümin, kafir kimse bunu değiştirmedi. Haftanın günlerinin sayısını da değiştiremez kimse. Dünyanın kaderini ve kaderinin zamanını, yalnız ve sadece onu var eden Allah(cc) tayin eder ve dilerse değiştirir. Biz de kontrolümüzde sandığımız dünyalıklarla avunur dururuz.

Saate bakıp zamanı yönettiğini zannetmek ne büyük ahmaklık, saati durdurmakla zamanı durdurduğunu sanmak kadar…

İnsan, insan olalı hep bir ukalalıktır gidiyor. Din ve dünya için her birimizin, hep çok doğru tespitleri var olageldi. Oysa, yerine getirilmeyen sözler etmek, gereğini yapamayacağımız hükümler koymak, altından kalkamayacağımız sorumlulukları üstleniyormuş gibi yapmak kadar boş iş az bulunur.

Sorulduğunda hemen her mevzuda hükmümüz var. Gösterilen her olaya bir izahımız, arka planlara dair yakaladığımız hikmetler var. Ne yazık ki; hakkında zihnimizde ve elimizde, kati delil ve kaynak olmaksızın, düşündüğümüz ve söylediğimiz her şeyin, sabit hakikatler olmadığını, olamayacağını bir türlü kabullenemiyoruz.

Karşısına çıkan her konuda; şu şudur bu budur demek, marifet değil boş boğazlıktır.

İşin asıl mühim ve vahim tarafı ise, imanımız konusunda bile kendi ahkamımızı kesmekte pek mahir oluşumuz. Bunun kendi çapında vahim bir durum olmasının yanı sıra; olası samimi ve iyi niyetli uyarıları da bu ukalalık sebebiyle, dikkate almamamız ve kendimizce bir tevil bularak keyfimizin kahyasıyla yaptığımız anlaşmaya göre yaşamaya devam edebilmemizdir.

Üzerinde konuştuğumuz konu, ekonomik göstergeler olsaydı ve bir ekonomist bizi uyarsaydı belki daha hassas davranır ve sözümüzü biraz daha ölçer biçerdik. Öyle ya, karşımızda işin ehli var.

Çoğumuz bu işin yani din hususunun ehli değiliz, ehlini bulmak ve sorunlara çare, sorulara cevap, yanlışlara ikaz almak çokta kolay değil artık.

Fakat asla göz ardı edemeyeceğimiz bir konuda, iman ve din konusunda; yapılan uyarıları, nasihat ya da eleştirileri, her şeyden daha çok dikkate almak ve muhatabımızın kalibresini, üslubunu, yanlışını ya da doğrusunu irdelemeden önce, konunun hassasiyetine binaen, ya doğruysa, ya haklıysa ihtimalini de düşünerek, cesur olmamak evet en azından cesur olmamak zorundayız.

İnsanoğlu hele de biraz söz etme becerisi olan biri ise, herkesi susturacak laflar üretebilir. Ama mevzu din ve iman ise, insanları ikna etmemizin, en azından ahirette bir değeri olmadığından emin olmamız gerekir.

Bir müminin imanı hususundaki hassasiyeti ve samimiyeti, yapılan uyarılara gösterdiği tepkilerden anlaşılır. Mazaret arama ve kendini haklı gösterme çabası yerine, imanına zarar gelmesinden duyduğu korkuyla, uyarıyı ciddiye alıp, titizlikle davranmak gerekir.

Minarenin eğri ya da doğru olduğu değildir mesele, mesele minarenin kayıtlara eğri ya da doğru olarak geçmesidir. O yüzden boş görülse de halat takıp minareyi düzeltmek gerekir.

10 Nisan 2019

Paylaşabildiğin kadarsın



Dağlar gibi ulu bir zatın olsa ne fayda, eteğinde kuzular otlanamıyorsa.

Denizler gibi suyun olsa ne fayda, kıyında bir garip susuzluğunu gideremiyorsa.

Çöller gibi kumun olsa ne fayda, sıcağında bir evsiz ısınamıyorsa.

Ormanlar gibi ağacın olsa ne fayda, gölgende bir yolcu barınamıyorsa.

Dünyalar gibi havan olsa ne fayda, göğünde bir kuş uçamıyorsa.

Sahip olduğun, paylaşabildiğin kadardır. Sen de kalan değil…

Dilediğin kadar zengin ol, al-u iyaline harcamazsan ne fayda?

Hakiki zenginlik suya atılan taş gibidir; halka halka yayılır ve çoğalır. Kıyılara ya varır ya varmaz ama suya hareket getirir, rahmet getirir, merhamet getirir.

Garibana vermezsen ne ki mal, mülk? Evsize, yoksula, muhtaca, muhacire, sana sığınana, ülkene kaçıp gelene veremezsen, bakamazsan, kollayamazsan ne fayda beklersin yağan yağmurlardan?

Kanatlarının altında bir garip barınamazsa; altından şehirlerin, gümüşten köylerin olsa ne fayda?

Ekmeğinin tadı, toprağında yetişen buğdaydan gelir mi sanıyorsun? Başına taş değil de rahmet yağıyorsa, sebebini kendinden mi biliyorsun? Hesaplara uymaz bir düzen devam ediyorsa, marifeti kimden biliyor, neticeyi kimden bekliyorsun?

Çok mu dertlisin sokaklarında dolaşan yabancılardan? Çok mu rahatsızsın serkeşlik eden Suriyeli serserilerden? O halde, sana Ebu Bekr-i Sıddık(r.a.)’ın kızına iftira atan fukaralara yardım etmeye devam etmesi yeter…

Allah(cc) için yapılan iş, başkasının hatrına da gadrine de keyfine de bırakılmaz, terkedilmez.
Sabredilir, şikayet edilmez!

Sineye çekilir, kınanmaz! Kınayanların kınadıkları hale düşmeden ölmeyecekleri unutulmaz. Allah(cc) muhafaza eylesin.

Herkes vazifesini yapar; edepsiz suç işler, terbiyesizlik eder, çalar, rahatsız eder, huzursuz eder.
Herkes vazifesini yapar; onurlu insan sabreder, mühlet verir, güvenlik güçlerine havale eder, neticesi için ise Allah(cc)’e tevekkül eder.

Hiçbir hadise hikmetsiz değildir; yaratılan her olay, başa gelen her iş, fert ve toplum planında pek çok hikmetler barındırır ama bütün mesele bu dünyadan selim bir kalp, sahih bir itikat ile göçüp gidebilmektir.

Sonunu düşünmek zorunda olan insan Müslüman olur; Müslüman sonunu düşünen insandır. Sonunu yani ahirini yani ahiretini…

05 Nisan 2019

Sema ve raks dinden değildir!



Herhangi bir insan; dünyada bulunma maksadını çözüp, yalnız Allah (cc)’e kul olmakta karar kıldıktan sonra, onu bu yoldan çevirmek için şeytanın kullanabileceği en güçlü silahı, niyetini ifsat etmektir. Zira öylesi bir durumda, doğru yaptığını zannederek farkında olmadan helake uğramak işten bile değildir.

Sahip olunan itikat, pratikte bozuk bir ibadetle birleşince zaman içerisinde o hali kabullenmeye ve nihayetinde bozulmaya mahkum oluyor. Esasen inanç, amel kabına doldurulan bir hayat suyu gibidir; kap pis ve delikse, inancın bozulması ve kabın boşalması sadece zaman meselesidir.

Amel kabını pisleten şeyler, dinin aslında olmayan, sonradan ilave edilerek ve ibadet sayılarak icra edilen birtakım işlerdir. Bunların ibadet olduğuna inanmak ise asıl inanılması gerekenleri çiğnemek olur. Zira iman; inanılması gereken değerlerin mutlaka ve sadece Allah(cc) tarafından tayin edildiğine ve edileceğine inanmakla başlar.

Oysa her akıl ve iman sahibi bilir ve kabullenir ki; din Allah (cc)’indir ve O’ndan başkasının ibadet ihdas etme, ekleme ya da çıkarma yapma hakkı bulunmamaktadır. Peygamberlerine bildirdiği ve onların arkadaşları tarafından uygulanarak diğer insanlara aktarılan şeyler ve şekiller dışında ibadet üretmek, din uydurmaktır.

