28 Ağustos 2019

Mü’min, emin ve emanet insandır



İnsan, yalnız başına da hayatta kalabilir ancak bir hayat sürdüğünü söylemek için başka insanlara muhtaçtır. Toplumlar kurmak ve birbirine destek, köstek ve sair muameleler vesilesi ile diğer insanlarla münasebet kurmak ve bunu hayatının sonuna kadar devam ettirmek; bir hayat sürmektir, sadece hayatta kalmak değil.

İslam’ın inşa etmemizi istediği ve geçmişimizde örneklerini yaşadığımız toplumun da temel esası, kendi aramızda iyilikler ve kötülükler konusunda yardımlaşmaktır. İyiliklerin yayılması ve çoğalması, kötülüklerin engellenmesi ve yok edilmesi, belki de İslam sosyal hayatının en kısa özetidir.

Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, namazı kılar, zekatı verir, Allah'a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Muhakkak Allah yücedir, hakimdir. (Tevbe, 71)

Müslüman erkek ve karınların, tıpkı imtihana muhatap yani mükellef olma hususunda aralarında herhangi bir fark bulunmaması gibi; iyiliği emir, kötülüğü yasaklama, namazı kılma, zekatı verme ve tümüyle Allah’a ve Rasulü’ne itaat konusunda herhangi bir farkları ya da ayrıcalıkları yoktur.
Yine bu konuda her birimiz diğerlerinin desteğine ihtiyaç duyarız ki, bu da insan olmanın sonucu ve hatta nimetidir.

İnanmanın temeli ise emin olmaktır. Hem kelime hem mana olarak mü’min ya da mü’mine, emin olunan ve emin olan kişidir.

Kadınlar hakkında farklı olarak, onların bedeni zayıflıkları ve hissi hassasiyetleri sebebiyle, erkekler tarafından bu emniyete muhalif olarak incitilmelerini, zulme uğramalarını ve onurlarının çiğnenmesini engelleyici bir çok tedbir alınmıştır.

“Ve kadınlar konusunda size hayrı tavsiye ederim. Onların canları üzerinde hiç bir hakkınız yoktur. Onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın kelimesiyle helal kıldınız.” Veda Hutbesi’nde kadınlarla ilgili emanet kelimesinin geçtiği kısım kaynaklarımıza göre burasıdır ve her akıl sahibinin fark edeceği gibi burada bahsedilen eş olarak evlenilen kadındır.

Emanet kelimesini dilene dolayan bazı bahtsızların sandığı gibi burada kadını aşağılayan değil aksine, koruyucusu ve hesap sorucusu bizzat Allah olan ve bu sebeple ağır hassasiyet gerektiren bir emanetten bahsediliyor. Zira emanetin değeri sahibinin değeri kadardır.

Emanet ibaresinden hemen önce gelen “nefisleri/canları üzerinde bir hakkınız yoktur” kısmı özellikle cahiliye devrinde ve halen devam eden canı sıkıldığında kadınları öldürebilme cüretini engelleyen bir ifadedir. Cahiliye dün ne idiyse bugün de odur, şeytan ve hileleri geçen onca zamana rağmen ileri gidememiştir.

Neticede; kadınlar erkeklere karşı zayıflıkları sebebiyle, Allah’ın emaneti olarak korunmaya alınmış ve olası zulüm ve aşırılıklar kesin olarak yasaklanmıştır. Allah’ın emaneti olmak ilahi bir iltifattır ve kalbinde iman bulunanı memnun eder, erkeklerinse hassas davranmaları için dikkatlerini çeker.
Her vesileyle, bilmedikleri ve bilmemekle kalmayıp düşmanlık etmekten geri duramadıkları İslam; Allah’ın kadın ve erkek tüm kulları için mutlak adaletin, dünya ve ahiret saadetinin tek ve kesin yolu, sorunların yegane çözüm kaynağıdır.

Mükellef kılmakta bir fark koymayan İslam, suç ve cezalar konusunda da fark görmez. Zulüm ya da cinayetlerin, dini, dili ve ırkı olmadığı gibi, cinsiyeti de yoktur. Haramların da cinsiyeti yoktur; kadın yaptığında haram ve ayıp olan, erkek yaptığında da haram ve ayıptır.

Ne onların düşmanlığı, ne bizim cehaletimiz ve ne de alimlerimizin acziyeti; mübarek ve muhteşem fıtrat dini İslam’ın, dünya ve ahiret saadeti için vaz ettiği nizama gölge düşüremez. İslam nimeti için Allah’a hamd ederiz.

19 Ağustos 2019

Unuttuğumuz işgal ve dahası



Bundan çok değil 100 yıl kadar önce bu topraklar büyük bir işgal yaşadı. İşgalin nasıl bir şey olduğunu yaşayan nesil aramızdan çekileli çok oldu. Bizim gibi birinci ağızlardan dinleyenler de yavaş yavaş azalıyor.

Dedemin İngiliz esareti sonrası Yemen’den Antep’e yürüyerek dönüş hikayesini dinlemek çocukluğumun en efsane akşamlarını süslerdi. Sonra ninemin küçük bir kız iken Fransız ablukası altındaki Antep’e giriş-çıkış hatıralarını, köylünün erzaklarını düşmandan korumak için mağaralara saklamasını dinledim hep.

Ninem şöyle anlatırmış anneme:
“Açtık, yokluk vardı, kıtlık vardı. Antep’e alışverişe giderken Fransız kontrol noktasında aranıp geçerdik. Bir seferinde nöbetçi komutan bize jest yapıp, ekmek arasında haşlanmış et dağıtmıştı. Ne yapacağımızı bilmeden elimizde beyaz un ekmeği ve arasında mis kokulu sıcak et haşlama ile ilerledik. Onların bizi görmediği bir noktaya gelince annem; ‘etleri yol kenarına dökün ama ekmekleri yiyebilirsiniz’ demiş. Zira etlerin helal olmadığını düşünüyorduk. Ekmekleri de yemezdik ama çok açtık ve arpa ekmeğinden sonra beyaz un ekmeği çok güzel gelmişti hepimize…”

Adım adım işgal edilmişti şehir ve her köşede, her evin mağarasında örgütlenen bir direniş vardı.

Meşhur Şehit Kamil hadisesi sırasında Fransız askerlerine müdahale eden ve ele geçirdiği tüfek kendisine ganimet olarak hediye edilen Yılankırkan Mustafa’nın oğlu Abdulkadir’in şehit oluncaya kadar kullandığı silahı, henüz direniş başlamadan ele geçirdiği halde, götürüp direniş organizesini de yapan heyete teslim etmesi bunun işaretlerinden biridir.

Sadece Kamil değildir Antep savunmasının çocuk kahramanları; bir çok fedakar ve cefakar çocuk, o günlerde büyük vazifeler icra etmiş ve çoğu da bu yolda canlarını feda etmişlerdi.

İşgalin olduğu bir yerde, sadece erlerin değil eli silah tutan herkesin yapabileceği bir şeyler mutlaka olur. Eli silah tutmayanlar da, elleri neye yeter, güçleri neyi kaldırırsa o kadar direnişe destek verirler.
Cephe gerisinde sağlık hizmetlerinden tutun, silah ve cephane temini ve ulaştırılması gibi, savaşın can damarlarına kan veren büyük ve önemli görevleri, isimleri tarihe geçmeyen ‘küçük’ kahramanlar yerine getirir.

Antep savunması sırasında, cepheye erzak ve cephane taşırken bir değirmende silahsız olarak mahsur kalan ve Fransız birlikleri tarafından kurşuna dizilen 14 çocuğun adları bir kenarda kayıtlı durur. Şüphesiz onlar büyük kahramanların ardındaki küçük dev adamlardır. Onların cephane taşıdığı Şahinbey ve çetesi de zaten son ferdine kadar can verinceye kadar düşmana yol vermemiş yiğitlerdi.

Çocuklar ve yeni yetme gençler için işgal altında yaşamak, başlı başına bir travmadır. Bizim gibi uzun zamandır savaş ve yokluk görmemiş toplumlar için bunu anlamak pek kolay olmaz. Fakat geçmişimizde yaşananları biraz hatırlayınca bugün gerek Filistin gerekse Suriye gibi, acımasız ve dengesiz bir savaşın ve işgalin sürdüğü topraklarda, karşımıza çıkan akıl almaz eylemleri anlamak değil belki ama anlamlandırmak mümkün olabilir.

Bütün değerlerini kaybetmiş, ailesini ve en sevdiklerini kurban vermiş, mukaddes bildiği pek çok şeyi çiğnenirken görmüş bir çocuğun nasıl tepki verebileceğini varsın ruh bilimciler düşünsün. Fakat dünya bu çocuklara ettiklerini çekeceğinden emin olmalıdır. Bunlar sıradan ve uysal vatandaşlar olamayacaklar. En özel eğitimlerden ve terapilerden de geçirilseler, bir yanları hep eksik ve yıkık kalacak.

Bir gün, bir Filistinli çocuğu, elince basit bir bıçakla, tam tesisatlı ve eli tetikte asker grubuna saldırırken gördüğünüzde bunları hatırlayın. Bunlar normal çocuklar değiller ve olamayacaklar. Tıpkı dün bu topraklarda Fransız askerlerinin üstüne taşlarla saldıran bizim dedelerimiz gibi, bunlar da sonunu düşünmüyorlar. Bir hesap ya da planla yapılacak işler değil bunlar, tıpkı Kamil’in annesini müdafaa için süngülerin üstüne atılışı gibi…

Kimsenin bu çocuklar üzerinde bir hesabı olduğunu sanmıyorum, zaten o kadar düşük bir direniş profili direnmeyi de başaramaz. Bir halkın kurtuluş mücadelesi, çocukların omuzlarına, kadınların sırtlarına yüklenemez; yükleniyorsa düşer, yıkılır, kaybedilir.

Uzaktan davulun sesi değildir sadece hoş gelen; bir bombanın, bir savaş uçağının sesi, bir babayı kaybetmenin, annesizliğin acısı, kardeşini kurtarmak için toprağı tırnaklarıyla kazmak zorunda kalmanın çaresizliği ve en sevdiklerinin etlerini taşların arasından toplamanın şoku!

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var,
Akıl için son karar; saçlarını yolmak var.” (Necip Fazıl)

13 Ağustos 2019

Akıl ibadetlere müdahale edemez



Kurban meselesinde olduğu gibi, fetva olarak vacip veya sünnet hükmü verilen ibadetleri küçümsemek veya reddetmek -Allah muhafaza- dinden çıkartır. Bir ibadetin fıkıhtaki hükmü İslami teknik boyutunu gösterir ancak aynı konu İmani olarak mutlak bir kabul gerektirir.

Bu kesin ve keskin girişten sonra, anlamak isteyenler için genelde ibadetlerin hikmetleri üzerinden ama çoğunlukla akıllarına göre birtakım iptal ya da değiştirme girişimlerine kısa bir cevap vermeye çalışacağım.

İbadetlerin hikmetini anlamak değerli bir iştir, ancak şimdikiler ibadeti ortadan kaldırmak için bahane haline getiriyorlar. Kurban, ne et yemek ne yoksul doyurmak için kesilir. Ne İsmail bulmak zorundasın ne de başka bir şey; düz ve sadece Allah kurban kesin dediği için kesilir.

Aynı şekilde ibadetin sonucunda elde edilen dünyalık fayda da ibadetin sebebi ya da hikmeti değildir. Namaz kılan egzersiz yapmış, oruç tutan sağlıklı kalmış olabilir ama bunlar ibadetin sebebi ya da hikmeti değil faydasıdır. İbadetler Allah emrettiği için ifa edilir.

Dünya kurulalı beri Allah’ın dini ve emirleri hep birileri tarafından çarpıtıldı ya da istismar edildi. Ama bu da imtihan dünyasının bir gerçeğidir ve asla ibadetlerin sorgulanmasına bahane edilemez. Hiçbir ibadet; kaldırılamaz, değiştirilemez, sorgulanamaz, hafife alınamaz.

Din dediğimiz şey tam olarak budur. İsteyenin kafasına göre değiştirdiği, hoşuna gidenleri yapıp kafasına yatmayanları attığı, zevk ve yaşantısına dokunmayan, duygularını incitmeyen, etliye ve sütlüye karışmayan şey, iman edilen bir din değil oyuncak edilen bir efsane olur.

Kurban için yapılan “kendi İsmail’ini bul, onu kes” yorumu tuhaflıkta ilk sırayı alır herhalde. Safa ile Merve arasında say yaparken oğlumuza su mu arıyoruz, Mina’da şeytan taşlarken şeytanı mı görüyoruz? Sembolleşen imtihanlardan ibadet menasikine dönen şeyler bunlar.

Hep bu edebiyatçı tayfa yaktı insanların beynini ve akılcılara ibadetlerin hikmeti sandıkları konuları bir şekilde aşma ihtimali verdiler. Hayır efendiler, kıyamete kadar o koç kurban edilecek, siz beyin lüksünüzü alternatif üretmek için boşuna yoruyorsunuz.

Kafanıza yatmayan ibadetleri değiştirme ya da değiştirilmesini teklif etme hakkınız ve yetkiniz bulunmuyor. Bu dine iman ediyorsanız bu ibadetleri kabul edip, ifa edeceksiniz. İnanmıyorsanız da saygı duyacak ve sesinizi kısacaksınız. Hani o meşhur inanç hürriyetimize saygı kapsamında susacaksınız.

Dinimiz ya da ibadetlerimizle alay edenler, saygı duyulma haklarını kaybederler. Dinimizi ya da ibadetlerimizi değiştirme veya iptal etme gibi saçmalıklara tevessül edenler bu dinden olma sıfatlarını kaybedeler. Görecekleri muamele de buna göre olur.

Kurban şöyle de olur, oruç bu şekilde olabilir, namaz olmasa da olur diyenlere verilecek tek cevap vardır: Bu din inananlara hitap eder, kendinize başka oyalanacak bir şeyler bulun…

09 Ağustos 2019

Bayramlaşmak: Neden ve Nasıl?


İslam’ın bize vahiyle bildirilip tamamlanmasının üzerinden çok uzun bir zaman geçti. Rasulullah(sas)’in ahirete irtihali ile kesilen vahiy ve sünnet süreci, sahabenin uygulamaları ve onlardan neşet eden fetvalarla gelişerek günümüze kadar geldi.

Bu konu elbette bir yazıyla özetlenebilecek kadar basit veya küçük bir hadise değil. Bu yüzdendir ki, yüzyıllardır devam eden bir ilim aktarımı ve İslam eğitimi gerçeğimiz var. Bu süreçte ortaya çıkan ve her biri başlı başına bir deryaya dönüşen birikimlerin sadece isimlerini saymak bile bir marifet sayılabilir.

Bütün bu devasa ilmin temelinde yatan ve aslında hedefinde de bulunan tek ve büyük maksadımız ise, Allah(cc)’in rızasını kazanmaktan ibarettir. İslam tarihi boyunca gerek kendimize gerekse diğer milletlere yaptığımız bütün iyi işlerin maksadı budur. Korkumuz ve gelecek nesiller için endişemiz de bu maksadı kaybetmelerinden ibarettir.

Bayramlarımız da bu maksadın içerisinde yer alan ve hicretin 2. yılından bu yana idrak etmekle sevindiğimiz Ramazan ve Kurban bayramlarıdır.

Ramazan bayramı diğer ve asıl adıyla Fıtre bayramı; oruçların tutulması, mağfiretin celb edilmesi, fitrelerin ve zekatların verilmesi neticesinde elde etmekle iftihar ettiğimiz ecrin kutlamasıdır.

Kurban bayramı ise; haccın eda edilmesi, vakfelerin icrası ile edilen duaların kabul olunmasının müjdesi, kurbanların kesilmesiyle günahlardan kurtulmanın müjdesi ile sevincin kutlamasıdır.

Her iki bayramımızda da sevincimizin ana sebebi, Allah(cc) için yapılan amellerimizin kabul olunup, günahlarımızın affedilmesidir. Bayram, Allah(cc) rızasını elde etme umudunun adıdır.

Şeker veya tatlı yemekle, et yemenin de elbette sevinilecek, lezzet alınacak bir yanı vardır. Ancak bunlar için bayram etmek, üstün insan fıtratına da İslam’ın üstün itikadına da uygun değildir. Tatlı ve et için hamd eder, şükrederiz. Bayram etmemiz çok daha büyük bir sevinçten dolayıdır. Olsa olsa akıl ve idraki büyümemiş çocuklar şeker ve et için bayram ederler.

Rasulullah(sas)’in, Ramazan bayram günü evinden çıkmadan hurma yediğini ve bundan kaynaklanan bir tatlı adetinin sünnete uygun olduğunu belirtmekte fayda var. Aynı şekilde Kurban bayram günü ilk yediğinin kurban eti olması da mümkünse taklit edilmesi faziletli bir sünnet olarak kaynaklarımızda kayıtlıdır. Bu sünnetin günümüzde zor olsa da yakın geçmişte uygulandığını yaşı yetenler hatırlayacaktır.

Salih bir amel işlemiş olmanın ve gerek Ramazan’da gerekse Kurban’da bu ameller sebebiyle affedilmiş ve rahmete muhatap olmuş olmanın sevinciyle, “Allah, bizden ve sizden kabul buyursun” şeklinde tercüme edilebilecek, sünnette yer alan ve sahabenin de uyguladığı bir bayramlaşma ifadesi bize bayramın ana sebebini de anlatır.

Bundan sonrası artık adetlere ve bölgelere göre değişen, farklı ancak helal eğlence şekilleriyle bayramların geçirilmesi de yine sünnete uygundur yani dinen caizdir. Özellikle çocukların bugünlerde eğlenmesi, zihinlerinde İslam kültürünün yer etmesi bakımından çok önemlidir.
Zamanına gelince; arefe günü ile başlayan bir bayram havasını teşrik tekbirleri ile idrak ederiz. Bu bazılarımıza göre bayramlaşma için de bir işaret olsa da asıl ve sünnete uygun olan, bayram namazının kılınmasından sonra bayramlaşmaktır.

Özellikle, kendileri bir an önce tatillerine çıkacaklarından dolayı, bayramlaşmayı bayramdan önce icra edip, dostlar bayramlaşmada görsün hesabı yapanların bayramla münasebetleri o kadardır. Bunu yapan kurum ve şahısların merasimlerine katılmamak bugün için değerli bir duruştur. Madem Müslümanların bayramlarına o kadar değer veriyorlar, bir zahmet hiç değilse bir günlerini bu işe ayırma zahmetinde bulunsunlar.

İslami bayramların resmi tatile dönüşmesi maalesef bir yozlaşmanın da önünü açmış bulunuyor. Elbette günümüz şartlarında, bayramlaşmak ve hele de akraba ziyaretleri gibi önemli vazifelerin icra edilebilmesi için bir tatil ihtiyacı aşikardır. Ancak bayramın bir tatil sebebinden ibaret görülür hale gelmesi bir kayıptır, hem de büyük bir kayıp.

Bayram namazından sonra bayramlaşma umuduyla…

31 Temmuz 2019

Kaypak zeminde ayakta kalmak


Düz bir yolda herkes yürür; marifet, engebeli yolda sorunsuz yürüyebilmektedir. Başarılı bir belediye çalışması sonucu yapılmış, gayet kaliteli bir kaldırımda herkes yürür; mesele, kaldırım olmayan yerlerde doğru yerde yürüyebilmektedir.
Sert ve kuru bir zeminde herkes yürür; beceri, buzlu ve kaygan bir zeminde sadece ayakta kalabilmek değil yürümeye devam edebilmektedir.
Hayatın imkan ve şartlarının lehine olduğu bir ortamda herkes yaşar; marifet, ölümün kol gezdiği zamanlarda, hastalıkların, savaşların ve acıların ortasında yaşamaya devam edebilmektedir.
İnancın ve adaletin payidar olduğu bir toplumda herkes adil ve emin bir insan olarak var olmayı başarabilir; zor olan, şirkin ve zulmün gündelik hayatın parçası haline geldiği, hırsızlık ve haksızlığın sıradanlaştığı bir düzlemde var olabilmektedir.
Ayaklarının bile seni dinlemediği, aklının başını alıp gitmek istediği, dizinin tutmadığı, gözünün emniyet ve tehlikeyi ayırt edecek kadar göremediği, alaca karanlık bir puslu anda; bastığın yerin diken mi gül mü olduğunu bilemediğinde, buz mu beton mu anlayamadığında, tuttuğun elin dost mu düşman mı olduğunu hissedemediğinde, yoldaşlarının yolcu mu hancı mı olduğundan şüphe ettiğinde, işte tam o saçma sapan anda, yere sağlam basabilmek ve ayakta kalabilmek ve varlığını, fikrini ve inancını koruyabilmektedir marifet!
Ardında seni kollayacak etkili ve yetkili, güçlü ve varlıklı birilerinin olmadığı devirlerde, hakikatin savunulmasının meziyet değil aptallık görüldüğü ortamlarda, fıtratına sahip insan olmanın aşağılandığı toplumlarda, fikir sahibi olmanın ve bir dava gütmenin deve çobanlığından aşağı görüldüğü meclislerde, imanını muhafaza etmek ve avucunda taşımaya devam edebilmektedir marifet!
Ortamlarda, kanaat önderlerinin ve abilerin, ileri gelenlerin ve öne geçenlerin; her şeyi hoş görmeyi din edindiği, dini hoş görme mekanizmasına dönüştürdüğü, sonra o makinanın başına oturduğu ve insan öğüttüğü camialarda, diri ve iri bir iman tohumu taneciği olarak sağlam kalabilmektedir marifet!
Herkesin akıllı olduğu zamanda deli sayılmaktadır marifet!
Bu kaypak zeminde ve bu kaypak zamanda ve kaypak toplumda, ayakta kalabilmektedir marifet!

27 Temmuz 2019

Göç dünyanın kanunudur


Hayatın sahibi Allah(cc)’in kanunlarını koyduğu bir hayat sürüyoruz. Doğum ve ölüm arasında geçecek sürenin bazı noktalarında irademizle bazı detayları değiştirme hakkımız olsa da, geldik ve gidiyoruz bu dünyadan. Gelip kalan olmadı hiç, olmayacak, olamayacak.

Dünya, konanın göçtüğü, gelenin gittiği bir durak, bir konaklama yerinden ibaret. Bütün süsüne, nimetlerine ve aldatan lezzetlerine rağmen; geçici, bitici, yok olucu bir süreç. Sonunda asıl hayata, buradan sonrasına, ahirine hazırlanılan ve güç toplanılan bir kamp yeri.

Geldik, yedik, içtik, oynadık, eğlendik, ağladık, üzüldük derken; bitiverecek ve hiç yaşanmamış gibi ya da bir gün hatta daha az yaşanmış gibi olacağımız, aslında ahirete nispetle çok ama çok kısa bir devran dünya.

Dünyanın kanunlarındandır, kimse kalıcı olamaz burada; kuşlar göçer, geyikler de, kartallar bile göçer hatta aslanlar da. İnsanlar da göçer, sadece ölüm değildir göç, mekan mekan dolaşır dururuz. Birileri için ekmek kaygısı iken, birileri için ise davet ve tebliğ yoludur göç. Öyle ya; insanlığın yüzakı, alemlere rahmet Rasulullah(sas) de göç etmişti. Bütün peygamberler gibi…

Dünyaya çok alışılmaması bir terbiye metodudur bizim anlayışımızda. Çok bel bağlanmaz dünyaya, çok kalıcı imiş gibi yaşanmaz ama ardından gelecekler de hesap edilir. Nesillere temiz bir dünya bırakılmak istenir; şirkten ve her türlü pislikten arınmış bir dünya bırakmak bir nevi davasıdır erdemli insanların. Şirk, insanlığın fıtrat onurunu çiğneyen her türlü anlayışın en tepesi ve sembol adıdır.

Dünyadan nasibimize düşen mekanları vatan ediniriz, insanız ve buna ihtiyaç duyarız. Korunaklı ve emniyetli bir yerde yaşamak arzumuz, fıtratımızdandır. Ancak bazen işler istediğimiz, beklediğimiz gibi gitmez. Yaşadığımız topraklar bize zindan olur. Gerek coğrafi şartlar, gerekse siyasi sebeplerle ortaya çıkan savaş ve benzeri çekişmeler yaşadığımız yerlerden ayrılmayı, göç etmeyi ve yeni yerleri vatan ve yurt edinmeyi gerektirir.

Dünya tarihi hakkında ortalama bilgisi olan herkes bu gerçeği bilir. Kendi ırkımız bazında bildiğimiz çok daha fazladır. Türklerin Orta Asya steplerinden Anadolu topraklarına göç ettiklerini ilkokul seviyesinde öğrendik hepimiz.

Bu ve benzeri büyük göçler birkaç yılda ya da birkaç nesilde gerçekleşmeyecek kadar büyük ve kapsamlıdır. Yollar boyunca bazı bölgelerde kalanlar olsa da, dönüp dolaşıp büyük çoğunluğu Anadolu’da karar kılmış ya da şartlar bunu gerektirmiştir.

Yakın geçmiş diyebileceğimiz son 2 yüzyılda, devletimizin zayıflaması ve yurt edindiğimiz toprakların şirk ve zulüm ile dolması neticesinde ortaya çıkan zulümlerden kaçan milyonlarca insan, göç ederek Anadolu’ya sığındılar.

Dünya müstekbirlerinin aleme hükümdar olduğu ya da bir başka deyişle eşkıyanın dünyaya hükümdar olduğu bu devirde, insanlık acılardan ve zulümlerden sürekli kaçmaya çalıştı ve hala kaçıyor. Bu dünyayı saran ve sarsan gidişatın bizi etkilememesi düşünülemezdi.

Yakın ya da uzak coğrafyalardan hala pek çok insan göç ediyor. Zaman zaman dünyanın geçiş noktasında oluşumuz sebebiyle gururlanırken, işin bu yönü ile de yüzleşmek durumunda kaldık. Tam da bu göçle yüzleştiğimiz ve bunu bir sorun olarak gördüğümüz anda unutmamamız gereken değişmez gerçek, dünyanın kimseye yar olmadığıdır.

Yaşadığımız topraklar bugün bizim, dün değildiler, yarın kimlerin olacak bilemeyiz. Çok uzun ve meşakkatli bir seferin sonunda, nesiller boyu süren mücadeleler neticesinde konduğumuz, bu topraklar Allah(cc)’in mülküdür ve biz sadece O’nun kiracıları gibiyiz. Dilediği zaman bize kapıyı gösterir. Fert ve toplumların kaderi O’nun elindedir. Ecelin vaktini O bilir ve o vakit geldiğinde ertelenmez.

Endülüs, 800 yıldan fazla bizimdi, artık değil. Sırplar Niş’i istediklerinde; “bari İstanbul’u isteseydiniz” diyecek kadar Niş bizimdi, artık adını bile unuttu nesillerimiz. Örnekleri çoğaltmak tarih bilgimize kalmış ama bu gerçek ortada öylece duruyor.

Yaşadığımız ve vatan edindiğimiz toprakların hakkını vermek durumundayız. Bizden önceki nesiller bu hakkı ödedikleri için biz bugün buralardayız. Bizden sonrakilerin de buralarda yaşamaya devam edebilmesi için ödenmesi gereken bedel bizim vazifemizdir.

Biz her birimiz birer göçmeniz; annelerimizin rahimlerden dünyaya, dünyadan da ahirete devam eden göçümüzün dünya durağındayız. Kimse baki kalmayacak, oyalanıp gideceğiz. Geride kalacak bir güzel hatıradan değerli bir şey bırakmayacağız.

Velhasılı kelam; göç dünyanın kanunudur, göçmenlik insanın kaderi hatta varlığın kaderidir. Baki olan yalnız Allah(cc)’dir…

23 Temmuz 2019

Dünya huzurunun sırrı


Karga kendi yürüyüşünü beğenmez ve değiştirmek için bir örnek ararken serçeyi seçer. Serçe gibi zıplamak çok havalı gelir ona ve denemeye başlar.
Fıtratın zıddına hareket ederek elde edilecek bir güzellik olmadığını anladığında ise, iş işten geçmiştir. Karga kendi yürüyüşünü unuttuğu gibi serçe gibi yürümeyi de becerememiştir. Ortaya ne olduğu belirsiz bir yürüyüş çıkar.
O gün bugündür, hayvanların en çirkin yürüyeni kargadır derler, ne normal yürüyebilir ne de zıplamayı becerebilir.
Kendin kalabilmek insan için ve insanlık haysiyeti için, olmazsa olmaz bir meziyettir. Bu her alanda böyledir de, en çok sosyal yaşam biçiminde, davranışlarda ve insan ilişkilerinde kendin kalabilmek gerekir.
Tabi, kendin kalabilmek için önce bir kendin olabilmek gerekiyor. Kendi olamayan, başkalarının taklidiyle, özentisiyle kendini ifade edebilen, özünü ve sözünü kaybetmiş birinden en fazla taklitçi bir eşkıya olur.
Eşkıya olur; zira kendini bilmeyenin Rabb’ini bilmesi de muhaldir. Rabb’ine asi olanın, O’nu tanımayanın insan fıtratını değiştirme gayreti, insan onurunu çiğnemede rahatlığı ise ancak eşkıyalıktır.
Önce kendinin kim olduğunu tespit ve tayin etmek, sonra da o bildiğin, kabullendiğin ve olmak istediğin, kendin olmayı gerçekleştirmek için gayret sarf etmek gerekir.
Hayatta ki, en üstün başarı ve beceri kendini bulmak ve kendin olarak kalmaktan ibarettir.
Bugün bizim fert ve toplum planında en çok sıkıntı çektiğimiz nokta; olmak istediğimiz kendimiz ile olan arasındaki farkın açıklığıdır, maalesef…
Gönül huzuru yahut dünyada elde edilebilecek en büyük saadet; kişinin kendinden memnun olması, olduğu ve durduğu yerin içine sinmesi, olmak istediği kişi olması, yaşamak istediği hayatı yaşaması ve neticede ölmek istediği gibi ölebilme umududur.
Bazı şeyler vazgeçilemezdir. İnsanın yaratılışından sahip olmaya mecbur hissettiği ihtiyaçları bunların başında gelir. Canın, malın, aklın, neslin ve dinin korunması gibi mecburiyetler bunların temelidir. Bunlardan birisi tehlikedeyse insan asla kendi olmayacaktır. Kendi kalamayacaktır ve kendi olarak ölemeyecektir.
Gözü açık gitmek denilen şey, belki de tam olarak budur!
Birtakım sebeplerle pek çok insan bu temel ihtiyaçlardan veya mecburiyetlerden mahrum olur, engellenir ya da bunlar çiğnenir. Çaresizlik ve güçsüzlük işte bu anlarda insanı yıkan, dünyasını tarumar eden bir hal alır.
Canını, malını, neslini ve dinini korumayan insanın aklını yitirmesi işten değildir. Akılsızlık ya da meşhur adıyla cinnet, insandan bir vahşinin ortaya çıkışına sebep olur.
İnsanın gerçek kimlik ve kişiliğini tanımanın ya da en doğru anlamanın yeri ve zamanı, işte bu fıtri ihtiyaç ve zaruretlerinin yerine geldiği andır. Orada içindeki gerçek kendisi ortaya çıkar, ya asi bir canavar ya da muti bir efendi.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...