22 Şubat 2021

İyi olmak ve iyi kalmak

 Modern zamanların, gelişmiş şehirlerin ve kapitalist hayat şartlarının, hemen herkesi ve her erdemi sıklıkla ve ciddi şekilde sınadığı, iyi olmanın ve iyi kalmanın her zaman zor olan pratiğinin, artık daha da zor olduğunu hepimiz, hemen her gün duyduklarımızla ve gördüklerimizle daha iyi anlıyoruz.

Devleti için iyi vatandaş, şehri için iyi hemşeri, işi için iyi usta, tanıdık ve komşuları için iyi biri, ailesi için iyi bir anne, baba, eş, kardeş veya çocuk olmak ve bunu bir süreliğine ya da bir mekana has kılmadan hayatın tamamında bir standart olarak yaşamak, herhalde bugünlerin en değerli mücevherlerinden biridir.

Afrika’nın batılılar tarafından sömürülen zengin elmas yataklarında değil, Anadolu’nun altı ve üstü verimli topraklarında, Gaziantep’in tarihi ve güncel olarak yeryüzünde doldurduğu boşlukta, cadde ve sokaklarında, okul ve fabrikalarında, ev ve işyerlerinde aramak ve bulmak zorunda olduğumuz mücevher; iyiliktir.

İyilik; büyük kalabalıkların uyum içinde yaşadıkları bir ortamda, birilerinin düzeni bozduğu anda, kahir ekseriyetin iyi olduğunu ve iyilikten yana olduğunu unutmamakla başlar. Çünkü çokluk ve destek hissi, en çok iyiliğe lazımdır. En çok çoğaltılması gereken, dillendirilmesi ve sesine ses katılması gereken şey, iyiliktir.

Bütün bir şehrin, bir gün toplanmasa burnumuzun direğini yıkacak olan çöplerini her gün düzenli olarak toplayan belediye çalışanlarının, bir yerde bir çöpü unutmasını, bütün bir koca temizlik hareketini yok sayacak kadar büyütmek; kibrit çöpünü gözüne ardındaki yemyeşil ormanı göremeyecek kadar yaklaştırmak gibidir.

Her dört kişiye bir aracın düştüğü Gaziantep’te sabahtan akşama hatta neredeyse 24 saat hiç durmadan akan trafiğin bir yerlerde birileri tarafından sabote edilmesine takılıp, her şeyi ve herkesi yanlış saymak, hatalı bilmek yine aynı şekilde; büyük kalabalıkların düzene ve kurallara uyarak oluşturdukları intizamı inkar etmek, bir bakıma nankörlük olur.

İnsanız tabi; kilometrelerce hiç sarsılmadan kat ettiğimiz yolun bir yerinde bir çukura ya da çıkıntıya rastladığımızda, bütün güzergahı o yarım metrelik bozukluktan ibaret sayarız. Bu hem kendimize hem de ilgilerine adalet değildir.

İyi giden onca şeyin arasından sürekli yanlışları ve kötüleri görmek, biraz da gözlerin ya da bakışların artık bir sebeple kırıldığını gösterir. Kırık bakış ise, düz olanı eğri, yamuk olanı normal görmek gibi bir yere giden ilk kapıdır.

Birkaç kişinin bozabildiğini düşündüğümüz düzen ve kuralların, yine birkaç kişinin ihtimam ve hassasiyeti ile güçleneceğine de inanmak durumundayız. Herkesin çiğnediği bir kurala benim uymamla değişecek olan, sadece benim gönül huzurum ve vicdani rahatlığım değil; bir yerde, her güzelliğin başlangıç noktasının tek bir kişi olduğunu gösterecek, iyi bir adımdır, iyilik için bir adımdır.

Herkesin çöpünü attığı sokak ortasına ya da kuytu bir köşeye çöp atmak; sürüye uyarak uçurumdan atlamakla çok benzer bir davranış biçimidir. Erdemli insan için doğru ya da yanlışın ölçüsü kalabalıkların yapması ya da yapmaması olamaz. Bir hareket doğruysa doğrudur ve başkalarının yapmaması onu yanlış durumuna düşürmez. Bir yanlış ise; bin kişi de işlese yanlıştır ve bir tek kişinin reddetmesi ile o yanlışın sonu başlamış olur.

İyi insan olmanın ilk adımlarından biri, sürüye uymamaktır.

İyi kalmanın ilk adımı ise; doğruya yanaşmayan ve yapmayanların, küçümseme ve kınamalarına aldırmamaktır.

Hiç unutmadığım bir hatıramdır. 90’lı yılların sonunda bir yaz tatili sebebiyle bulunduğum Gaziantep’te eniştemin arabasıyla şehir merkezine gidiyorduk ve direksiyon bendeydi. Hala aynı yerde bulunan meslek lisesinin önündeki ışıklara geldiğimizde kırmızı yandı ve doğal olarak durdum. Bir anda arkadan bir korna kıyameti koptu. Bağırtılar da geliyordu ama konuyu anlamadığım için aldırmamıştım. Yanımdaki yeğenime ne oluyor diye sorduğumda aldığım cevap hala bugün gibi hatırımda. Neden durduk diye bize kızıyorlarmış. Ama kırmızı dedim. Kimsenin aldırmadığını o gün öğrenmiş oldum. Ama yeşil yanana kadar hareket etmedim.

Tabi sonraları, işin içine kameralar ve gerçekten kurallara uymanın trafikte rahat seyahat etmenin ilk yolu olduğuna inanan insanlar çoğalınca işler değişti. Son durumu hepiniz biliyorsunuz.

