Tarihin farklı dönemlerinde, İslam dinine mensup insanların
yani Müslümanların kurdukları, çok sayıda devlet geldi ve geçti. Bunlardan
bazıları kısa sürelerde ve küçük alanlarda etkili olduklarından genel hafızada
pek yerleri olmadı. Bir kısmı ise, imparatorluk seviyesinde bir büyüklüğe
ulaştıkları için, dünyanın tamamını etkileyen varlıklarına kimse bigane
kalamadı.
Bu tarihi sürecin içinde bir şekilde yer alan farklı ırk ve
nesiller, ister istemez dil ve kültür etkileşimlerine maruz kaldılar.
Yönetilenler kadar hakimiyeti elinde bulunduranlar da doğal bir etkiden uzak
kalamadılar. Bu bakımdan, fethedenlerin içlerine aldıkları sebebiyle bir tür iç
fetih yaşadıkları tezi çoğu tarih analizcilerinin kabullendiği bir gelişmedir.
İslam’ın bu devlet ve imparatorluklar üzerindeki etkisi,
ortak bir kültürün gelişmesine yol açtı. Neticede, temel toplumsal kurallar
üzerinde bir tartışmaya gerek kalmadan düzen devam edebiliyordu. Emirler ve
yasaklar, fıkıh temelli bir hukuk sistemine dayandığından, itiraz ve isyanların
Müslümanlar nezdinde karşılık bulması çok zor oldu.
Evet idarecilere karşı isyan edenler oldu, ancak kimse
mesela namazı ya da camileri tartışmaya açmadı. İçki gibi temel haramlar
konusunda bir sıkıntı yaşanmadı. Aile kurmaktan komşuluk münasebetlerine,
alışverişten devletler arası ilişkilere varıncaya dek elde hazır ve sağlam bir
sistem vardı.
Aksaklık ve eksikliklere rağmen, toplum hayatının İslam’a
göre şekillenmesinin en önemli getirilerinden biri de; Müslüman olmadığı halde
bu devletler içinde yaşayanların, kendi dil ve kültürlerini muhafaza etmelerine
sağlanan imkandı.
Osmanlı örneğinde görülen, Müslüman olmadığı halde kıyafet
olarak onlara benzemeye çalışmanın yasaklanma gerekçelerinden olarak sayılan;
“taklit sonucu kendi kültürlerini kaybetme” endişesi gerçek bir medeniyet
göstergesidir.
Dil konusunda Müslümanların ortak bir yerde buluşması,
Kur’an’ın Arapça olması nedeniyle zor olmadı. Arapça artık bir ırkın değil bir
inancın diline dönüştü ve herkes bu dili Kur’an ve Sünneti anlamak için
öğrendi. Öyle ki; yine Osmanlı örneğinde gördüğümüz gibi, Türk asıllı bir
Osmanlı aliminin Arapça yazdığı tefsiri anlamak için Araplar yardıma ihtiyaç
duyar oldular.
Özellikle İslam’ın son asırdan önceki son bin yılında,
hamilik ve tebliğinde büyük rol oynayan Türk devletlerinin ürettikleri, devlet
ve toplum tecrübesi, bugün bile hala ulaşılamayan bir zirveyi temsil ediyor.
İslam’ın hiçbir ırk ya da dile özel bir anlam yüklemeden
herkese açık olan kapısından giren Türkler, elde ettikleri erdem ve gelecek
tasavvurunun yanında, sahih ve sağlam inançları ile, Arapların en son
Endülüs’te maalesef kaybettikleri, yalnız Allah(cc) kelimesinin yüceltilmesi
davasını sırtlayarak cihana bir duruş ve bir medeniyet sergilediler.
Tarihin kaderinin bir neticesi olarak, İslam coğrafyasının
merkezinde hakimiyet elde eden Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin, gerek devlet
gerekse edebiyat dili konusunda herhangi bir çekinceleri olmadan, Arapça ve
Farsça gibi kendilerine yabancı ama içine dahil oldukları İslam kültürüne yakın
dillere meyletmeleri, bunların yanında hem kendi halkları hem de idareleri
altında yaşayan diğer halkların dil ve kültürlerini korumaları konusunda
gösterdikleri alicenaplık ve neticesinde elde ettikleri başarı, tarih ve toplum
gelişmeleri hakkında birazcık bilgisi ve fikri olanlar için gerçekten müstesna
örnekler oldu.
Yüzyıllar boyu Arap ya da Acem bütün hutbelerde Türk
sultanların adını herkes dualarla yad ederken, hakimiyeti elinde bulunduran
Türkler, Arap ya da Acem diye düşünmeden, sadece İslam oldukları için bu
ırkların isimlerini aldılar, adetlerine katıldılar, saraylarında en yüksek
mertebeleri verdiler, sırtlarını dayadılar ve yollarına devam ettiler.
Kaliteli insanların yetenek ve hizmetlerini, hayırla kendi
istikametlerinde kullanma konusunda, İslam’ın getirdiği temel prensiplere sadık
kalındığında, imkan verilen her ırk ya da kültürden insanın, bu büyük medeniyet
yürüyüşüne güzel katkılar yapabileceğini gösterdiler.
Bugün de hala samimi ve temiz bir inanca sahip Müslüman
halkların arasında dil ya da kültürler sorun değil ancak sempatik birer tanışma
nişanesidir. Aslında Arapça olan selam, bütün Müslümanların bir nevi parolası;
yine aslında Arapça olan ezan, bütün Müslümanların hürriyet meşalesidir.
Alparslan Türkçe bir unvandır ve tarihe İslam’ın şerefli
komutanı Muhammed Han’ın adı olarak geçmiştir. Doğuda ve batıda herkes,
Alparslan denilince cihangir bir İslam kahramanından bahsedildiğini bilir.
Yine tarihin garip bir cilvesi olarak Arapça Ebu’l Feth
(Fethin babası) lakabı, ikisinin de adı Muhammed olan ve bizim birine Sultan
Alparslan diğerine Fatih Sultan Mehmet dediğimiz iki efsane imparatora layık
görülmüştür.
Selim ya da Süleyman Arapça isimlerdir ancak bugün dünyanın
her yerinde iki Türk hükümdarın, şeref ve hasretle yad edilmesini temsil
ederler.
Selahaddin, Arapça bir isimdir ama ismi taşıyan Kürt
komutan, tarihe İslam’ın yüz akı olarak geçmiş bir adamdır ve kimse ırkını ya
da dilini düşünmeden sever onu. Çünkü Selahaddin bu dinin zaferinin ve
kurtuluşunun adıdır.
İşte, kuru emperyalist hedefler peşinde koşmak yerine,
insanlık ve İslamlık için, onurlu bir yürüyüşün, bizdeki karşılığı budur. En
çok sevenlerin de, en çok nefret edenlerin de, sunduğu medeniyetten yüz
çeviremediği bir yücelikten bahsediyorum.
Taş duvarların, süslü çinilerin, ahşap sanat eserlerinin
fısıldadığı; bir zamanlar buralarda, sadece dönemlerinin değil, tarihin en
güzel medeniyet örneklerinden birinin yaşandığının hikayesidir.
Kervansarayların, medreselerin, tekkelerin, camilerin,
çeşmelerin ve kemerlerin anlattığı; adalet ve ilmin, emniyet ve dirliğin,
iyilik ve güzelliğin bu topraklardaki hatırasıdır.
Ve yine aynı cümle ile bitiriyorum:
Tarih; Doğu Türkistan'dan Endülüs'e, Kırım'dan Afrika’ya
kadar, bizim yaptıklarımızla onların yıktıklarının hikayesidir ve yaşananların
özeti de budur!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder