30 Ocak 2023

Kibrin mayası şöhret

 Hepimizin onaylanmaya, beğenilmeye, takdir edilmeye, tasdik edilmeye, gururumuzun okşanmasına, alkışlanmaya, sırtımızın sıvazlanmasına, gıpta edilmeye ve hatta kıskanılmaya, -hadi ihtiyacımız demeyeyim de- meylimiz var.

Fıtratımız böyle. Kulluk etmemizin sebebi de bu, isyan etmemizin sebebi de…

Allah(cc) bizi takdir etsin, sevsin, razı olsun diye yaşıyoruz, daha doğrusu yaşamamız gerekiyor. Buna kulluk diyoruz. O’ndan başkaları da sevsin, razı olsun diye bir meylimiz ortaya çıktığında, buna farklı gerekçeler ve cevazı için teviller bulabiliriz.

Mesela, Allah(cc) için yaptıklarımız sebebiyle, Müslümanlar bizi sevse, takdir etse, razı olsa, bunda herhangi bir beis olmaz. Çok normal bir durumdur. Ancak bir yere kadar! Bu takdirin ve sevginin kibri beslemesi durumunda, riyaya kapı aralaması anında, her şey yer ile yeksan oluverir.

Kibir ve riyayı en çok besleyen hal hangisidir diye üzerinde düşündüğümüze karşımıza çıkan bela ise şöhret oluyor. İnsan, ahirette kendisini mahvedecek olan ve kalbinde bulunması durumunda cennet kokusu almasına mâni olacak bu hastalığa en çok da şöhret sebebiyle kapılıyor.

İnsanların sevgisi, takdiri, beğeni ve alkışı nefse hoş geliyor. Bunu artırmak istiyor, zira nefis için doymak söz konusu bile değil. Daha çok beğenileyim, daha çok alkış alayım derken, riyaya kapılmak ve yapılanları Allah(cc) için değil insanların takdiri ve rızası için yapar konuma düşmek işten bile değil.

Burada durmak ne mümkün! İnsanlar alkışladıkça kibre, kibir arttıkça riyaya kapılan insan, ters makas tarafı gibi aynı anda şöhretinin de artması ile imtihan ediliyor.

Çok konuşan, çok dinlenen, çok beğenilen hocalar ise bu noktada en ağır imtihanı vermek zorunda kalıyor. Zira, Allah(cc) dağına göre kar veriyor. İlmine ve nefesine göre imtihan! Şöhreti kadar hesap!

Bir yerde aniden yıldızı parlayan ve sosyal medyada üzerinde çok konuşulan hocalarımız, artık kendilerini kontrol edemez hale geliyor ve sürekli gündemde kalmaya çalışıyorlar. Hemen her konuda mutlaka sözlerinin olması bir yere kadar normal olan bu zatların, kibirlerinin en net alameti ise, sürekli birilerini fırçalamaları ve özellikle ne olursa olsun Müslümanları suçlu çıkarmaları ile görülüyor.

Yahudilerin başarıları nedeniyle Müslümanlara kızıyor, Hristiyanların sapkınlığı sebebiyle Müslümanlara kızıyor, dünyada yayılan azgınlıklar Müslümanlara kızılma sebebi, zulümlerde yine Müslümanlar suçlu, ekonomik dengesizliklerin sorumlusu da Müslümanlar!

Bazı hocalarımız ellerinde sopa, başımıza dikilmiş dünya hapishanesi gardiyanları gibi, sürekli bizi dövüyorlar!

Bir şey olsa da bahane edip Müslümanlara kızsak, kınasak diye bekleyen ve kendisi de Müslümanlardan olan ama vazifesini böyle ifa ettiğini zanneden ilginç bir bakış açıları var.

