Çağımız bizden pek çok şeyi aldı. Yediklerimiz, içtiklerimiz
ve giydiklerimiz artık pek doğal değil. Bunlar bize çeşitli hastalıklar ve
çaresiz zafiyetler olarak döndü, dönüyor. Nesillerimiz ifsat oldu. Genlerimiz
bozuldu. Fıtratımızla oynuyorlar ve nihayetinde “Allah’ın yarattığını
değiştirmek” istiyorlar.
Bütün dertlerimize deva, hastalarımıza şifa ve evvelimizi ve
ahirimizi payidar eden, müstesna kaynağımız, vahyin satırlarla elimize geldiği,
her gün dilediğimiz kadar faydalanabildiğimiz, bitmez, tükenmez, kurumaz ve
bozulmaz bir delilimiz, kıstasımız, mihenk taşımız var ki, o da Kur’an’dır.
“Allah’ın yarattığını değiştirmek” isteyen şeytan ve avanesinin,
Allah’ın indirdiği kelamı Kur’an’ın metnini değiştirme umut ve ihtimali
olmadığını -biz ve onlar- çok iyi biliyoruz.
Son yüzyılda yaşadığımız kültürel yıkım sonrasında,
anlamakta zorlandığımız hatta çoğumuzun hiç anlamadığı, bir mukaddes metin
olarak hayatımızda var olan ama aslında olamayan Kur’an’ı idrak etmek için okuduğumuzu
anlamamız gerektiği en basit gerçektir.
Bu sebeple, Kur’an’ı anlamak için ortaya konan her gayret,
girişilen her iş hayırdır diyerek, destek olmak ve özellikle temel arapça
bilgisinin artık bir zaruret olarak görmek, hiç yanlış olmayacaktır.
Ancak, herkesin Kur’an’ı anlayacak kadar arapça öğrenmesi yakın
zamanda gerçekleşmesi muhtemel bir hedef değildir. Bu durumda anlama gayretlerimizin
bizi, kendi dilimizdeki tercüme ve tefsirlere yönlendirmesi gayet normaldir.
Kitap’ını anlamayı dert edinen her Müslümanın, kendi
imkanları ölçüsünde bir yol araması da kaçınılmaz sonuçtur.
Mesele şu ki; anlamak ve idrak etmek için tuttuğumuz ya da
tutacağımız yol, bizi hayra ve hakka götürmelidir. En azından baştan buna emin
olmak zorundayız. Aksi halde bal yerken zehirlenmemiz de mümkündür.
Geçmişte ve günümüzde, Kur’an üzerinden sapmalar olmuştur ve
olmaya devem ediyor. Belki de tamamen halis niyetlerle insanlar, Kur’an okuyor
ama dinlerinden oluyorlar.
Bu durumun tek sebebinin mealler olduğunu söylemek abartılı
olursa da; meallerin bu alanda bir kara delik oluşturduğunu söylemek
zorundayım.
Tefsir derinliğinden mahrum bir yaklaşımla ama hazırlayanın
bilgi ve teviline göre anlamlandırılan mealler, Kur’an’ın metnini birebir karşılayan kalitede dahi olsalar, manayı
idrak ve hüküm çıkarma hususunda, hiçbir yetki ve ilim oluşturmazlar.
Kur’an, anlaşılması için indirilmiş ve dil bilgisi sorunu
yaşamayan herkesin gayet rahat anlayabileceği bir kitaptır. Bunda asla şüphe
yok! Ancak kastedilen manayı idrak ve hüküm çıkarma noktasında, bir yetkinlik
ve bir alt yapı istediği de kaçınılmaz ve reddedilemez hakikattir.
Bu altyapı, sadece ilim değil aynı zamanda derin bir ihlas
ve hikmetleri kavrama gücü de gerektirir.
Bu konuda en çok bilinen örnek olarak
şu tefsir örneğini aktarmak belki bir fikir verecektir.
Kur’an’ın son nazil olan surelerinden, Nasr Suresi insanlara
okunduğunda sahabenin sevinciyle, Ebu Bekir(ra)’ın ağlayışının kaynağı aynı
ayetlerdir. Bir kısmının güldüğüne birisi ağlamaktadır. Ne onları güldüren ne
de bir kişiyi ağlatan manada ve tefsirde bir yanlışlık yoktur. O bu sureden,
Rasulullah(sas)’in ömrünün sonuna gelindiğini anlayacak hikmete sahiptir,
diğerlerinin o an idrak edemediği bir hikmettir bu ve bu bir tefsirdir. Mealle
asla anlaşılamayacak bir tefsir. İsterseniz bin defa Nasr Suresi’nin mealini
okuyun, orada bunu görebilmek için başka bir ilim ve hikmet gerektiği gerçeğini
göreceksiniz.
Yüzyıllardır her ilim sahibinin yeniden tefsir etmesiyle
tazelik ve hikmetleri bitmeyen Kur’an’ın, başka bir dile aktarılırken kaybolan
derinliklerini keşfetmek şarttır. Bunun da mealle olması mümkün değildir.
Sadece mealle yetinmenin bir başka büyük tehlikesi de;
yüzeysel tercüme ve anlam sığlığının vahyin büyük ve muhteşem manasını yok
etmesidir. Anlamından koparılan, karşılığı meali yazanın seçtiği kelimelerden
oluşan “ayetlerin”, gerek gönül dünyamızda gerekse amel hayatımızda bir karşılıkları
olmadığı hepimizin bildiği bir gerçekliktir.
Kur’an’ı anlamakta temel olan, vahyin bizzat kendisine nazil
olduğu Rasulullah(sas)’in ve O’ndan aldıkları usul ve terbiye ile Kur’an’ı
anlayan ve amel eden sahabenin, ardından gelen nesiller boyunca bu temel
üzerine bina edilen, hikmet ve hükümleri bilmeden yahut bir kenara koyarak,
sadece meale dayanarak yahut bu temelden yoksun bir tefsir uydurarak varılacak
yer, hakikat değil sapkınlık olacaktır.
Bir diğer tehlike olarak; Kur’an’ın bütünlüğünden mahrum
olarak herhangi bir ayetin mealini okuduğumuzda, kendimizce anladığımızı
sandığımız şeyin, Allah(cc)’in maksadı olduğunu zannetmek büyük bir gaflet
olur. Her ayet, kendi başına, anlaşılabilir özel bir mana ihtiva ettiği gibi,
sureler kendi içinde, surelerin içindeki bölümler kendi arasında, bazı
surelerin oluşturduğu bütünlük toplamında ve nihayetinde Kur’an’ın tamamının sünnetle
şekle bürünen, bir mana olarak anlaşılmasının zaruret olduğunu asla unutmamak
gerekiyor.
Kur’an’ın anlaşılmasında en değerli bilgi şüphesiz “esbab-ı
nüzul” olarak ıstılahımızda kayıtlara geçen ayetlerin iniş sebebidir. İşte
bahsettiğim şey, bizzat bu sebepleri yaşayan, ayetler kendileri üstüne inen
mübarek neslin idrakinden mahrum ve uzak bir anlam çıkartma gayreti temelsiz bina
gibidir ve bir nisyan, bir tuğyan yahut bir şeytani iğva ile yerle bir
olabilir.
Sadece ayetlerin çeşitleri hakkında bile yeterli bilgiye
sahip olmayan bazılarımızın, Kur’an’ı anlama iddiası gerçekten çok büyük bir
cürettir. Bunların varlığını bilmek ve haklarında yeterli ilme sahip olmamak, kendini
bilen her Müslümana yeterli bir işarettir.
Her şeye rağmen, Kur’an’ı anlama gayreti saygı duyulacak bir
derttir. Meramım derdin dermanını doğru yerde ve doğru şekilde arama zaruretini
hatırlatmaktan ibarettir. Öyle ya; bünyemizde bir ağrı olduğunda, hangi
hastaneye veya doktora gideceğimizi çok iyi araştırırız. Ne kendimiz teşhis ve tedaviye
kalkışır ne de kendimizi ameliyat ederiz. Bunu deneyenler intihar etmiş
olurlar. İntihar eden ise, dünyasını da ahiretini yıkar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder