29 Kasım 2021

Hayat ölümün ayağına gider

 


Dünyanın bütün meselelerini, şehrin ve insanın tüm sorunlarını, hayatın gailesini bitiren, sevinç ve acıları unutturan, gelmesiyle gidilen elçi ölümdür.

Kalabalıkların arasından tek tek, azar azar insanları eksilten ama çoğumuzun hiç farkında olmadığı bir avcıdır ölüm.

Şehrin caddelerini aydınlatan lambaların, ışıklarına çarpan simaları tanımaması gibi; gözlerimize yüzleri takılan ama tanıma ihtimalimiz olmadan hayattan ayrılan insanlarla birlikte yaşıyoruz.

Günlük onlarca cenazenin kalktığı şehir mezarlıkları ve farklı yönlere tabutlar taşıyan belediye cenaze nakil araçları hiç durmadan faaliyetlerine devam ediyorlar.

İnsanın dizlerini kıran, belini büken acıları karşısında; yanında olan ve bu işlerini kolaylaştıran, düşünmesine gerek kalmadan çözen, buna karşılık bir maddi külfet yüklemeyen ve bunu artık sıradan bir hizmet gibi sunan belediyelere de ciddi bir teşekkür borçluyuz.

Şehirlerin kıyısında birer büyük liman gibidir mezarlıklar ve şehir büyüdükçe mezarlıklara daha çok yaklaşır evler. Sonra kaçınılmaz komşuluklar oluşur. Penceresinden, sokağından bakıldığında mezarların görüldüğü, mezarlık manzaralı evlerde, ölümü unutarak yaşamaya devam eder insanlar.

Mezarlıklar çeker şehri kendine doğru, insanları çeker, hayatı çeker kendine mezarlıklar.

Hayatın son bulduğu yer değil başladığı kapıdır mezar ve aslında mezarlıklar bir kapılar şehridir, şehrin kapılarıdır her bir mezar. Bu defa dikey değil de yataydır kapı ama neticede geçilir ondan ve başka bir ortama, aleme ve hayata ulaşılır.

Ölüm, bir başka hayatın adıdır!

Bir başka hayat için doğumun adıdır.

Bu yüzden insan ölümden değil aslında o gideceği hayattan endişe etmelidir. Neticede çaresiz geçilecektir mezar denilen kapıdan.

Bütün mesele, bu hayatın uzunluğu ya da kısalığı değil, nerede ve nasıl geçirildiği ile ilgilidir. Mesele, ölmek değil, nerde ve nasıl ölündüğü ile ilgilidir.

Daha dün dört genç, hayırlarla ve iyilik yolunda yürürlerken yolları mezar kapısına dayandı. O kapının onlar için hayırlar ve iyilikler getirmesi en büyük umut ve teselli oldu. Tanıyan tanımayan herkes bu güzel hayatların ardından gözyaşı ile dualar etti.

Nerede, nasıl ve ne zaman geleceğini bilmediğimiz elçi mutlaka bize de uğrayacak ve izin istemeden dalacak hayatımıza ve onu bizden alacak.

Bu gerçek, amir ve memur, zengin ve fakir, güçlü ve zayıf, yaşlı ve genç hepimiz için tartışılmaz bir sonun haberidir.

Koşarak eşiğine gittiğimiz kapı mezardır; tıklatmadan açılır ve açılmamak üzere kapanır.

Hayat; bütün süsleri ve zevkleri ile, acıları ve tatları ile koşar adım gelir ve mezar kapısında durur. Başka gidecek yeri olmayan çaresiz bir yolcudur hayat!

Bundandır, bizim medeniyetimizin mezarları ve mezarlıkları hayatın içinde tutan anlayış ve pratik uygulamaları. Cami hazirelerinde, mahalle aralarında, şehrin kenarlarındadır mezarlar.

Ölümü unutmayın diye!

Öyle ya da böyle, bugün ya da yarın ama mutlaka tadılacak olan bu şerbetin tadını yaşarken için kattığımız iyilikler belirleyecektir.

Hayat, ölümün ayağına gider ve mezar taşlarına kapanıp gözyaşı döker yaşayanlar.

Unutmayın efendiler, öleceğiz…

22 Kasım 2021

Başarıya tapınmak



İnsan, eşrefi mahlukattır. Diğer yaratılmışlardan üstün kılınmış, alem hizmetine sunulmuştur. Bu büyük sıfatın karşılığında ise ondan, tek bir Allah’a kulluk etmesi ve kendi de dahil kimseye tapınmaması, kendi hevası dahil hiçbir heves uymaması istenmiştir.