Allah(cc) onlara bizi dövme görevi vermiş gibi bir titizlikle habire vuruyorlar! Ne kadar çok Müslüman döverlerse o kadar çok görevlerini ifa etmiş olmanın huzurunu yaşıyorlar adeta…

Çünkü onlar büyük adamlar, büyük hocalar. Döverler, söverler ama biz onları sevmek ve dinlemek zorundayızdır. Kürsülerden ya vakardan yoksun bir eziklik ya da tevazudan mahrum bir kibirle seslendikleri ümmetin bu nispeten rahat coğrafyasında yaşamak durumunda olan bizler hep suçluyuzdur.

İşin garip yanı, bu durumda olmayan ve hakikaten vazifesini onurla, sabırla, vakarıyla ve tevazusuyla örnek olarak ifa eden, sayısı çok daha fazla hocalarımız var ama onların şöhreti bu kadar olmadığı için haberimiz olmaz kendilerinden. Hoş olması da şart değil. Onlar da bunu pek istemezler zaten. Niyetleri bizim alkışlarımızı, beğenilerimiz değildir ki zaten. Biz beğenmesek de hakkı söyleyecek ve savunacak olan adam gibi adamların varlığı bize umut oluyor, hamdolsun.

Yaşadığımız bu rahatsız edici gelişmeler ve maruz kaldığımız bu şöhretli hocalar hakkında, mutedil ve samimi uyarılar yapan ilim ehli de var şükür. Onlar da bu Müslümanları dövme hastalığının terk edilmesi ve biraz da takdir edilmeleri için gereken uyarıları yapıyorlar.

Neticede, şöhret bu hocalarımıza iyi gelmedi görüyoruz ama elimizden bir şey de gelmiyor. Zira hem kendileri hem de sevenleri bu durumdan pek hoşnutlar. Allah(cc) kalplerini riyadan ve kibirden korusun da kendilerine de bu dine de zararları dokunmasın diye dua etmekten başka bir şey yapamıyoruz.

23 Ocak 2023

Mukaddesatın muhafazası

 İnsan ne için yaşar sorusuna herkesin bir cevabı vardır. Bu cevaplar kişinin inancı ve hayata bakışı ile şekillenir. Bazılarımız için hayat, uğrunda harcanmaya değecek değerler için yaşanırken; kimimiz için de yiyip içmek, devran sürüp göçmektir.

Bizim için ise gerek hayatı gerekse içindekileri anlamlandırma yolculuğumuzun temel rehberi dinimizdir. Vahye ve peygamberlik hikmetine dayanan bir bakış açısı, bir anlamda sıfatımız ve şiarımızdır.

Bir Müslüman için Kur’an ve hadis bilgisi ve bu iki kaynaktan beslenen ulemanın ulaştığı hakikatlerin değeri hayatın anlamını ifade eder.

İşte bu kadim mirasın ve medeniyetin, ilim ve hikmet sahipleri ulemasının ortaya koyduğu, insan ne için yaşar sorusunun cevabı olabilecek ve nihayetinde kulluk amacını izah eden, başlık olarak dinin dünyada gerçekleştirmeyi emrettiği (makasidu’ş-şeria) ve gerek mensuplarına gerekse muarızlarına vaat ettiği hususlar şunlardır.

  1. Akıl emniyeti
  2. Can emniyeti
  3. Mal emniyeti
  4. Nesil emniyeti
  5. Din emniyeti

Bir toplumun huzur ve güveni, refah ve düzeni, kültür ve medeniyeti, ancak bu hususlarda halkına sunacağı imkân ve garantilerle mümkün olur. Tarih boyunca da bu konularda emniyeti sağlayan devletler payidar olmuş ve halklarının destekleri ile ayakta durmuşlardır.

Bu, bir nevi devletlerin dayanması gereken temel dayanaklar olarak da görülebilecek konular eksildikçe, toplum barışı ve devlet gücü azalmıştır.

Netice olarak, medeniyet diyebileceğimiz her yapı ve oluşumun bunları sağlama mecburiyeti vardır.

İnsanların canını, malını, aklını, neslini ve dinini güvende hissetmediği ortamlarda, bir kalkınmadan, gelişmeden söz edilemeyeceği gibi, topyekûn bir medeniyetten hiç bahsedilemez.

İslam, bu hedeflerin gerçekleşmesi için yasaklar ve kurallar koyar. Örneğin mensuplarının akıl selameti için, aklı iptal eden ve sarhoşluk veren şeyleri yasaklar. İnsanları aldatmayı ve sahtekarlıkları engellemeyi vazife olarak verir. Mal emniyeti için, olası hırsızlıklarda şartlara bağlı olarak şiddetli cezalar emreder. Can emniyeti için cinayetlere fıtrata uygun olarak kısas kuralını getirir. Nesil emniyeti için zina ve fuhşu kesinlikle yasaklar. Din emniyeti için, tüm ibadethane ve ibadet ehlinin korunmasını ve saygı ile muamele edilmesini ister.

Bu örnekler çoğaltıldığında görülecek olan manzara bir medeniyet kurgusu ve hedefidir.

Şu an yeryüzünde kendilerini medeni olarak lanse eden ve gerçekte ise sadece zengin ve gelişmiş diyebileceğimiz batı dünyasında insanların bu beş konuda kendilerini güvende hissetmeleri mümkün değildir.

Geçen hafta açıklanan bir istatistik bilgisine göre, Avrupa’nın en organize devletlerinden Hollanda’da geçen 2022 yılı boyunca 1,8 milyondan fazla kişi cinsel taciz veya tecavüze maruz kalmış. Bu konularda batı medyasına yansıyan bilgiler, hemen her devlet için benzer sıkıntıları ortaya koyuyor.

Batıda insanların aklı, nesli, canı, malı ve dini güvende değildir. Doğu için de aynısını söylemek gerekir elbette. Ancak batı hayranlarının orasını görece bir cennet gibi tasvir etmeleri sebebiyle vurgulama gereği duyuyorum.

Konu İslam ve Müslümanlar olunca batıda kurallarının lastik gibi esneyebildiğini, gerekirse kanunların kenara itilebildiğini birçok örnekle yaşayarak öğrendik.

Yukarıda sıraladığımız dinin ve hayatın olmazsa olmaz hedefleri olarak isimlendirebileceğimiz emniyet konularının, en nihayetinde sıra İslam’a gelince iptal edilmesi bile tek başına batının bir medeniyet olmadığının göstergesidir.

Zengin ve güçlü, barbar ve zalim batı, işine geldiğinde fikir özgürlüğünü kullanarak İslam’ın mukaddesatına saldırmakta bir beis görmüyor. Bu iki yüzlülüğün getirdiği yüzsüzlükle, hala bize medeniyet pazarlaması yapmaları ve aramızdan müşteriler bulmaları da bizim ayıbımız olarak duruyor.

Batı medyası ve uzantılarının yalan yanlış yayınlarıyla aklımızla oynamaları, televizyonlarının nesillerimi ve aileleri ifsat eden yayınları, satışı ve ticareti serbest olan sarhoş edici maddeler, yasak olsa da yayılan uyuşturucu ağı, ara ara hortlayan İslam düşmanlıkları ile vahşi bir hayvan gibi yapılan saldırıları, dinimizi ve temel değerlerimizi aşağılamayı ve hakareti kendilerinde bir hak görmeleri, asla bir medeniyet olamadıklarının sonucudur.

Bize düşen ise; gücü yetenin eli ile, ona gücü yetmeyenin dili ile direnmesi ve karşılık vermesidir. Bunlardan hiçbirine güç yetiremeyen ise en azından kalbiyle bu durumdan nefret ederek kendini korumasıdır.

Dininizi, aklınızı, neslinizi, malınızı ve canınızı koruyan Müslümanlar! Hayatın anlamı bunlarla kaimdir.

16 Ocak 2023

Politika ve dava

 İnsanın fıtratı gereği çevresinde olup bitenlere bigâne kalması söz konusu olamaz. Öyle ya da böyle, bir şekilde politik gelişmelerin gölgesinde bir gündemle yaşıyoruz. Geçen haftaki köşemizde sözü Müslümanın politik gelişmeleri kulluk bilinciyle izlemesi ve yerini de buna göre belirlemesine işaret etmeye çalışmıştık.