Bu girişten sonra sema ve raks hakkında söylenecek en net ve kısa sözü söyleyebilirim:
Sema ve raks şeklinde bir ibadet; İslam’da yoktur, olmamıştır ve olamayacaktır!

İlk ortaya çıktığı Hind topraklarında İmam Rabbani tarafından savaşılan bu bidat, ne yazık ki zamanla yayılmış ve hele günümüzde çok sıradan bir ‘ibadet’ şekli olarak kabullenilir hale gelmiştir.
Nereden ve nasıl olduğu meçhul bir şekilde, bir tarikata dahil edilerek ve hatta adına da ibadet değil de ayin denilerek icra edilmesinin, adet haline geldiğinin hiç ama hiçbir önemi yoktur.

Müzik eşliğinde ve bir tür sahne performansı olarak icra edilen sema ayinlerinin, ibadetle bir alakası olmadığını yapanlar da izleyenler de anlamakta zorlanmazlar. Bu işin bir geçim kaynağı olduğu da gayet açıktır. Alkışlanan bir sahne oyunu olarak semanın icra edilmesi, akıl ve izan sahiplerine bir şeyler anlatmaya yeterlidir.

Birçok vesileyle, düğünlerde ya da iftarlarda Müslümanların İslami bir iş gibi sayarak, semazenlerin dönüşünü ve eteklerinin uçuşunu izlemeleri, bu mesleğin yayılmasının sebeplerindendir. Birilerinin geçim kaynağına engel olmak istemem elbette. Dileyen dilediği gibi düğün ya da toplantısında sema ya da raks yaptırabilir, vebali kendisine aittir. Neticede pek çok Müslüman düğünlerde haram işlemeyi normal görebilmekte ve hayırlı iş dedikleri bir hadiseye haram bulaştırmak bir sakınca görmemektedirler, maalesef.

Fıkıh kitaplarımızda sema ve raksın hükmü aynı başlık altında incelenir ve ikisi aynı görülür. Çalınan müzik aletinin ney ya da saz olması, sema ya da raks denilmesi hükmünü değiştirmez. Buna “ilahi aşk” gibi bir söylemle izahat getirilmesi de ibadet olmasına yetmez.

İbadet ve zikrin aslı ve usulü Kur’an ve sünnetle tayin edilmiş, sahabe tarafından uygulanarak bize nakledilmiş belli ve değişmez konulardır.

Bütün dünya bir araya gelse, namazın yerine başka bir Allah (cc)’e yaklaşma yolu ortaya çıkaramaz. Aynı şekilde, bütün insanlar bir araya gelip herhangi bir şeyi ibadet olarak icra etseler, bunun dinde bir değeri olmaz.

İslam, işte tam da bu sebeple Allah (cc)’in kıyamete kadar geçerli kıldığı hak dinidir. Allah (cc)’in dinidir.

İslam’ın bize ulaşan temel ibadetlerinden başka bir şey ile Allah (cc)’e kulluk etmek boş bir iddiadır.
Yeryüzündeki bütün insanlar sema dönse de, sema şeklinde bir ibadet yoktur. Yine bütün insanlar namazı terk etse de, namaz kıyamete kadar geçerli ve meşru ibadettir.

Aklın ve imanın gereği bellidir. Teviller ve uydurmalarla teselli aramak boşunadır.

Hakkında Kur’an ve sünnet temelli, fıkıh kaynaklarında delil bulunmayan işlerden uzak durmak her Müslüman için en güzel, en hayırlı yoldur.

01 Nisan 2019

Kendini temize çıkarmak



İnsanoğlunun herhalde ‘hayatta kalmak için mücadele’ hissi kadar, sabit ve fıtrattan olan bir özelliği de, ‘kendini temize çıkarmak’ olarak isimlendirdiğimiz bir savunma sistemine sahip olmasıdır.

Başımıza, gözümüze gelen bir cisme engel olmak için gösterdiğimiz hızlı ve hayati reflekslerin bir benzerlerini, benliğimize yapıldığını hissettiğimiz saldırılar ya da suçlamalar karşısında sergiliyoruz.

Bu hal, ani olsa da çabuk savuşturulabilir olmayabileceğinden olsa gerek, bu davranışı bir karakter olarak yerleştirip, artık hemen her konuda aynı savunma refleksiyle konuşmaya ve davranmaya başlıyoruz.

Ayağımız kayıp düştüğümüzde, ilk baktığımız bizi kaydıranın ne olduğudur. Bir suçlu bulmak çok rahatlatıcıdır zira…

Evde, yolda, işte veya trafikte aksayan, yanlış giden ne varsa bizim dışımızda bir sebebi vardır mutlaka. Hatta din işlerimizde eksiklerimizin ve günahlarımızın da suçlusu sadece biz değilizdir. Vardır illa ki bir suçlu, bir düşman…

Pek haksız da sayılmayız; dünyayı ekseninde tutan bizim yaptıklarımız olmadığı gibi, kaderin cilveleri sadece bizim için tecelli etmemektedir.

Hayat; birbirine bağlı milyonlarca zincirin ucunda asılı bir narin fanus içinde parıldayan ışık gibidir. Biri kopmakla düşülmez hatta birkaçının kesilmesi ile de. Ne ki, eksilen her bir halka, kopan her bir bağ, birlikte bir şeyleri de alır götürür boşluğa ve salınır kalır öylece bir şeyler…

Bütün mesele; doğru duran ya da aksayan her noktayı tevekkül ve metanetle karşılamak, adalet ve merhametle muamele etmek, dirayet ve rifkatle yürümeye devam edebilmektir.

Kusurun ne tamamen kendimizde olması, ne de tamamen başkasında bulunması söz konusu değildir.
Milyonlarca zincir aynı anda kopmuş ve fanusumuz dünyanın soğuk mermerlerinin üstünde darmadağın olmuşsa; bizden ve başkalarından kaynaklanan bir çok sebep bir araya gelmiş demektir.

Ortaya çıkan zorluğa karşı ilk geliştirmemiz gereken kalbi direniş, tevekküldür. Ancak orada bırakıp kenara çekilmek değil metanetle üzerine yürümek ve o hali değiştirmek için hamle yapmak gerekir. Aslında tevekkülün doğru pratiği de budur.

Suçlu ya da günahkar durumdayken, insanın devreye en hızlı giren hissi olarak karşımıza çıkan ‘kendini temize çıkarma’ arzusu, kesinlikle adaletle çözülmelidir. Adaleti sağlamak için, kendimizden başkalarına biraz da olsa merhametimizin olması gerekir.

Adalet ve merhameti ayakta tutmak için çok güçlü bir dirayete sahip olmak şarttır. Dirayeti dengeleyerek adaleti ayakta tutmamızı temin eden bir başka destek ise rifkattir, yumuşaklıktır, acıma hissidir.

Biz yoldan çıktıysak, elimizden bazı nimetler alındıysa; bunun bütün suçlusu şeytan değildir. Nefsimizin payını unutmamak gerekir. Zira nankörlük, şeytanın bir iğvası değil; insanın sapmasıdır, yanılmasıdır, isyanıdır, nisyanıdır, insanlığıdır…

Şeytana bile adil olmak bizim menfaatimizedir. Ona adaletle yaklaşmamız kendimize olan merhametimizin ölçüsüdür. Dengeyi kaçırırsak, kendimizi kendi katımızda temize çıkarabiliriz ancak başkalarının; hele de kalplerde olanı da bilen, Aziz ve Celil olan Allah(cc)’in katında kirli kalmamız mukadder olur.

Bu noktayı idrak ettiğimizde, dünyalık olarak başımıza gelen işlerde, elbette hem kendimize hem de muhataplarımıza daha doğru davranmamız kolaylaşacaktır.

25 Mart 2019

Bu da geçer ya hu!



Geçtiğimiz yüzyıla biraz sıkıntılı başlamıştık ya, aslında öncesinden biriken, yüzyıllar boyu devam eden, geri geri giden ayaklarımızın yeryüzünde bıraktığı izler vardı.

İber yarımadasından Balkan yarımadasına, yarım kalan bir medeniyet yürüyüşü ya da eşyanın tabiatı gereği, dünyanın zirvesine kadar ulaşınca çaresiz bir düşüş, geriye gidiş, içine kapanış vardı.

Yer çekiyordu bizi, toprak çekiyordu!

Büyük yenilgiler aldık, sayılarını doğru düzgün hesap edemediğimiz kayıplar verdik. Adeta yüzyıla omuzlayacak gençliği toprağa gömdük te geçtik buraya. Okulların mezun veremediği yıllar geçirdik.

Sonra devletimizi yıktılar; bütün birikimi ile, bütün ihtişamı, bütün yükü, bütün ağırlığı ile yıktılar, üstümüze yıkıldı koca bir imparatorluk!

Kırık-dökük bir ülke, ezik bir halk olarak kaldık geriye…

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer var olamadı, yenilgi yenilgi büyüyen bir eziklik kaldı.

Dile kolaydı; hemen her birimizin dedelerinin arasında imparatorluğun bir cephesinde kalanlar vardı, yarım bedenlerle dönenler, bütün varlığını artık bizim olmayan topraklarda bırakanlar.

Fakirdik, on yıllar boyu daha da fakirleştik. Hiç bir şey üretemedik, daha da ezildik zira neyimiz varsa onlara borçluyduk. Borçluyduk hakikaten, Demokles’in kılıcı dolara dönüşüp ensemizde sallanır oldu.

Batı’ya borçluyduk ve onlar gibi olursak kurtulacaktık güya. Ne onlar gibi olabildik ne de kurtulabildik borçtan. Bir koca yüzyıl daha geçti ama hala başladığımız yerdeyiz.

Kıyafetlerimizden yediklerimize, dilimizden dişimize, fabrikamızdan köyümüze, tarlamızdan tohumumuza; neyimiz varsa hepsine onların istediği gibi nizam verdik. Olan 3-5 parça şeyi de onların kredileriyle yapmıştık zaten, mecburduk onların istediği gibi olmaya…

Eziktik her bakımdan!

Kullandığımız eşyaları ve teknolojiyi onlar üretiyordu, biz sadece kullanıcıydık, kullanılıyorduk haliyle.

Dünyayı onlar yönetiyordu, biz ezik ezik seyrediyorduk.

O kadar tuhaf bir eziklikti ki bu; onlardan biri Müslüman olunca daha çok seviniyor, onlardan biri bizi sevse dünyalar bizim oluyordu. Oysa, bizden bir kişinin imanını muhafaza edebilmesi onlardan bin kişinin Müslüman olmasından daha değerliydi.

Onlardan biri bizi öldürüp bir diğeri de öldürene kızınca acımız geçiyordu. Onlardan birinin bizi savunması pek değerliydi.

Sahip oldukları pek çok şeyi bizden çaldıklarını unutuyorduk. Teknoloji diye ürettikleri neredeyse her şeyin altında bizim koyduğumuz temellerin olduğunu bilmiyorduk.

Bir de güçlü orduları ve çok öldüren silahları vardı. Galiba biraz da korkuyorduk onlardan! Çünkü acımıyorlardı; asker-sivil ayrımı bir yana, kadın ya da çocuk tanımıyorlardı öldürürken.

Durumumuz pek parlak değildi, hala da değil. Bugünden yarına büyük değişiklikler olabileceğine dair pek net ve büyük işaretler de yok. Aksine umutsuzluk büyütmek için gerekli bir çok sebep var.
Oysa bu gibi durumlar için dünyanın kaderini tayin eden, Aziz ve Celil olan Allah(cc)’ın uyarısı vardı:

Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştur. İşte bu günleri biz insanlar arasında dolaştırıp dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden şehitler edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez. (Ali İmran 140)

Bu günler geçecek, işte bu kesin!

Bir zamanlar; Avrupalıların Bağdat’tan gelen saatin büyüsünü çözmeye çalıştıkları günler tersine dönmüş durumda.

Bir zamanlar; Avrupalıların arapça öğrenmek için, Endülüs’e yolculuk yaptıkları günler tersine dönmüş durumda.

Bir zamanlar; Avrupalı asilzadelerin İstanbul’da Sultan’ın eteğini öpmekle övündüğü günler de tersine dönmüş durumda.

Tekrar tersine dönecek!

İşte buna iman ediyoruz biz; mutlaka ama mutlaka Allah(cc)’ın vaadi yerine gelecek.

Bu günler de geçecek ya hu!

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...