Yaşadığımız çağda artık bir Firavun yahut benzeri ilahlık taslayıp da insanları secdeye zorlayan kimseye rastlanmazken, dolaylı ve sistemli bir şekilde insanların gerek kendi arzularına, gerekse başkalarının isteklerine boyun eğmeleri sağlanmaya çalışılmaktadır.

Fert olarak her birimize ben merkezli bir bakış empoze edilirken, topluma da farklı açılardan ve değişik dozlarda ama sürekli olarak yücelik aşılanmakta. Hayatın hemen her aşamasında yer alan fertler, kendini imkan ve ortam nispetinde, çevresindekilerden üstün görmeye, onlara hükmetmeye hatta gücü yeterse zulmetmeye kalkıyor.

Her evde kendisine tapınılan çocuklara rastlamak mümkün, her işyerinde kendisine tapınılan patronlara rastlamak sıradan, her kamu kurumunda kendisine secde edilmesi istenen bir Firavuna rastlamak olağan bir vehamete dönüşmüş durumda.

Toplum düzenimizin bu hale gelmesinde, istisnasız hepimizin katkısı var. Daha yetişme çağından itibaren çocuklara, başarılı olmak ve diğerlerinden öne geçmek mecburiyetini dayatıyoruz. Bu konudaki uzmanların hep söylediği gibi, bir nevi yarış atı muamelesi gören çocuklar; büyüdüklerinde canları istediğinde şaha kalkmayı, hoşuna gitmeyenleri tekmelemeyi ve dahası sırtına semer vurulmasını normal görmeye başlıyorlar.

Öğrencilik hayatı sürekli yükselen puanlara ulaşmak ve hep birilerini geçmek zorunluluğu ile kurgulanan, alacağı eğitim ya da bilginin değil, yarışta kazanacağı sıralamanın peşinde ter döken çocuklar, toplumun da en rahat, en çok kazanan, en lüks hayat süren kesimlerini kendine hedef alarak yola devam ediyorlar.

Daha sonraki süreçte, hayatın kaçınılmaz bir getirisi olarak bu yarış atlarımız (çocuklarımız) her biri bir yerlere etkili ve yetkili konumlara geliyorlar. Geldikleri yerde de aynı mantığı devam ettirip, önüne geçmeye çalışanlara tekme atarak, bazen de ezerek hep başarıya, hep ileriye koşturup duruyorlar.

Başarısına ebeveyninin tapındığı çocuk, başardığında kendini tapınılması gereken bir put olarak görmeye başlıyor. At gibi yarıştırılan birinin, yarışın sonunda insana dönüşmesi ciddi bir zorluğu getiriyor ve çoğu zaman başarılamıyor.

Makam ve mevki sahiplerinin, idarelerinde bulunan insanlara kendilerini bir tür yarı tanrı görerek yaklaşmalarının temelinde, yetiştikleri süreçte başarıya tapınılmasının etkisi korkunç boyutlarda. Gün gelip de hasbelkader başardığında, Firavunlaşan birinin, Allah’a kulluk etmesi ve buna davet etmesi zaten beklenmiyor.

Benzer durumdaki başarısı, maddi güç olarak kendisine dönenlerin de Karunlaşması ve elde ettikleri sebebiyle kendine ve gücüne, önce kendisinin tapınması sonra da madden ondan zayıf olanların tapınmasını istemesi normal gelmeye başlıyor.

Biliyorum pek çoğunuz, hayat şartları ve günün gerçekleri ile bu gibi teorilerin ütopik olduğunu düşünüyorsunuz. En küçük idareciden ve toplumun geneline göre azıcık zengin sayılan birinden, kibir ve gururdan başka bir şey görmeyi beklemiyorsunuz.

Öyle ki; mütevazi bir idareci veya cömert bir zengin, görmesi gereken normal saygıyı göremez hale geliyor.

Protokoller sadece resmi kabullerde değil hayatın her alanında keskin bir şekilde uygulanıyor.

Camilerde herkesi aynı safa, omuz omuza dizen ve herkese başkasının ayağını bastığı yere secde ettiren İslam; hayatımızın diğer alanlarında kendine yeterince yer bulamıyor, duygu ve davranışlarımızda görülemiyor.

Sözüçok tanıdık bir hatırlatma ile bitireyim:

Buyurun hep birlikte bir Kelime-i Şehadet getirelim!

15 Kasım 2021

Medeniyetin temeli ahlaktır

 


İnsanlık, Adem(a)’ın dünyaya ayak bastığı günden bu yana, kendisine vahiyle bildirilen gerek maddi imkan ve keşiflerle, gerekse manevi ibadet ve ahlakla, onu diğer yaratılmışlardan üstün kılan farklılığını koruyabilmiştir.

Halen yeryüzünde karşımıza çıkan ve modern bilimlerin, aklımızla bulduğumuza hepimizi ikna etmeye çalıştığı birçok medeni adımın temelinde, kuşkusuz vahiy yani bizim aklımızın da üstünde bir yönlendirici güç vardır, işaret vardır.

Bilim; bizim, buğdayı ekip sonra biçerek un yapmayı ve ardından hamur yoğurup ekmek yapma aşamasına geçmeyi Kabil’in düşünerek bulduğuna inanmamızı ister. Yahut hayvanları evcilleştirip sürüler halinde beslemeyi ve ardından sağken sütünden ve yününden, ihtiyaç olduğunda ise kesip etinden ve derisinden faydalanmayı Habil’in düşünüp keşfettiğine inanmamızı bekler.

Bunun yapmaktaki temel hedefi; bir sonraki yani manevi hayatımızla ilgili kararlara Allah(cc)’in karışma ihtimalini daha baştan engellemek ve yaratılış ve gelişmeyi kendiliğinden olan, ilahi kudretin dışında, evrimle izah etmeye çalışarak, ilahi bir minnet ya da hamd ve şükür mecburiyetinin altına girmekten kaçmaktır.

Bilimin yaratılışı inkar ederek elde ettiği ve kendince insan aklına, gerçekte ise insanın heva ve hevesine bırakmak istediği, kişisel ve sosyal hayata yön veren ahlak kurallarını koyma yetkisini elinde tutmak, sorgu ve hesaptan kurtulmak ve tabi bu mümkün olamayacağı için, kestirmeden bunları inkar etmek, kendince bulduğu basit, bayağı ve kibirle ortaya koyduğu bir küçüklük ve düşüklüktür.

Bu yüzden medeni olmanın temel çıkış noktasının ahlak olması kaçınılmaz bir zarurettir.

Mekanik ya da teknolojik gelişme ya da ilerlemeler medeniyet olsa idi, geçen yüzyılın başında, insanlığın hayallerinin üstünde bir teknik gelişmeye yol açan Nazilik mukaddes bir yol olur, Hitler bir peygamber gibi anılırdı. Zulüm ve ahlaksızlık bu sürecin medeniyet olmadığına herkesi ikna etmeye yetti.

Şimdi aradan geçen bunca zamandan sonra, insanlığın yeniden ama bu defa daha ustaca bir metotla, teknolojik üstünlüğün, paraya hükmetmenin medeniyet olduğuna inandırılması söz konusu. Hitler’in yaptırdığı füze teknolojisiyle uzaya gidip bununla insanlığa üstünlük algısı empoze etmek gibi, aslında ilahi kudretle savaşan ancak bunu açıkça itiraf etmekten kaçınan, iki yüzlü ve zalim bu zenginliğin medeniyetle bir alakası yoktur.

Fert planındaki tanıdık örneklerle bunu sıklıkla yaşarız. Sonradan görme tabirinin temsili mahiyetindeki bazılarının, çok pırıltılı ve süslü hayatlar yaşamaları, lüks ve ihtişamda boğulmaları onları asla medeni birer insan yapmaz. Bunu onların ahlak ve yaşantısından, insanlara yaklaşımlarından ve sosyal hayatlarından anlayabiliriz.

Zengin ancak terbiyesiz, varlıklı ancak ahlaksız bir adamın değeri, normal insanlar nezdinde ne ise; bunun devlet versiyonu da ancak aynı değere ulaşabilir. Mahallenin yüz karası bir adam ya da aile gibi, dünyanın yüz karası devletler ve toplumlar vardır.

Karun’a imrenen insanların, onun yerin dibine geçen saltanatı karşısında ulaştıkları idrakin Kur’an-ı Kerim’de bize aktarılmasından elde edeceğimiz temel mesele, medeniyetin zenginlikle olmadığıdır.

Üstünlüğün, büyüklüğün veya değerin yaslandığı temelin ahlak değil de güç ya da zenginlik olduğu durumlarda, medeniyetten bahsetmemiz pek mümkün olmayacaktır.

Şehirlerimizi imar ederken, ihya ederken, zenginleştirirken, kalabalıklaştırırken kısaca her bakımdan büyütürken, ahlaksızlığı küçültmemiz medeniyet yolculuğumuzun göstergesidir.

Ahlakın azaldığı yerde artan zenginlik, azgınlığın destekçisi ve göstergesi olurken; azgınlığın arttığı yerde çoğalan fakirlik, haksızlığın çokluğunu gösterir.

Medeni toplumların hedefi, dünyanın tüm hengamesine rağmen, insanların elde ettikleri ile huzur ve sükûnete ulaşmalarını sağlamaktır.

Dünya durdukça gelir dağıtımındaki eşitsizlik devam edecektir. Bu hayata Allah(cc)’in koyduğu bir kanundur, imtihandır.

Yine, dünya durdukça azgınlıklar ve serkeşlikler olacak ve insanlar bunlardan dertlenecek, rahatsız olacaklardır. Bu da yine “sünnetullah”tandır.

Mesele, insanların genelinin kendisine haksızlık yapılmadığına kani olmasındadır. Aldığı ücrette diğer kamu hizmetlerine kadar, layıkıyla karşılık gördüğüne ikna olan fert huzurlu olur. Böylesi fertlerin çoğunluğu teşkil ettiği toplumlarda ise huzur hakim olur.

08 Kasım 2021

İyi bir Antepli olmak zor değil

 

Temelde iyi olmak zor değil aslında. İyiliğin kendisi zor değil çünkü.

İyi bir insan olmak için özel gayret gerekmiyor. Fıtratına yani yaratılışına dönen, o hani çocukluk döneminde hiç bozulmadan ortaya koyabildiği bütün saflık ve masumluğuyla yaşanan şey fıtrattır ve iyilik onun doğal sonucudur.

Kendisine iyi davranan herkese gülümseyen bir çocuk asla aptal değildir. Bunu yapan büyük de ahmak değil! Kimin samimi kimin sahtekar olduğunu ölçme ya da anlama imkanının pek olmadığı düşünülürse; iyilikle bakana, iyilikle konuşana, iyilikle davranana iyilik etmek, iyi davranmak ve iyi konuşmaktan daha normal ne olabilir?

İyilik; kalbinde, büyüğü nifak, ortası haset ve küçüğü nefret olan felaket çemberini bozabilecek tek yoldur. Ve bunların arasında bulunan sayısız kötülüğü ve kötü emeli etkisiz kılabilecek tek ilaç.

İyiliğin icra yeri ve zamanı, son kullanma tarihi ya da sınıfı, mesleği, semti yoktur. Kim, nerede ve nasıl bir imkan bulursa onunla iyilik edebilir. İyi olabilir.

İyilik; evde, okulda, sokakta, markette, trafikte, hayatın her alanında mutlaka yanımızda dolaştırmamız, gönlümüzden çıkarmamamız gereken bir hazine gibi.

Kendisiyle bir mal ya da hizmet değil, gönüller satın alınabilen bir hazine!

Bir ailenin iyi bir ferdi, bir semtin iyi bir sakini, bir şehrin iyi bir halkı, bir ülkenin iyi bir vatandaşı olmak mümkün ve gereklidir. En azından, normal bir hayat sürmek isteyenler için.

Yaşadığımız şehrin, nüfus çeşitliliği, kültür farklılıkları, ekonomik dengesizlikleri ve tabii ki büyük olmanın getirdiği yükleri ile; iyi insanlara, iyiliklere ve iyi şehir halkına her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğu aşikar.

Ve daha da güzel olanı, bunun gerçekleştirilmesinin çok küçük adımlara, basit inisiyatiflere kalmış olmasında. Şehrin bir köşesinde yapılan küçük bir iyiliğin, halka halka yayılacağı mutlaktır.

Bize az gelen, kolay olan, basit bulunan birçok iyilik, başkaları için hayatlarının dönüm noktası olabilir.

Hayatlarının bir anına iyilikle dokunduğumuz her bir kişinin, bunun idrakine varması ve sonunda kendisinin de -farkında olarak ya da olmayarak- iyilik kervanına katılması işten bile değildir. Ki, iyilik muhatabından bir geri dönüş, bir karşılık beklenmeden yapıldığı zaman iyilik olur.

Bir karşılıkla yapılan her iş ticarettir.

İyiliğin satın alanı ve karşılığını verecek olanı ise Allah’tır. Mülkü aklımızın sınırlarını aşan ve kendisi için fakirlik ihtimali asla düşünülemeyen, zenginlerin de en zengini ve sadıkların en doğrusu, söz verenlerin en hayırlısı ve ücret ödeyenlerin en adili olan Allah ile ticaret yapmak, en karlı ve akıllı iştir.

Evden işe, trafikten çarşıya kadar, birlikte yaşadığımız her yerin, ortak kullanılan her alanın iyilikle kuşatılması gerekiyor. O kadar çok iyilik olmalı ki, kötülere ve kötülüğe kalan alan daralsın. İyiler ve iyilik değil, kötüler ve kötülük bunalsın.

Şehrin hayat damarlarında akan kan gibi sürekli devam eden ve devam etmek zorunda olan trafiğinde, iyi olarak kalmak ve iyi hareketlerde bulunmak, en azından kalp sağlığı kadar değerli ve vazgeçilmez bir seçenek.

İyilerle kötülerin hayatın her alanında olduğu gibi trafikte de varacakları yere ulaşmalarının süresi hiç değişmiyor. Çok kere şahit olmuşuzdur. Deliler gibi trafiği alt üst eden birileri, biraz ileride ya artık hareket edemeyecek kadar ağır bir kaza geçirmiş ya da kaderin cilvesi olarak, yol kapanarak onu engellemiştir.

Kötülüğün hızlı hareketlerle, başımızı döndüren başarılarla, güçlü sanılan büyüklüğüyle bizi yenmesine izin veremeyiz.

Dünya durdukça sürecek olan bu mücadele, iyilikle kötülüğün kavgası; bütün mesele ve davamız budur.

Öyle büyük kavgalardan bahsetmiyorum.

Sokağa çöp atan, bu kavgada yenilmiştir mesela!

Biz çöpümüzü sokağa attığımız sürece, batıya galip gelemeyeceğiz!

Tükürdüğümüz sokaklarda başı dik gezemeyeceğiz!

“Temizlik imandandır” hadisini duyduğumuzda, temiz olmadığımızda imanımızdan bir şeyler eksildiğini düşünmüyorsak, okuma bilmiyoruz demektir!

01 Kasım 2021

Duruşumuz kalitemizin resmidir

 Bugün hemen herkesin elinde dolaşan ve cebine sığan aletler arasında küçük bir ayrıntı olarak kalan kameraların temelinde yer alan İbni Heysem’in optik alanındaki keşifleridir. Onun hayalinde çoluk çocuğun elinde dolaşacak bir kameranın olup olmadığını bilemiyoruz. Ama sonucun vardığı yeri yaşıyoruz.

Işığın ve gölgelerin hapsedilme hikayesinin 11 yüz yıllık bir geçmişi olması yine de yeterince ilginç. İnsan fotoğraflamayı ve resimlemeyi pek bir seviyor. Öyle ya; bilmem ne adındaki, uluslararası üne sahip bir ressamın tablosuna verilen paralar, dudak uçuklatıyor.

Resmin kalitesi ressamından, emeğinden ve ortaya çıkan neticeden oluşuyor. Hoş yeni zamanlarda boş çerçevelere de büyük para verenler olmadı değil! İşin politik boyutu olduğunun resmi idi tabi o tabloda yer alan ama yoktu ve görülmedi.

Neticede her birimiz, her an meleklerin kayıt altına aldığı kareleri yaşıyoruz. Hayatımız anlatsak film olur diyoruz ya sorulduğunda, hah işte çok doğru; bir film oluyor zaten.

Bir önemli farkla ki; bu film piyasaya sürülmek ve sinemalarda hasılat rekorları kırmak için değil, ahiret akıbetimizi tayin için ve sadece bize özel çekiliyor. Kişiye özel film ve kişiye özel gösterim! Aleme rüsva olmayı kimse istemez ne de olsa…

Ne ki; her şey meleklerin kayıtlarından ibaret değil. Hayat devam ederken birçok şahidimiz de filmimizi daha çekim aşamasında izliyor. Sonradan düzeltmeler yapsak bile, olay anında izleyenler için artık biz, o karede gördüğü kişi ve hal oluyoruz.

Yani, sadece kameralar değil, insan gözü ve gönlü de kayıt alıyor. Verdiğimiz her bir kare, muhataplarımızın zihinlerinde bize dair bir fotoğraf oluşmasını sağlıyor.

Nasıl durduğumuz, nasıl konuştuğumuz, nasıl hareket ettiğimiz gibi veriler, insanlık kalitemizin en net göstergesi oluyorlar. Tabii eğer münafık değilsek!

Münafıklığı sadece dinde nifak olarak değil, hayatın her alanında bir tür duruş şekli olarak kullanıyorum. Yani marangoz olmadığı halde, meslek erbabı gibi davranan da bir tür münafıktır. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

İyi biri olmadığı, insanlara iyi davranmak istemediği, şartlar gereği içinden geldiği gibi olamadığından dolayı, genel kabul görecek bir duruş gösterme çabası da başlı başına münafıklığın resmidir.

Bütün konularımız ve konuşmalarımız, bir yerde dönüp dolaşıp insan kalitemize, insanlığımızın kalibresine gelip dayanıyor ve bir bakıma orada tıkanıyoruz.

Çok güzel işler yapmak istiyoruz. Pek teferruatlı planlar yapıyoruz. Detaylı kurallarımız, kapsayıcı kanunlarımız ve tabii cezalarımız var. Ama bir türlü istediğimiz huzur toplumunu kuramıyor, suçu azaltamıyor, uyuşturucu salgınını engelleyemiyoruz.

Büyük laflar ediyor, büyük katılımlı toplantılar tertip ediyoruz. Kocaman harflerle ilanlarımız, gözden kaçması mümkün olmayan ışıklı panolarımız var. Ama bir türlü anlatamıyoruz; bazılarına, bazı şeyleri!

Fotoğrafçımızın elimize verdiği resim pek iç açıcı değil. Kendimizi pek beğenmiyoruz. İnsanlarımız en yakınlarından en uzaklarına kadar, herkese karşı patlamaya hazır bir öfke bombası gibi geziyor.

Hak, hele de kul hakkı konusunda umursamazlığımız, artık hesaba ve kitaba, mizana ve sırata olan inancımızı sorgulatacak seviyelerde.

Bunun farkında olanlarımızın, en küçüğünden başlayarak adımlar atmaları gerekiyor. Küçümsenen ve değersiz sanılan pek çok şey birleşip dev sorunlar olarak karşımıza çıkıyor.

Toplumun en sorunlu kişilerinin verdikleri resmi, yine toplum olarak biz çiziyoruz. Hem fert olarak hem toplum olarak, bizi bizden başkasının bozması da düzeltmesi de mümkün değil.

Bir kelebeğin kanat çırpması ile oluşan ve hissedilmesi imkansız esintinin, biraz ileride fırtınaya dönüşme ihtimalini fark etmemiz gerekiyor.

Tıpkı sokağa attığımız her bir parça çöpün, dönüp dolaşıp bizi ve hayatımızı kirletmesi gibi; sokağa atılan her bir öfkenin, nefretin, zulmün ve küfrün geri dönüp bizi ve hayatımızı, hayatımızdaki diğer insanları etkilemesi kaçınılmaz bir sonuç.

Bir durup nefeslenelim ve kayayı delen damlalardan kaçının bizim elimizden sızdığına, yamuk yumuk taşları pürüzsüz birer cilalı çakıllara dönüştüren dalgaların başladığı noktadaki rüzgarın değişiminde kimin ne kadar etkisi olduğuna bir bakalım.

Bir şeylerin değişebileceğine olan inancımızı asla yitirmeyeceğiz. Fırtınalara yol açacak olan nefesi üflemek bizim sinemizde beslenen imana bağlıdır. Durduğumuz yer ve gösterdiğimiz duruş, Müslümanlığımızın kalitesinin resmidir!

25 Ekim 2021

Eşitlik hayaldir, adalet hedef

 Dünyada eşit paylaşım ya da denge sağlamak şeklinde hemen her ideolojinin hedefleri arasında koyduğu bir ütopya vardır. Çoğu zaman olayın maddi imkanların paylaşımı olarak algılanması, sol ve sağdan bakış açılarının da buna bina edilmesine yol açmıştır.

Sağcılar genelde solculara uyuz olduklarından; sosyalistliğin gereği olarak lanse edilen, eşit ekonomik imkan yalanına inat, dengeli olduğuna inandıkları, herkesin çalıştığı kadar kazandığı hayalini kapitalizmin temel unsuru bilip yola çıkarlar.

Solcular ya da komünistler için inanılan yalanın boyutlarının fikir dünyalarına sığmayacak kadar büyümesi yeterlidir. Bir zamanların hayal ülkesi SSCB yıkılınca, bütün umutlarını Küba’dan gelen haberlere bağlayan, arada Kuzey Kore aşkları depreşen bu kitlenin, sağlıklı bir sevinç yaşama şansı pek yok gibi duruyor.

Bu anlamda batıya tapan, AB kriterlerine iman eden ve yüce tanrı ABD’ye secde etmeyi fazilet bilen kapitalist hatta biraz da emperyalist köleler için, iyi bir maaş, iyi bir ev ve iyi bir tatil teslisini elde etmekten daha yüce bir makam yoktur.

Bütün bu hengamede, bir de görece bir şeylere sahip olduğunu zanneden ve kendini herkesten üstün görecek kadar hayattan ve insanlıktan habersiz kitleler var. Bizde bolca hem de…

O hep bildiğimiz; birkaç nesil önce buralara geldiği için kendinden sonra gelenleri aşağılama yoluyla içindeki ezikliği tatmin etmeye çalışan güruhun, hasbelkader muhataplarının ezik ve hatta fakir olmadığını fark ettiği ya da beklediği standartların üstünde bir hayat yaşamayı başardığını gördüğü anda hissettiği hayal kırıklığı ile geçirdiği cinnet sonucu, kuduz köpek gibi etrafına hırlaması, kişilik ve kimliğini ele veren önemli bir göstergedir.

İyi bir evde oturan, iyi bir araca binen Türkiyeli bir gurbetçi ne kadar Almanya’da kem bakış ve sözlere muhatap oluyorsa; buralarda da iyi bir arabaya binen ve iyi bir evde oturan Suriyeli o kadar düşmanca bakış ve sözü muhatap oluyor.

İşin tek farkı, orada bunu yapanlara çoğumuz Neonazi lakabını takıp lanetliyorken, burada bunu yapanlara milliyetçi ve vatanperver muamelesi yapılması!

Evet sevgili halkımız; Suriyeliler de normal insanlar. Yeme, içme ve benzeri insani ihtiyaçlarını gideriyorlar. Adetleri ve alışkanlıkları farklı da olsa, birlikte yaşamak pek de zor olmayan, simaları da bize çok benzeyen, dillerinin yarısını dikkatle dinlesek anlayabileceğimiz, ırk ve nesil olarak da bize çok uzak olmayan insanlar.

Suriyelilerin hepsi fakir ve işsiz değil!

Suriyeliler de muz yeme hakkına sahipler!

Suriyeliler de çalışıp para kazanabiliyor. Her ne kadar o pek dürüst(!) ve adil(!) insanlarımız maaşlarını, onların zor durumda olmasını fırsat bilerek oldukça düşük ödeseler de…

Suriyelilerin çocukları da çocuk, biliyor musunuz? Parkta bahçede oynamak istiyorlardır, emin olun. Evlerinde koşmak gibi en basit yaramazlıkları yapmak gibi…

Bu noktada tekrar başa dönüp, fikir ve bakış açımızın hangi yerine ve nasıl oluyor da sığdırdığımızı bir türlü kabul ve itiraf edemediğimiz faşist ırkçılığımızı yeniden sorgulamamız gerekiyor. Sağcı bir kapitalist miyiz, solcu bir sosyalist mi?

Adamlar, en ucuz iş gücü olarak kapitalistlerimizin arayıp bulamadığı kitle!

Adamlar, sosyalistlerin propaganda için kullanabileceği her türlü sosyal eksikliği yaşıyorlar. Aklı başında bir solcu için bulunmaz nimet varlıkları.

Müslümanlara söz söylemeye hiç gerek yok!

Müslümanlar için konu kardeşlik kelimesi ile başlıyor ve vefa, hüsnü zan, isar gibi ideal kavramlarla devam ediyor.

Yani demem o ki; dünyanın hangi kutbunda durursanız durun, hangi yönden bakarsanız bakın, gördüğünüz göreceğiniz dünyanın yuvarlık olduğu ve üstünde ebedi kalınmadığı olacaktır.

Kendini çok bir şey zannetmenin alemi yok, neticede geldiğimiz yer toprak, gideceğimiz yer toprak. Arada çamurlaşmadan yaşamak ve adem kalmak, insan olmak mümkün.

Bu arada evet, Suriyelileri de Allah yarattı ve onları da topraktan yarattı ve onlar da ölünce toprağa gömülüyor.

18 Ekim 2021

Okullarda güvenlik ve temizlik

 Büyük adımlar atarken, küçücük taşlara takılır insan ve insanın yaptığı her işte böyle küçük kusurlar birleşip devasa sorunlara yol açarlar.

Hızlı yürüyenin veya koşanın dengesi daha kolay bozulur, yüksek hızlarda seyreden araçların kontrolden kolayca çıkması gibi.

Çağımız bir nevi hız çağı; her şey ve herkes hızlı olmak zorunda. Eğitim de hızlandı, okullar da.

Eskiler hatırlar, kimsenin okul servisi olmazdı, en azından kenar mahallelerde. Ve herkes yürüyerek giderdi okuluna. Şimdi çok hızlı seyreden okul servisleri hayatın ayrılmaz bir parçası oldu.

Ben onlara “okul servisi terör örgütü” de diyorum. Genellikle trafikte terör estirdikleri ve bazen de çok can yakıcı kazalara sebebiyet verdikleri için…

Hızla hareket eden servisler, koşuşturan öğretmenler, yükselen internet hızları, derken hızla tüketilen bir hayat ve bir eğitim dönemi.

Bu hızlı işleyişin içinden savrulan, okulların çevresini mesken tutan ve her türlü suça meyilli, kullanılmaya çok müsait, sayısı belirsiz genç var.

Kenar mahallelerde ders veren, daha doğrusu vermeye çalışan öğretmenleri dinliyorum. Güvenlik eksikliğini, duvarları aşıp okullara giren elleri bıçaklı çeteleri, bahçelerde yaşanan kavgaları ve karmaşanın ortasında kalan öğretmenlerin çaresizliğini anlatıyorlar.

Bir başkası, okulun pisliğini, hademe tutacak bütçe olmadığını, velilerden para toplamanın yasak olduğunu anlatıyor.

Özet geçtiğim iki konu yani güvenlik ve temizlik, herhalde bir eğitim ortamının olmazsa olmaz ilk şartlarıdır.

Çöplükte gül yetiştirmek zor iştir, yetiştirseniz bile kokusunu alamazsınız, o pisliğin içinde kaybolur gider.

Devlet açtığı okulun güvenliğini sağlamakla yükümlü olsa gerek, temizliğini yaptırmak da en az binasını inşa etmek, öğretmenleri atamak ve diğer fiziki şartları sağlamak kadar önemli.

Acaba neden okulların temizliği umursanmıyor?

Neden güvenliği için bir çözüm bulunmuyor?

Okul çevrelerinde görev yapacakları ilan edilen timler ne oldu?

Gaziantep’in kenar semtlerindeki okulların bu kadar unutulmuş olması mümkün mü?

Eğitim yuvalarının bırakın öğrencileri, öğretmenleri bile tedirgin eden, bir kara kutuya dönüşmesi kabul edilebilir mi?

Kamu idaremizin tepe noktalarında yer alan gayretli ve benzer konularda oldukça hassas yetkililerimizin durumdan haberdar olmamaları düşünülebilir mi?

İlkokul seviyesine kadar inen okul çetelerine seyirci kalmanın sonuçları nedir, merak eden var mı?

Kaç çocuk mağdurdur, kaç çocuk bu şekilde suça itilmektedir?

Kaç ailenin umudu, evladı, ciğer paresi elinden kayıp gitmektedir?

Salgın hastalıkla bu kadar yoğun mücadele edilen bir dönemde, okulların temizliğinin göz ardı edilmesi görmezden gelinebilecek bir konu mudur?

Konunun ilgililerine ve en başta da valimiz sayın Davut Gül’e açık çağrımdır:

Lütfen okulların güvenlik ve temizlik sorununa el atın. Gayret ve özverinize pek çok alanda şahitlik ettik ve çözüm sağlandığını da gördük. Bu alanda atacağınız adım, hem eğitimcilerimizin hem de öğrencilerimizin hayatlarına direk dokunacaktır. Ailelerimizin beklentileri de bu yöndedir.

Elden ele ve dilden dile dolaşan şikayetlerin duyulması ve gereğinin yapılması, şehrin huzur ve güven ortamına sağlayacağı katkının yanında, eğitim ve öğretim hayatımıza da olumlu yansıyacaktır.

Çekirdekten temiz ve saygın bireyler olarak yetişen, suçtan ve kötü alışkanlıklardan koruyacağımız çocuklarımızın gelecekte ülkelerine sağlayacakları katkıda hepimizin payı olacaktır. Ya da tam aksi!

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...