Derin bir nefes alıp yutkundu yaşlı muhacir ve iç çekerek
konuştu:
-
Bizim atlarımız, camızlarımız vardı. Arı
kovanlarımız, geniş otlaklarımızda sürülerimiz vardı. Yoğurdumuzun da balımızın
da tadını gayri müslim komşularımız da bilirdi. Kalabalık ailemiz, akraba gibi
komşularımız ve uzak ya da yakın ama hepsi birbirinden candan akrabalarımız
vardı.
Bu derin hüzünler ve yaşlı bağırlarda kabuk tutmuş yaralar
gibi, dokunulduğunda kan akan hatıralar aslında ne ona özel ne de bu çağa.
Mekke’yi terk eden Nebi(sas)’in iç geçirerek:
-
“Beni çıkartmasaydılar, ben seni terk etmezdim”
deyişi.
Yıllar sonra, yine çıktığı gibi boynu bükük bir geri dönüşle,
hakim ve fatih olarak girdiği şehrinde, nereye konaklayacağını, evine mi gitmek
istediğini soranlara:
-
“Bize evden, barktan bir şey bıraktılar mı ki”
derken, kelimelere yüklenebilecek en ağır hüznün, sıcak kumları üşüttüğünü
hatırlayalım…
Mekkelilerle Medinelileri, aynı kandan gelen kardeşler kadar
birbirine yakınlaştıran kardeşliği ihdas eden sebep; muhacirliğin kimsesizliğini
ve hüznünü tamir edecek, yetim başı okşar gibi merhametle kucaklayacak tek yol
olmasıydı.
Uzaktan ensar ya da muhacir kelimelerini kullanmak ile,
bizzat yaşayarak ensar ya da muhacir olmak arasındaki fark; bir elma
fotoğrafını kemirmekle taze bir elmadan koca bir ısırık almak kadar büyüktür.
Bir ülkede yabancı konumunda olmak, kutuplardaki bedevi ya
da çöldeki eskimo olmak gibi bir şeydir. Bastığın yere ait olmama hissi,
tuttuğun ellerin, ya senden tiksindiğini hissetmek ya da bir menfaati için sana
uzandığını bilmek iğrençliği, aldığın nefesi bile düşünerek almak, sesini
yükseltmekten çekinmek, başını dik tutmaktan utanmak…
Çocukların, her yerde hayata 1-0 geriden başlamak zorunda
olmasına rağmen, ezikliğin tekmesiyle en hızlı koşan atlarla yarışıp,
yerlilerden daha başarılı olması da yeterli olmaz. Kafası karadır bir kere…
Ağzıyla kuş tutsa, suda yürüse, sırattan geçse de bazıları
için kafası karadır bu çocukların.
Suriyeli çocuk Türkiye’de, Türkiyeli çocuk Hollanda’da
sınavdan en başarılılar arasına girerek çıkabilir ama bu onu makbul vatandaş
yapmadığı gibi, makbul insan da yapmaya yetmez bazılarının gözünde.
Suçu adında saklıdır onun.
Şartlara bakılmaz, kişiliğine önem verilmez, becerisine ve
başarısına göre değerlendirilmez; adına bakılır.
Genellemeler mutlaka kötülere göre yapılır.
Hollanda’da 3 Türk ya da Faslı genç serkeşlik yaptıysa,
bütün Türkler ya da Faslılar kötüdür ve ülkeden gitmelilerdir!
Türkiye’de bazı Suriyeliler sınırları aşmış ve bizi
kızdıracak işler yapmışlarsa, bütün Suriyeliler kötüdür ve ülkeden
gönderilmelidirler.
Hollanda’da bu fikri savunanlara faşist, ırkçı ve hatta
islamofobi hastası gözüyle bakarız. Türkiye’de bunu savunanlarımızın çok
mantıklı gerekçeleri vardır ve kesinlikle ırkçı değillerdir.
Bu tuhaf dünyanın, bu garip hallerinin bir çaresi var mıdır,
bilmiyorum.
Her şeye rağmen, devam eden bir tahammül sürecinin varlığı
aşikar ve gerek Türkiye’deki Suriyeliler ve gerekse Hollanda’daki Türkler,
onlardan nefret edenleri haklı çıkaracak çok işler yapıyorlar.
Tek farkları belki de; Avrupa’daki Türklerin başları
sıkıştığında geri dönecekleri bir yurtları varken; Suriyelilerin geri dönecek
bir yurdu bırakın, bir hane konduracak toprak parçaları bile yok halihazırda.
Eminim ki; şartlar değiştiğinde, kendi yurdunda insan gibi
yaşama imkanı ortaya çıktığında, bu insanların çoğu yurduna dönecektir, dönmek
isteyecektir.
Bunu, 50 yıldır Hollanda’da ve her türlü sosyal imkan içinde,
sorunsuz yaşayabildiği halde, hala içinde bir ukde gibi duran Türkiye’ye dönme
arzusunu her fırsatta dile getiren bizim muhacirlerden biliyorum.