İşin elbette manevi yönü ve sorumluluğu kadar kişinin kendine olan saygısı, ahlak anlayışı ve nihayetinde ortaya koyacağı duruşun erdemi olmak zorunda. Esasen Allah’a kulluk; kendine saygının da, erdemin de en kestirme ve kesin yoludur. Biraz daha açabilmek adına detaylandırmaya çalışayım.

Kendimizce doğru gördüğümüz bir politikacının peşinden gidiyoruz varsayalım. Siyasi görüş diyemiyorum zira günümüzde artık siyasi görüşten ziyade liderlerin ardından yürümek revaçta. Her birini ayrı ayrı tarttığımızda fikir ve inanç planında, en azından söylemlerinde aynı ya da birbirine çok yakın oldukları görülecek olan politikacıların, iktidar kavgasında ciddi rekabet hatta düşmanlıklara kapıldıklarını görünce, olayın bir dava olmadığını ya da dava ise de şahsi ikbal davası olduğunu düşünmemek elde değil.

Bu da bir yere kadar anlaşılabilir. İnsandır, içinde Firavun olma potansiyeli de taşır, Ömer olma arzusu da. Kendini elbette Ömer olacağına ikna etmiştir. Çevresindekiler de onun bir Firavun adayı olduğuna ihtimal verdiklerinden değil, adil bir yönetim ve başarı sağlayacağı umudu ile ardından yürürler.

Bu noktada sorun, peşinden gidilenin kusursuzlaştırılması veya hatalarına teviller yapılarak hatta fazilete dönüştürülerek masumlaştırılmasında ortaya çıkıyor.

Öyle bir yere geliniyor ki; lider ne derse desin, sorgusuz sualsiz savunmak, yaptığının mutlaka bir açıklaması olduğuna inanmak, asla eleştirmeye yanaşmamak politik sadakat olarak algılanıyor. Tabii ki, aksi de politik ihanet!

Oysa bizim gibi sıradan vatandaşlar için, bu insanların da insan oldukları, hata yapabilecekleri, kusurlarına rağmen olabilecek en iyi tercih oldukları gibi bir yerde durmak da mümkün. En azından kendimize olan saygımızı korumanın bir yolu bu.

Başkasının hatalarını savunmak zorunda hissetmek nasıl bir düşüklük halidir?

Bir başkasının ikbal ve menfaati için kendi ahlak ve erdeminden ödün vermek hangi izanla açıklanabilir?

Daha da vahimi buna; olması gereken bu, dava bu, yol bu diye kendini inandırmak nasıl bir kandırmadır?

Bir politikacının başarısı bir Müslümanın davası olabilir mi? Buna kendini nasıl ikna eder bir insan?

Hayır arkadaşlarım, politik bir mücadele Müslümanın davası olamaz! Olsa olsa dava yolculuğunda bir tümsek, bir engel, bir hendek olur.

Dava, insanları Allah’ın dinine davet etmekten ibarettir. Bunu yapmak için kullanmak zorunda olduğumuz zaman, mekân ve imkanların tamamı sadece malzemedir. Politika yaparak kulluk vazifesini yerine getirmek ve davasını tebliğ etmek herhalde en zor ve engebeli yola çıkmaktan daha beter bir tercihtir.

Politikanın içinde barındırdığı en büyük risk, kendisine dalanı dibine çekmesi ve suyunda eritmesidir. İnsanın diline, haline ve ameline yerleşen yanlışların zamanla ruhuna, gönlüne ve kalbine işleyecek olması, kaçınılmaz bir ihtimaldir.

Allah’ı zikrettiğinden çok partisinin adını, liderinin namını tekrarlayan bir dil; ölümü ve hesabı andığından daha çok seçimi ve oyları hesaplayan bir gönül; insanlara takva ya da erdemleri sebebiyle değil, sıfatları ve makamları kadar muhabbet kuran bir kalp; hangi davanın neferidir ve daveti kimedir, neyedir?

Evet, İslam toplumu olarak politikaya dahil olmak konusunda öyle güzel ikna olduk ki, aksi bir söz ya da tavrı ciddiye alacak halimiz kalmadı. Hayatımız, Müslümanlığımız ve davamız politik akışa göre şekillenir oldu.

İşte bu yüzden, bir yerde durun diye bağırmak gerekiyor.

Durun ey Müslümanlar!

Hesabını Allah’a vereceğimiz bir hayatı yaşıyoruz. Akıbet seçim sandıklarında değil, amel defterlerinden çıkacak sonuçla belirleniyor.

Tamam, apolitik olmayın ama politikanın oyuncağı da olmayın. Tamam, güzel işler yapan adamları sevin ama o adamların ikbalinin davacısı da olmayın.

Neyi, neden savunduğumuzu ve kimin peşinden neden gittiğimizi arada sorgulamak iyidir. Bir durun, düşünelim…

09 Ocak 2023

Biraz apolitik olsak

 Yetmişlerin sonlarında ülke olarak politikanın maşasıyla evrilip çevrilen ve ateşlere bandırılan bir yerdeydik. O günlerde herkes bir taraftan olmak ve diğerleri ile bir şekilde mücadele etmek durumundaydı. Aklımız çok ermediğinden bunu hayatın normali zanneder, hatta politik partileri din zannederdik. Uğrunda kavga verilen ve hatta gerekirse ölünen bir şey ne kadar değerli olmalıydı!

O günlerde de bu işlere bulaşmadan hayatına devam etmek isteyenler az da olsa bulunurdu. Bunlardan birinin hikayesini bir akrabamdan dinlemiştim, anlatayım.

Bütün derdi okulunu bitirmek olan ancak İmam Hatipli olması hasebiyle doğal olarak sürecin bir yanında görünse de, fiilen bir şeye bulaşmadan yaşayan bir arkadaşlarını, zorla ikna ederek sağcıların kahvehanesine çay içmeye götürdüklerini söylemişti. Hasbelkader onlar çay içerken kahve solcular tarafından otomatik silahlarla taranmış. Kendileri yani kavganın ortasında yaşayanlar daha araçlar kahvenin önünde durduğu anda yerlere atarak canlarını kurtarmışlar ancak o ilk kez kahveye çay içmeye gelen ve hayatında böyle bir tecrübe yaşamamış olan arkadaşları alnından vurularak oracıkta can vermişti. Çünkü donup kalmıştı öylece, olayın şokuyla saklanmak bile aklına gelmemişti.

Evet, apolitik olmanın böyle bir dezavantajı var. Kavganın nasıl verildiğini ve ne şekilde hayatta kalınacağını bilmiyorsunuz. Tabi olay o günlerdeki noktadan oldukça uzakta. Şimdinin kavgaları ve silahları baya farklı.

Ve fakat, millet olarak herhalde fıtratımız gereği, günlük olarak politika dozumuzu almadan yaşayamıyoruz. En azından akşam haberlerini izleyip, ortamdakilerle yorumlamadan gözlerimize uyku girmiyor.

Dünyada bir benzerinin daha olmadığını düşündüğüm, ciddi bir meşgale ve günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak ülke meselelerinin sürekli konuşuyoruz. Sayısını bilmediğimiz haber kanallarımızda her akşam bir tartışma programı illaki bulunuyor ve seyircisiz de kalmıyor.

Hayatımıza öyle ya da böyle mutlaka etkisi olacak bu politik gelişmeleri günübirlik bilmesek aslında çok şey kaybetmeyiz ama bu bir nevi milli spor gibi, yapmadan duramıyoruz. Bir yere kadar bunu da kabullendik artık. Kendimizi eleştirmenin bir faydası olmuyor zira bu konuda. Genlerimize işlemiş bu politik takip arzusuna gem vurulamıyor.

Ancak bir başka açıdan, bu her şeyden haberdar olmamız aynı zamanda her şeyden de etkilenmemiz anlamına geliyor. Doğru ve yanlışı, iyi ya da kötüyü bakış açımıza göre belirlemeye başladığımızda ruhumuzu politikaya teslim ettiğimizde, işler sarpa sarmaya başlıyor.

Salt kötü olan ve bu topraklarda kötülük adına işlenmiş ne cürüm varsa altında imzası olan birileri bize mevcut şartlarda politik müttefik olarak duruyor diye, sahiplenmenin ve hatta savunmanın akıl, izan ve vicdanla izah edilir bir yanı yoktur.

Tamam, “şartlar böyle gerektiriyor” dense anlarız bir yere kadar, zira dünya burası ve menfaat en vazgeçilmez meyvesi.

Bir Müslümanın ruhunu şeytana kaptırmasının çok farklı yolları olabilir ama herhalde en acıklı hali, dininin düşmanlarını savunur hale geldiği halde bunu normal görecek kadar şuurunu kaybetmiş olmasıdır.

Hatırlatmakta fayda olur umuduyla yeniden yazayım: Dünya her Müslüman için ahiretin tarlasıdır, ekilir ve biçilir. Hasat zamanı ahirettedir. Buraya çok değer vermenin, çok hırs yapmanın, iktidar ya da güç peşinde heba olmanın İslamlıkla yeri yoktur.

Allah’ın bize yüklediği vazife kulluktur! Firavunlarla da Nemrutlarla da mücadelenin amacı bu idi. Necid çöllerini aşan ve Medine’den aleme yayılan bu dinin temel düsturu, Allah’a kulluktur.

Kulluk hayatın her alanında farklı şekillerde sürekli devam eden bir eylem şeklidir. Yaptığımız her iş bu kulluk vazifesinin bir yerindedir; ya içinde, ya dışında!

Kesin olarak hepimizin bildiği bir gerçek var!

Allah’a kulluk ederken şeytanla ahbaplığımız devam edemez.

Allah’a secde ederken bizimle birlikte alnı secde görmeyenle ahbaplık edilemez.

Ben hem şeytanla dost hem de Allah’a kul olarak kalabilirim diyen sadece kendini kandırır. Şeytan ve avenesi, kul olarak kaldığınız sürece, asla bizimle dost olmayacaklar!

Öyleyse, politik duruşumuza kulluk vazifemizin içinde mi kalıyor, dışında mı diye yeniden bakmamız gerekiyor. Dışında ise bunu “cihat” ile örtmemizin münafıklıktan farkı olmadığını görmemiz gerekiyor.

02 Ocak 2023

İman ve iyilik

 Son dönemde düşünce temelleri İslam üzerine inşa edilen ve Müslümanlar arasında yetişen bazı cidden akıllı ve kaliteli fikir sahiplerinin bile iman etmenin ya da daha kolay tabirle Müslüman olmanın insanın iyi biri olmasına yetip yetmeyeceğini düşünür hale gelmiş olmaları, bana oldukça hüzünlü bir sona gidişin işaretlerinden biri gibi geliyor.

Görece olarak iyi biri ile iman ettiği halde o an ve o düzlemde iyi sayılmayan bir diğerinin mukayesesi üzerinden başlayan ve “bu iyi adam şimdi cehenneme gidecek ama bu kötü adam, sırf iman etti diye cennete mi gidecek, nerde adalet” gibi söylemlerin, felsefi altyapısı ve edebi söylem marifeti olanların dillerinde daha tumturaklı şekillerde dillendirildiğine rastlıyoruz.

İman etmek yerine iyi olmayı önceleyen ve öne çıkaran düşünceler masum değil tam aksine imana yönelik bir saldırının dışa vurulmasıdır. Bunu fikir ve dil sahibi bir yapıyorsa farkında olmadığını düşünmemiz mümkün olmaz. Bilerek ve isteyerek, iyi olmakla iman etmeyi mukayese etmekte ve iyi olmayı imandan üstün görmekte ve göstermektedir.

Halbuki iyi olmak için öncelikle iyi olmaya, iyi olmanın doğruluk ve gerekliliğine inanmak gerekir. İyiliğe inanmadan sadece hayvani bir dürtü ile iyilik yapmak diye bir şey olabilir mi? İyiliğe dair kalbinde bir inanç taşımayan nasıl ve neden iyi olacaktır? İyi olmanın iyi bir şey olduğunu düşünmeden iyilik etmez kimse. Aksi halde şuursuz bir varlık durumuna düşer insan.

Ayrıca imansız iyiliğin sınırlarını kim ve nasıl belirleyecektir. İyi olmak dediğimiz şeyin kaynağı ve doğruluğu nasıl belirlenecektir? İmanı ve onun tabii sonucu vahye tabi olmayı ve erdem ve ahlaki değerlerin kaynağını oradan almayı devre dışı bıraktığınızda yani iman etmediğinizde, neyin iyi olduğuna kim karar verecek ve nasıl bir ortak ahlaki duruş geliştirilecektir?

Ortada sanki iman edenlerin iyi olmadığı ve başka bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu gibi bir manzara koyup ardından da insanları iman etmeyi boş verip iyi olmaya çalışmaya davet eden bu yaklaşım temelden iman karşıtlığının iyilikle maskelenmesinden başka bir şey değildir.

İmandan maksat elbette iyilik ve kötülük belirleme hakkını da Allah’a(cc) ve Rasul’üne(sas) vermek ve İslam’ın iyilik olarak gördüğü işlerle meşgul olup neticede iyi bir Müslüman olarak ahirete göç etme arzusudur.

İslam fikrinin temelinde yatan ve her Müslümanın kendini konumlandırmak için gayret ettiği yer; takva sahibi olarak yani iyilik ve kötülük konusunda dinin kurallarına uyarak yaşamak, bunu tam bir ihlas yani gerçekten doğru ve gerekli bir davranış şekli olduğuna kalben de inanarak samimiyetle yapmak, kalbindeki iman ve yaşantısındaki ameller arasında uyumu tam olarak sağlayarak selim bir hal üzere can vermektir.

İnancımız bize iyi olmayı emretmekte iken, iyi olmak için başka bir yönlendirmeye ya da iknaya ihtiyaç duymak, net bir şekilde imanı ve gerekliliklerini tam idrak edememek gibi bir noktada sallandığımızın resmidir.

Sağlam ve samimi bir iman, kişinin iyi olmasına yetecek en önemli kuvvettir. İmandan başka hayat boyu iyiliği emredecek ve denetleme mekanizmalarını kuracak başka bir duygu yoktur. Vicdan ya da kişisel merhamet gibi özel durumlar bir yere kadar idare eder ancak genelde takılır ve sahibini yanıltırlar.

İman ettiğini söyleyen ancak bunun gereği gibi yaşamayanların haline bakarak, imanı mahkûm etmeye çalışmak ve iyilik mefhumu karşısında imanı mağlup göstermek ciddi bir kurnazlık ve hiç de masum olmayan bir yoldur.

Bu yüzden, evet iman her şeydir. İman olmaksızın yapılacak hiçbir iyiliğin ahirette karşılığı yoktur. İman ettiği halde kötülük edenlerin ise kurtulma umudu vardır. İman belirleyici etken, asıl konu ve olmazsa olmazdır.

İman etmediği halde dünyada iyilik edenlerin karşılığı ise yine dünyada görecekleri iyi muameleden ibarettir. Zaten onlar iyiliği, ahirete iman etmeyen biri için oldukça makul bir beklenti olarak dünyada karşılığını bekledikleri için yaparlar.

Biz inandığımız gibi olduğumuzda bu tartışma son bulacaktır, zira iyilik zaten o halin adıdır. İyilik Müslümanlıktır, İslam üzere yaşamaktır, İslam’a teslim olmaktadır.

29 Aralık 2022

“Seçkin bir kimse değilim”

 Meşhur şairlerimizden Cahit Zarifoğlu’nun dizesidir bu ve ilk bakışta kolay söylenebilen ve çoğumuza pek de özel gelmeyen dört kelimelik mısra, aslında çok değerli bir idrakin kapısını aralayan muhteşem bir anahtar olarak önümüzde duruyor.