İşte o kavşaklarda kırmızı ışıkta durmak için kamera var mı diye kontrol etmek, uyanıklık değil maalesef ilk önce kendine sonra şehrine ve insanlarına saygısızlıktır. Başında sopa ile yola gelmek erdemli bir insan davranış biçimi değildir!

İyi olabiliriz, iyilikleri çoğaltabilir ve kötülükleri azaltabiliriz. Şehrimize baktığımızda yanlışları görüp onlara uyarak elde edeceğimiz şey, ne bizi ne de bizden sonraki nesilleri mutlu etmeyecektir.

Bütün iyilikler ve iyilik hareketleri bir tek kişinin attığı ilk adımla başlamıştır.

17 Şubat 2021

İyi işleri takdir etmek

İstisnalarımız dışında pek çoğumuz, hayatın iyi yanlarını ve insanların iyiliklerini görmek ve takdir etmek konusunda sınıfta kalıyoruz. On tane doğru iş yapan birinin tek yanlışında kötü adam ilan edilmesi gibi, yüzlerce iyi hizmetler yapmış bir yetkili de ilk yanlışında itibarını kaybedip, gözlerden düşebiliyor.

Ülkenin ve şehrin imkanlarını, maddi ve manevi dinamiklerini, insan ve coğrafya kaynaklarını göz önünde bulundurarak; yapılan işlere ve sunulan hizmetlere bakmak, adalet ve denge ile değerlendirmeler yapmak, doğru ve iyi işleri takdir edip, yanlış ve kötü işleri tenkit etmek gibi, sıradan ve olması gereken davranış biçimini, bazen kişisel bir zaaf bazen de politik hesaplarla, yapmıyor oluşumuz bizi daha erdemli ve değerli kılmıyor.

Tam aksine; taraftar olanların yanlışları doğru bir dille söylemesi kadar, muhalif olanların doğru işleri samimi bir dille takdir etmesi erdemlerin en değerlilerindendir.

Körü körüne taraftarlık ya da yobaz bir muhalefet, ne şahsa ne şehre, ne ülkeye hayır getirmeyecektir.

Bir başka engelli yanımız ise; kendi siyasi çizgisinden olduğu ve insanlar önünde boy boy pozları birlikte verdikleri halde, iş doğru ve güzel işlerin takdirine gelince, muhtemel iç rekabet ya da kıskançlık hatta kin ve nefret gibi yanlış duygularla, samimiyetini ve dava edindiği hakikatleri bir kenara bırakarak, gözlerini kapatan, dilini tutan yaklaşım tarzıdır.

Biz sıradan vatandaşları, kimsenin politik hesapları ve çekişmeleri direkt olarak ilgilendirmiyor. Belediye başkanlarının ya da diğer siyasi yetkililerin, birbirlerine yaklaşımlarının arka planlarını bilmek, siyasi hesaplarını tahmin etmek gibi mecburiyetlerimiz yok. Biz perde önünde oynanan oyunu seyrediyor ve sahnede rolünü yaparken, rol arkadaşına çelme takmaya çalışanları da bir kenara kaydediyoruz.

Biz ortaya konan icraatlere ve bize sunulan hizmetlere bakarız. Sizin iç çekişmelerinizi bilmez ve yapılan doğru ve güzel bir işi neden takdir etmediğinizi anlayamayız.

Gerek ülke gerek şehir bazında, herhangi bir yetkilinin gelecek yıllar boyu halkın faydasına olacak bir işi başarmış olması bizi kendimiz ve gelecek nesillerimiz adına sevindirir. Yapanın bundan ne gibi politik menfaatler temin edeceği, istikbaline etkisini düşünmek ise bizim işimiz değildir.

Bir başkan bir şehre 50 yıl sonra bile yetecek bir su projesini başarmış ve hizmetimize sunmuşsa, bunun takdir edilmesinden başka bir yol yoktur. Ya da bir diğeri, ülkede görülmedik çapta bir sosyal belediyecilik örneği sergiliyor ve standart belediye hizmetlerinin üstüne bunları ekliyorsa, onu tebrik etmekten geri durmanın alemi yoktur.

Bu insanlar, öyle ya da böyle bir müddet sonra siyasi sahneden çekilecekler ve geriye bıraktıkları eserleri kalacaktır. Ne kendilerinin ne de yakınlarının bu hizmetlerden faydalanma oranı, bütün bir ülke ya da şehir düşünüldüğünde lafı bile edilemeyecek kadar basit ve küçüktür. Hatta 50 yıl sonra bugünün kudretli başkanları, büyük zenginleri, siyasi otoriteleri hayatta bile olamayacaklar, olsalar da bırakın siyasi hayatımızı etkilemeyi, belki kişisel hizmetlerini bile kendileri yapmaktan aciz ihtiyarlar olacaklardır.

Yaptıkları doğru ve güzel işler ise bu ülkeye ve bu şehre hizmet etmeye devam edecektir. İnsanlar onu yapanı unutsalar bile, sunulanlardan faydalanmaktan geri durmayacaklardır.

Bu yüzden, belediyelerin yaptıkları doğru ve güzel işleri takdir etmekten korkmamak gerekiyor. Bunu yapmak ne bizi suçu ya da bucu yapar, ne de devranın gidişatını değiştirir. Aksine, verilen hizmetlere nankörlük etmemek gibi bir erdeme sahip olduğumuzu gösterir.

Takdir etmek erdeminden mahrum olanın tenkitlerini neden dikkate alalım?

Hiç kimse ne tamamen saf bir iyilik abidesidir, ne de külliyen bir kötülük heykeli. Yine hiç kimse, bir yanlışla yok sayılamayacağı gibi, hiçbir yanlış da gözden kaçırılacak kadar önemsiz değildir. Bütün mesele, adalet ve denge ile yaklaşmak, doğru ve güzeli kapladığı yer ve ağırlığına göre takdir etmek, yanlışı ve kötüyü de, kirlettiği yer kadar tenkit etmekten ibarettir.

Neticede, bu ülke ve şehir bizim ve biz burada yaşıyoruz. Daha güzel bir memlekete sahip olmayı samimiyetle istiyorsak, duruşumuzun adil ve erdemli olması gerekiyor.

 

 

31 Ocak 2021

Ortak yaşam kültürünün ihyası

Toplumların genel huzuru ve güveni, bütün kamusal araçların varlık sebebi olduğu gibi; idareyi temsil eden fert ve kurumların, her an, her yerde ve herkesi denetlemesi, gözetlemesi şeklinde bir insanüstü aşamayı gerçekleştirme şansı bulunmuyor.

Dünyanın farklı ülkelerinde, metropollerin denetlenmesi ve şehir sakinlerinin ve ziyaretçilerin düzeni bozmadan, birbirinin hukukunu ve meri kuralları çiğnemeden hayatlarını idame ettirmeleri amacı ile, gerek teknoloji gerekse insan gücünün her türlü imkanından faydalanıldığına dair birçok örnek görmüş, duymuş veya okumuşuzdur.

Her köşeye bir kamera sistemi monte edebilir, görevli bütün personeli 24 saat mesai ile sürekli sahada tutabilirsiniz ama insan denen varlık, mutlaka bir kaçamak, bir gözden ırak nokta, bir yol bulacak ve kurallara uymamayı, kanunları çiğnemeyi başaracaktır.

Zaten, dünyanın hiçbir devrinde, hiçbir idari sistem ya da mekanizma altında, mutlak ve kesin kontrol sağlanamamıştır. Ancak halkın çoğunluğunun düzene tabi olması, kurallara uyması ve kanunlara riayet etmesi, genel görünümün göstergesi olmuştur.

Kaldı ki; görevliler de kurallara aykırı hareket edebilmekte ve kendilerine verilen yetkileri istismar edebilmektedirler. Yani görevliyi de denetlerseniz, onu denetleyeni de, denetleyenleri denetleyeni de ve sürekli devam eden bir döngüye girebilirsiniz. Bu devlet mekanizmasıdır aslında ve en tepeden başlayarak en alttaki memura kadar, denetleme ve kontrol zincirinin sağlamlığı kamu gücünün en değerli yanıdır.

Fertlere gelince, gerek bizzat düzenin korunmasından sorumlu olanlar, gerekse en alakasız ve kenardakiler için değişmeyecek asıl ve mutlak denetleme organı aslında herkesin kendi vicdanıdır.

Artık insanların inançlarıyla ilgili kesin yargılardan uzak durmak zorunda kalıyoruz. Zira inancının çok sağlam olduğunu ve kendi dinine uymayan, hele de bir başkasının hakkını çiğnemek olan davranışları, pek düşünmeden hatta rahatlıkla yapan insanlar görmek sıradanlaşıyor.

Bu yüzden, trafiğin düzgün akması ya da çöplerin doğru ayrıştırılması gibi basit ve temel yöntemler bile ancak kişilerin vicdani sorumluluklarına uymaları ölçüsünde başarılı olabiliyor.

İnsanların şehre ve topluma karşı sorumluluklarını yerine getirme noktasında gösterecekleri duruşu belirleyen ve artık neredeyse karakter olarak benliğine yerleşen bazı davranışlar, çocukluktan itibaren yerleşen algılar, doğru ya da yanlış örnekler tarafından aşılanıyor.

Daha küçücük bir çocukken, annesinin kendisine yemesi için açtığı dondurmanın paketini sokağa attığını görerek büyüyen birinin, ileride doğru davranışı göstermesi için çok ciddi eğitilmesi ve denetlenmesi gerekiyor. Ancak yine de refleks bir hareket olarak, çöpünü sokağa atabiliyor.

Babasının elinden tutarak, kırmızı ışıkta karşıya geçirdiği ya da aracını kullanırken, yol babasından miras kalmış rahatlığı, kameraların görmediği yerlerde yaptığı kural ve hak ihlalleri, arka koltuktaki minik beynin kıvrımlarına öyle bir yer ediyor ki; dersler, denetlemeler, cezalar ve dahası, bir yerde işe yaramayabiliyor.

Bu yüzden; ortak yaşam kültürü, şehirde yaşamanın kuralları, sokakta yürümenin adabı, kaldırımları kullanmanın anlamı, araç kullanmakla ilgili titizlik, insanlara hitap şekli, çöp kutusu kullanma alışkanlığı, terbiyeli bir fert olarak topluma karışma tarzı, yüzünün ve ellerinin temizliği, üstünün eski ya da yeni olması değil ama temiz olması gibi nezaket kuralları, umuma açık yerlerde yere tükürmenin en az herkesin içinde tuvaletini yapmak kadar ayıp olduğu, insanların arasında elinin kolunun nerede durduğuna dikkat etmek gerektiği, başkalarına saygısızlık etmenin ve haklarını çiğnemenin ahlaksızlık olduğu, erdemli ve dürüst bir insan olmanın en değerli hazine olduğu, daha çocukken, küçücükken minik beyinlere nakşedilmesi gereken temel insani değerler olmalı.

Bu dünyanın dini olarak imarından, insani olarak korunmasından ve gelecek nesillere, daha güzel ve kaliteli bir toplum yapısı bırakmak gibi bir ödevimiz olduğundan artık bahsetmek bile istemiyorum. İnsanlık, ahlak ve erdem üzerine bina edilir ve bu yüzden ahlaksız ve erdemsiz kişilere; “insanlığını kaybetmiş” deriz. Şehir ise ortak yaşama kültürü üzerine bina edilir ve buna uyum sağlayamayanlar sadece kendilerinin değil, herkesin hayatını zorlaştırmaları sebebiyle hak ve sorumluluk altında kalırlar.

Şehir; fiziksel ve ruhsal zorlukların arasında, kalabalıkların ve curcunanın ortasında, havasının ve suyunun bile sorun olduğu bir hayatı, bilerek ve isteyerek kabullenmenin ve buna göre yaşamanın gereklerini yerine getirenlerin inşa ve ihya ettiği bir toplumsal yaşam biçimidir.

Kendimiz ve gelecek nesillerimiz için; şehirlerimizi korumak, ortak bir yaşam kültürü geliştirmek, olanları kabullenmek ve ileriye bakmak durumundayız.

 

24 Ocak 2021

Şehir ve insan komşuluk demektir

Şehirden ve medeniyetten bahsedeceksek elbette ilk konumuzun insan olduğunu ve insanlar arası ilişkilerin, kayda değer bütün konuların temel çekirdeğini oluşturduğunu da hatırlamamız gerekiyor.

İnsan yetiştirilmeden, ne şehir kurulabiliyor ne de medeniyet.

İnsanlar arasındaki ilişkiler, temel sosyal yaşam kurallarına göre belirlenmeden ve uygulanmadan, herhangi bir medeniyetten bahsetmemiz mümkün olamıyor.

İnsan yetiştirme kısmının ayrı bir başlık olduğunu ve tabii ki ehli olan eğitimciler tarafından ele alınması gerektiğini not ederek; şehrimizin sahip olduğu insan nüfusunun ilişkilerini, asgari müşterekler üzerine bina etmemizin ve geliştirmemizin gerekliliği üzerinde düşünmemiz ve bu konuyu en azından bir rahatsızlık bağlamında konuşmamız gerekiyor.

Şehrin insan ilişkilerinin temeli kavram olarak aslında toplumla aynıdır. Şehir, toplumun nihai vücut bulmuş önemli ve büyük bir göstergesidir. Şehirlerin bir araya gelmesiyle devletlerin oluştuğu pratik gerçeğine bakarsak, şehir devlettir ve evet, bazı küçük şehir devletçikler bile mevcuttur.

Aileden başlayan ve aile içi ilişki ve düzenle ortaya konan temel insan davranışlarının topluma ve şehre yansıması, büyük oranda ahlaki değerler ve saygı temelli oluyor. Bizde “devlet baba” tamlamasının temelinde de aile kültürü yatıyor. Tabi modern zamanlarda geleneksel tavırların değil, üzerinde çok konuşulan yeni kuşakların kuralsız ve güya özgür yaklaşımları öne çıkıyor.

Şehir dediğimiz şey, birlikte yaşayan ailelerden ya da kaçınılmaz olarak bir aile içinde yetişmiş bireylerin tek başına yaşasa da doğal olarak, komşuluk ve benzeri münasebetler yoluyla, parçası olduğu topluma ve şehre katkı yapması ile oluşuyor.

Çadırlarda ya da köylerde, komşular arasında arazi sıkıntıları, hayvanların ürünleri yemesi gibi belli başlı konular öne çıkarken; günümüz devasa şehirlerinde artık, attığımız her adım, çıkarttığımız her ses, yediğimiz yemeğin kokusu, kavgamızın ve gürültümüzün verdiği rahatsızlık, arabamızı park ettiğimiz yer ve şekil, ortak kullanım alanlarına verdiğimiz her zarar, yere ya da havaya attığımız her çöp, bir başkasının hakkına, alanına ve özeline dokunabiliyor.

Mahalle bazlı büyük komşuluk ilişkilerinin hayatımızdan neredeyse çıktığı, bir sokak içinde yaşayanlardan gerçekten komşu gibi tanışan ve konuşanların azaldığı, apartmanların ve sitelerin komşuluk ilişkilerini, yeni kalıplar ve düzlemler üzerine çektiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu gerçeği göz ardı ederek nostaljik komşuluk edebiyatı yapmanın bir anlamı yok.

Bugünün şehirlerinde yaşayan hiç kimse, artık köyünde ya da merasında gibi yaşayamaz. Böyle bir ihtimal ortadan kalkmış bulunuyor.

Her bir fert; mahallesine, sokağına, sitesine ya da her nerede yaşıyorsa oraya uyum sağlamak ve komşularının hukukunu düşünerek hareket etmek zorundadır. Bu ortak alana giren her ferdin, burada yaşasın ya da yaşamasın, kimsenin hakkına girmeden, kimseye rahatsızlık vermeden ve kendisi de rahatsız olmadan hayatına devam etmenin yolunu bulmak gibi bir sorumluluğu vardır.

Elbette bütün bu ilişkilerle ilgili, hemen her toplumda olduğu gibi bizde de hukuki zeminlerde karşılığı olan ve yaptırımlarla da olsa düzeni sağlamaya yarayan bir yol bulunduğu malumdur. Ancak komşuların mahkemelerde ya da başka tatsız bir ortamda karşılaşmaları, birbirlerinin yüzüne bakmalarını zorlaştıran, araya olmaması gereken bir mesafe koyacak olan bir durumdur.

Bu yüzden, her şey yaptırım ya da cezalarla çözülmemeli, özellikle insani münasebetlerin, karşılıklı saygı ve birbirinin hukukuna riayet temeline oturması gerekmektedir.

Bu noktada her birimizin kendi kutsallarının devreye girmesi gerekir. Kişi, sahip olduğu dünya görüşü ne olursa olsun, diğer insanların haklarına saygı duymak, komşularına özen göstermek ve birlikte yaşamanın katlanılabilir bir zorunluluk değil, keyfi sürülecek bir yaşam tarzı olmasını sağlamak gibi bir noktaya nerden bakarsa baksın gelmeyi içine sindirmek istemelidir.

Hele bizim gibi çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda, kul hakkı gibi, üzerinde çok büyük bir titizlikle durulması gereken anlayış varsa, aslında uzun sözlere gerek kalmamalıdır.

Valinin, belediye başkanının, muhtarın, site yönetiminin ya da her kimse en küçük kontrol mekanizmasının bile, bir şeyleri yasaklamasına, denetlemesine ve cezalandırmasına gerek duyulmadan, devreye kul hakkının girdiğini idrak edebilen bir Müslümanın, komşuları başta olmak üzere diğer insanların hukukuna uyması beklenir.

Kapınızın önüne koyduğunuz çöpün rahatsız ettiği komşuların üzerinizde hakları vardır.

Sokağa attığınız her bir çöp parçasının rahatsız ettiği insanların, onu temizlemek için çalışanların üzerinizde hakları vardır. Nasıl olsa işleri bu, diyemezsiniz.

Bağırdığınızda ya da kahkahalarla güldüğünüzde sesinizden rahatsız olan komşunun üzerinizde hakkı vardır. Gürültü yapmasını umursamadığınız çocuktan rahatsız olan komşuların üzerinizde hakları vardır.

Siz aracınızı düzgün park etmediğiniz için sıkıntı çeken her bir komşunun üzerinizde hakları vardır.

Açık bıraktığınız kapı, ışık, gereksiz yere tükettiğiniz tüm ortak giderler sebebiyle tüm komşularınızın üzerinizde hakları vardır. Şehrin ve ülkenin üzerinizde hakları vardır.

Bunlar ilk anda aklıma gelen örnekler olsa da; genel olarak bir başkasının hukukunu çiğnediğiniz her an, onun üzerinizde hakkı vardır ve hesabı olacaktır. Büyük ya da küçük her şey karşılığını bulacaktır.

Şöyle bir durup kendimize bakarsak, sonra komşularımıza tebessümle selam verip hayır dualarla devam edersek, hiç zorlanmadan; sokağımıza, mahallemize ve şehrimize iyilik etmiş, güzellik getirmiş ve berekete sebep olmuş oluruz.

17 Ocak 2021

Trafik aynasından şehre bakmak

Günümüzde büyük şehir; kalabalık kaldırımlar, sıkışan trafik, çok sesli bir gürültü korosu ve bir o kadar da yoğun hava kirliliği anlamına geliyor. Yüksek binalar, az görülen güneş, gücü kesilen rüzgar, uçuşan plastik poşetler ve bolca egzoz dumanı da, tuzu biberi.

Gaziantep, bir anlamda büyük şehir olmanın hem nimetlerini hem mihnetlerini yaşıyor. Nimetlerinden herkes çabası ve kısmeti kadar faydalanırken, mihnetlerinden kaçınma imkanı hiçbirimizin yok gibi.

Öyle ya; trafikten kaçmak için ne kadar uğraşsak da yakamızdan düşmüyor. Aldığımız nefes, her ne kadar şimdilerde bir maske ile biraz filtrelense de, sonuçta hemen hepimiz aynı havayı soluyoruz. Kulaklarımızı tıkama imkanımız olmayan gürültü kirliliğine, hepimiz ayrı ayrı maruz kalıyor ve farkında olmadan yoruluyoruz.

Bu şehrin, ekonomik ve kültürel kalkınmasının uzun vadeli ve gelecek vizyonu arasında mutlaka temiz bir çevre misyonu da olmak zorunda. Bunun başlangıç noktası ise; şehrin ve medeniyetin ilk görülmesi gereken yer olan sokaklar, caddeler ve buralarda akan trafik, trafikteki araçlar, araçlardaki şoförler ve yolcular.

Uzun aralıklarla şehre mecburen gelen ve köyüne dönen herhangi birine, “şehir nedir” diye sorsak alacağımız cevap; kalabalık ve trafik olacaktır. Özellikle, bu gibi zaruri ziyaretlerin, zaruri güzergahları olan çarşı ve hastane gibi mekanların çevresinde yaşanan karmaşa, onları bu düşünceye yöneltmeye yeterlidir.

Bütün gelişmişlik ve imkanlarına rağmen, Gaziantep şehir merkezi; caddeleri, kaldırımları, otoparkları, toplu taşıma durakları ile modern bir kent görünümüne maalesef henüz ulaşamadı. Bu konuda, bu şehirde yaşayan ve hatta kısa süreliğine ziyarete gelenler bile aynı şeyi düşünüyor.

Herkesin bir acelesi oluyor. Normal akışında bir trafiğe katlanmak zor geliyor. Her ne kadar çoğunluk kurallara; gerek gönüllü gerekse ceza korkusuyla gönülsüz uysa da, 3-5 kendini kaybetmiş sürücü, bir anda, zaten zor katlanılan trafiği daha da işkence haline getirmeye yetiyor.

Bu noktada trafikte denetimlerin ne kadar önemli olduğunu her seferinde daha iyi anlarken, şehrimizin belediye trafik zabıtalarının gerçekten ne iş yaptıklarını da sorgulamadan geçemiyorum. Çoğu zaman onları, bir cadde kenarında park etmiş halde görüyoruz. Yanlarından akan daha doğrusu akamayan trafiğe ya da yanlış park eden bir araca müdahale ettiklerini görmek, nadir güzelliklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Mutlaka bizim bilmediğimiz önemli bir görevleri vardır ancak araçlarının üstünde trafik yazarken, trafiğe bigane kalmaları biraz anlaşılmaz bir manzaraya yol açıyor.

Belediyelerimizin, yaya trafiğinin yoğun olduğu merkezi noktalara, yürüyen merdivenleri ve asansörleri çalışan üst geçitler yapmamakta direnmeleri nedeniyle, merkezdeki curcuna sürüyor. Işıkların sayısının artmasına da neden olan bu üst geçit yokluğu ya da kullanışsızlığı, Gaziantep için ciddi bir sorun haline gelmiş durumda, ancak ne hikmetse bir türlü belediyelerimizin dikkatini çekemiyor.

Sayın belediye yetkilileri, evet Gaziantep halkı olarak trafik kurallarına pek uymuyoruz ama sizin de cadde ve kaldırımları akıcı bir trafiğe uygun tasarım ve donanımlarla düzenleyerek, bize yardımcı olduğunuzu söylemek çok zor.

Yıllardır kangren olan merkez trafiğinin en çok kilitlenen noktasını oluşturan Suburcu ve Karagöz caddeleri istikametinde başarısız olduğunuzu lütfen kabul buyurun. Ne tek yön, ne de park yerlerini kaldırmak çözüm olmadı. Saat uygulaması başarısız oldu. Artık ya alttan ya üstten bir ilave geçit mi yaparsınız ya da tümden trafiğe kapatıp, yol olmazsa sorun da olmaz diye, kesin çözümü bulmuş mu olursunuz, bilemiyorum. Ama emin olun, o nokta belediyenin trafik düzenlemeleri noktasında mihenk olacaktır. Şehrin her yanını halletseniz bile, orası sorun olarak kaldığı sürece, gölgesi diğer hizmetlerin üstünden eksilmeyecektir.

Bütün olay, bu şehrin sorunu ya da çözümü belli; merkezdekiler başta olmak üzere, ana caddelerde belediyenin tayin ettiği kontrollü ve işaretli park yerleri dışına kimseyi park ettirmeyeceksiniz. Ticari hayatın kalbine giden yolları bir şekilde açık tutmanın yolunu bulacaksınız. Yeterli otopark hizmeti sağlayacak çalışmalar yapacaksınız.

İnsanların şehir merkezinde kümelenen kamu ve özel sektör hizmetlerine sorunsuz ulaşmasını sağlamak belediyelerin ilk vazifesi olmak durumundadır. Halk olarak bizlerin kural tanımaz uyanıklıklarımızın denetlemelerle dizginlenmesi gerekmektedir! Bu da zaten varlığınızın önemli nedenlerinden biridir.

Belediyelerimiz trafiği aksatan her şeyi görmek, denetlemek ve düzenlemek durumundalar. Bu şehrin en merkezi yerinde, en kritik ve kalabalık caddesinde bir vatandaş, aracını park edip gitme cesaretine sahipse, bu denetleme mekanizmasının çalışmadığına ya da eksik olduğuna işarettir.

Trafik polislerinin sayısının azlığını, görevlerinin yoğunluğunu, her yere yetişmelerinin imkansız olduğunu bildiğimizden, belediyelerimizin zabıtalarının bu noktada daha aktif olmalarını bekliyoruz.

15 Ocak 2021

Emperyalist olmadan imparatorluk olmak

 


Tarihin farklı dönemlerinde, İslam dinine mensup insanların yani Müslümanların kurdukları, çok sayıda devlet geldi ve geçti. Bunlardan bazıları kısa sürelerde ve küçük alanlarda etkili olduklarından genel hafızada pek yerleri olmadı. Bir kısmı ise, imparatorluk seviyesinde bir büyüklüğe ulaştıkları için, dünyanın tamamını etkileyen varlıklarına kimse bigane kalamadı.

Bu tarihi sürecin içinde bir şekilde yer alan farklı ırk ve nesiller, ister istemez dil ve kültür etkileşimlerine maruz kaldılar. Yönetilenler kadar hakimiyeti elinde bulunduranlar da doğal bir etkiden uzak kalamadılar. Bu bakımdan, fethedenlerin içlerine aldıkları sebebiyle bir tür iç fetih yaşadıkları tezi çoğu tarih analizcilerinin kabullendiği bir gelişmedir.

İslam’ın bu devlet ve imparatorluklar üzerindeki etkisi, ortak bir kültürün gelişmesine yol açtı. Neticede, temel toplumsal kurallar üzerinde bir tartışmaya gerek kalmadan düzen devam edebiliyordu. Emirler ve yasaklar, fıkıh temelli bir hukuk sistemine dayandığından, itiraz ve isyanların Müslümanlar nezdinde karşılık bulması çok zor oldu.

Evet idarecilere karşı isyan edenler oldu, ancak kimse mesela namazı ya da camileri tartışmaya açmadı. İçki gibi temel haramlar konusunda bir sıkıntı yaşanmadı. Aile kurmaktan komşuluk münasebetlerine, alışverişten devletler arası ilişkilere varıncaya dek elde hazır ve sağlam bir sistem vardı.

Aksaklık ve eksikliklere rağmen, toplum hayatının İslam’a göre şekillenmesinin en önemli getirilerinden biri de; Müslüman olmadığı halde bu devletler içinde yaşayanların, kendi dil ve kültürlerini muhafaza etmelerine sağlanan imkandı.

Osmanlı örneğinde görülen, Müslüman olmadığı halde kıyafet olarak onlara benzemeye çalışmanın yasaklanma gerekçelerinden olarak sayılan; “taklit sonucu kendi kültürlerini kaybetme” endişesi gerçek bir medeniyet göstergesidir.

Dil konusunda Müslümanların ortak bir yerde buluşması, Kur’an’ın Arapça olması nedeniyle zor olmadı. Arapça artık bir ırkın değil bir inancın diline dönüştü ve herkes bu dili Kur’an ve Sünneti anlamak için öğrendi. Öyle ki; yine Osmanlı örneğinde gördüğümüz gibi, Türk asıllı bir Osmanlı aliminin Arapça yazdığı tefsiri anlamak için Araplar yardıma ihtiyaç duyar oldular.

Özellikle İslam’ın son asırdan önceki son bin yılında, hamilik ve tebliğinde büyük rol oynayan Türk devletlerinin ürettikleri, devlet ve toplum tecrübesi, bugün bile hala ulaşılamayan bir zirveyi temsil ediyor.

İslam’ın hiçbir ırk ya da dile özel bir anlam yüklemeden herkese açık olan kapısından giren Türkler, elde ettikleri erdem ve gelecek tasavvurunun yanında, sahih ve sağlam inançları ile, Arapların en son Endülüs’te maalesef kaybettikleri, yalnız Allah(cc) kelimesinin yüceltilmesi davasını sırtlayarak cihana bir duruş ve bir medeniyet sergilediler.

Tarihin kaderinin bir neticesi olarak, İslam coğrafyasının merkezinde hakimiyet elde eden Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin, gerek devlet gerekse edebiyat dili konusunda herhangi bir çekinceleri olmadan, Arapça ve Farsça gibi kendilerine yabancı ama içine dahil oldukları İslam kültürüne yakın dillere meyletmeleri, bunların yanında hem kendi halkları hem de idareleri altında yaşayan diğer halkların dil ve kültürlerini korumaları konusunda gösterdikleri alicenaplık ve neticesinde elde ettikleri başarı, tarih ve toplum gelişmeleri hakkında birazcık bilgisi ve fikri olanlar için gerçekten müstesna örnekler oldu.

Yüzyıllar boyu Arap ya da Acem bütün hutbelerde Türk sultanların adını herkes dualarla yad ederken, hakimiyeti elinde bulunduran Türkler, Arap ya da Acem diye düşünmeden, sadece İslam oldukları için bu ırkların isimlerini aldılar, adetlerine katıldılar, saraylarında en yüksek mertebeleri verdiler, sırtlarını dayadılar ve yollarına devam ettiler.

Kaliteli insanların yetenek ve hizmetlerini, hayırla kendi istikametlerinde kullanma konusunda, İslam’ın getirdiği temel prensiplere sadık kalındığında, imkan verilen her ırk ya da kültürden insanın, bu büyük medeniyet yürüyüşüne güzel katkılar yapabileceğini gösterdiler.

Bugün de hala samimi ve temiz bir inanca sahip Müslüman halkların arasında dil ya da kültürler sorun değil ancak sempatik birer tanışma nişanesidir. Aslında Arapça olan selam, bütün Müslümanların bir nevi parolası; yine aslında Arapça olan ezan, bütün Müslümanların hürriyet meşalesidir.

Alparslan Türkçe bir unvandır ve tarihe İslam’ın şerefli komutanı Muhammed Han’ın adı olarak geçmiştir. Doğuda ve batıda herkes, Alparslan denilince cihangir bir İslam kahramanından bahsedildiğini bilir.

Yine tarihin garip bir cilvesi olarak Arapça Ebu’l Feth (Fethin babası) lakabı, ikisinin de adı Muhammed olan ve bizim birine Sultan Alparslan diğerine Fatih Sultan Mehmet dediğimiz iki efsane imparatora layık görülmüştür.

Selim ya da Süleyman Arapça isimlerdir ancak bugün dünyanın her yerinde iki Türk hükümdarın, şeref ve hasretle yad edilmesini temsil ederler.

Selahaddin, Arapça bir isimdir ama ismi taşıyan Kürt komutan, tarihe İslam’ın yüz akı olarak geçmiş bir adamdır ve kimse ırkını ya da dilini düşünmeden sever onu. Çünkü Selahaddin bu dinin zaferinin ve kurtuluşunun adıdır.

İşte, kuru emperyalist hedefler peşinde koşmak yerine, insanlık ve İslamlık için, onurlu bir yürüyüşün, bizdeki karşılığı budur. En çok sevenlerin de, en çok nefret edenlerin de, sunduğu medeniyetten yüz çeviremediği bir yücelikten bahsediyorum.

Taş duvarların, süslü çinilerin, ahşap sanat eserlerinin fısıldadığı; bir zamanlar buralarda, sadece dönemlerinin değil, tarihin en güzel medeniyet örneklerinden birinin yaşandığının hikayesidir.

Kervansarayların, medreselerin, tekkelerin, camilerin, çeşmelerin ve kemerlerin anlattığı; adalet ve ilmin, emniyet ve dirliğin, iyilik ve güzelliğin bu topraklardaki hatırasıdır.

Ve yine aynı cümle ile bitiriyorum:

Tarih; Doğu Türkistan'dan Endülüs'e, Kırım'dan Afrika’ya kadar, bizim yaptıklarımızla onların yıktıklarının hikayesidir ve yaşananların özeti de budur!..

 

10 Ocak 2021

Modern şehrin arka yüzü

 Günümüzde hayatın en önemli getirilerinden birinin gelişmiş ve geçmişe göre çok daha büyük şehirlerde yaşama imkanının yanında, kalabalık insan topluluklarının ekonomik şartların oldukça farklı şekillendiği ortamlarda yaşamak zorunda kalmalarıdır.

Giderek yükselen şehirli nüfusunu, neredeyse yok olmaya yüz tutan köylülük ve köy hayatı yani üretim ve doğallığın kaynağının kuruması gibi sonuçları da beraberinde getiriyor.

Hemen her yüksekten düşenin çok incindiği gibi, bu modern ve gelişmiş şehir hayatının zirvelerinden düşenlerin mahkum olduğu hayat standartları öylesine iç acıtıcı koyutlara ulaşmış durumda ki; sokakta kalan evsizler için battaniye ve yiyecek temin etmek üzere kurulmuş sivil toplum kuruluşlarımız bile var. İyi ki varlar, o da işin bir başka boyutu. Ya olmasaydılar?

Bu modern yaranın ülkemizin metropollerinde dünyanın diğer büyük şehirlerine oranla daha az olması, bunun yanında Gaziantep’te daha az sayıda kişinin sokaklarda yaşamak zorunda kalıyor olması, bir açıdan teselli olsa da; bu insanlık ayıbının sıfırlanması toplum ve yönetim olarak hepimizin ortak bir sorunudur.

Bugünlerde her ne kadar ağır kış şartlarını yaşamıyor olsak bile, önümüzdeki günlerin nasıl bir kış getireceğini tahmin edebiliyoruz. Belediyemizin önceki yıllarda olduğu gibi, bu kış yine şehrin sokaklarında kimsenin kalmaması için çaba sarf edeceğini artık standart bir prosedür olarak bekliyoruz ve bu bizi bir nebze de olsa ferahlatıyor.

Yılın zor zamanlarında sokaklarda kalanlara el uzatılması elbette çare değil, asıl önemli olan; öyle ya da böyle, bir şekilde hayatının ipinin ucunu elinde kaçırdığı için normal yaşam standartlarını kaybeden insanlara köklü çözümler sunabilmeliyiz.

En ağır suçluları bile çok uzun zamanlar boyu barındıran, yediren ve içeren bir devlet mekanizmasının, sayıları onların binde biri kadar bile olmayan ve tek suçları, modern zamanların adaletsiz hayat kavgasında yenik düşmek olan bu garipleri, yılın tüm zamanlarında kendileri ve şehirleri için normal ve faydalı bir ortama kavuşturması gerekiyor.

Bunun yanında, şehrin büyüklüğünü temsil eden ekonomik çarkların dönmesi için, bir hayat boyu durup dinlenmeden didinen, -çalışan diyemiyorum- ancak çırpınan ama ancak asgari açlık sınırı ile tayin edilen maaşlar elde edebilen, şehrin temel direklerini çürütmemek gerekiyor.

Normal zamanlarda, Gaziantep’in hayırsever ve kadirşinas işyeri sahiplerinin ve büyük şirketlerin, mensuplarını mağdur etmemek adına, ayni ve nakdi yardımlarla, resmi rakamların üstünde bir destek sağladıklarını hepimiz biliyoruz.

Ancak bu salgın dönemi herkes için zor günler getirdi ve bugünlerde hep olduğu gibi; iş hayatında en önde çalışan ancak gelir elde ederken en arkada kalanların bir de üstüne işini kaybedenlerin ya da kaybetme korkusuyla yaşayanların hayatlarının en zor dönemlerini geçirdiklerini fark etmek durumundayız.

Sokaklarında kimsenin sığınacak bir köşe aramadığı, evlerinde herkesin karnı tok, sırtı pek, çocukları ve aileleriyle, elde ettiklerine kanaat edebildikleri bir şehirde yaşamak herhalde herkesin hayrına olacak ortak bir beklentidir.

Rızık, ezelden takdir edilmiş bir meseledir, evet. Bütün mesele, insanların harcadıkları emeğin karşılığını aldıklarına kalplerinin kanaat etmesindedir. Aç gözlülük ya da gözü doymazlıktan bahsetmiyorum. Ortalama, kendi halinde, emeği ile ekmek derdinde çaba sarf eden ve buna karşılık elde ettiğinden de tatmin olacak olan insanlardan bahsediyorum.

Dünya durdukça, birileri daha iyi imkanlara sahip olurken, bir grubumuz da ya kıt kanaat geçinecek ya da yardıma muhtaç olacaktır. Bu değiştirilemez gerçeğin neresinde durduğumuzdan daha çok, üzerimize düşenleri ne kadar yaptığımız önemlidir.

Zenginlik ya da fakirlik, gelir ve geçer. Geriye; zenginlerin yardımseverlik ve cömertlikleri, fakirlerin kanaat ve sabırları kalır.

Bu çağın süslü ve parlak yüzünün arkasında, bu modern şehirlerin ışıklı ve aydınlık caddelerinin arka sokaklarında; hikayelerini göz ardı ettiğimiz kimsenin kalmaması, varsa eğer insanlık onurunun kavgasıdır.

Çevrenize, sevdiklerinize, komşularınıza ve arkadaşlarınıza, bir kere daha bakın, bir kere daha bütün hallerini sorun, varsa yapabileceğiniz yapın, yoksa yapabileceklere haber uçurun. Kimse aç ya da açıkta kalmasın.

Şehrin sahip olduğu her şeyin sadakasını vermeyi unutmayın. Sadakası verilmeyen büyük caddeler daralır, ışıklar kararır, topraklar kurur, sular çekilir. Sadakası verilmeyen şehrin bereketi azalır. Şehrini seven gariplerine, muhtaçlarına sahip çıksın. Memleketini seven, fakirlerine, yolda kalmışlarına el uzatsın. Ahiretini seven, dünyadakilere yardım etsin.

 

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...