Kendimizi, ailemizi, çevremizi, neslimizi, ırkımızı yahut buna benzer seçmeden sahip olduğumuz bazı özelliklerimizi başkalarından üstün ve değerli görmek gibi bir haleti ruhiye içinde yaşıyorsak, bu mısrayı anlamak bir yana dillendirmek bile bize göre değildir.

Öyle ya; seçkin bir kişi, bir millet ya da bölgeden geldiğimize inanıyor ve bununla kendimizi tatmin ve takdim ediyorsak, bir anda üstünde durduğumuz kaidenin kırılması anlamına gelecektir bu kısa mısra.

Oysa bizden önce ve hatta aynı zamanda milyonlarca insan bizim vazgeçilmez sandığımız imkân ve şartlardan mahrum olarak yaşadı ve yaşıyor. Firavunun sarayında bizim kaloriferli ve klimalı dairelerimiz kadar lüks imkanlar yoktu ama bir şekilde o da ısındı ve serinledi.

Ne krallar ne de köleler kendilerinden sonra gelecek nesillerin daha iyi şartlarda yaşama imkan ve ihtimali olacağını düşündü ya da dert etti. Herkes sahip olduğu ile yaşadı ve çekildi toprağın altına.

Onlar da mutlu oldular, hayat sürdüler ve nesiller boyu değişmeden halen devam ediyor bu. Bizden çok daha değerli insanlar bizden çok düşük şartlarda yaşadılar ama bu onları değersizleştirmedi. Aksine hala kendilerinden hasretle bahsettiğimiz güzel hatıralar bırakıp gittiler. Ya da tam tersi…

Kendimizi insanlığın seçkin nesli görmemize gerek olmadığı gibi, bunun nasıl bir hadsizlik olacağını da azıcık tarih bilen her birimiz gayet iyi anlayacaktır.

Tarih, kendilerini seçkin milletler ya da topluluklar zannedenlerin silinip gittikleri bir hikayeler serencamıdır adeta. İyiler ve kötüler, tıpkı iyilik ya da kötülük gibi daim olamadılar, “sıradan” insanlar da “seçkinler” de sürekli dünyada kalamadılar.

Aslını ve neslini seçkin bilmek hadi imkanları olanlarda biraz kullanılır malzeme olsa da, kendine yetmeyen, hayatını zor ikame edenlerde çok sırıtıyor. Benzer bir durum milletler ve devletler için de geçerli. Halkları seçkinlik hayalleri ile avunan zayıf ve fakir devletlerin yenilgi ve yıkımların altında ezildikleri ayrı bir gerçekliktir.

Kendimize az gördüğümüz ve daha fazlasını hak ettiğimizi düşündüğümüz şeyler, büyük ihtimalle tam da layık olduklarımızdır. Fazlasını hak ettiğimiz ve bir şekilde elde edeceğimiz fikri bir umuttur. Umudun ise garantisi olmaz. Fazla umutlu olmanın fazla kırılgan olmakla direk bir bağlantısı vardır.

Önce kendimizle ilgili kısmı çözecek ve sıradan bir insan olduğumuzu fark edecek, idrak edecek ve ikrar edeceğiz. Bizi başkalarından üstün kılacak meziyetin, gönlümüzde barınan ihlas/samimiyet ve takva/hassasiyet ile ilgili olduğunu unutmayacağız. Başkalarının ölçme imkânı pek olmayan bu kriterleri en iyi biz kontrol edebiliriz.

İnsan türünün en seçkinleri, pençelerindeki güçle yahut daldan dala zıplamadaki marifetleriyle ölçülmez. Aynı şekilde hızlı koşanımız ya da pek güçlü olanlarımız da seçkinlerimiz değillerdir. Öyle ya bizden hızlı koşan ve daha güçlü olan nice hayvan var.

Aynı şekilde, tenimizin rengi yahut damarlarımızda dolaşan kan da bize bir seçkinlik kazandıramaz. Zira hepimizin kanı kırmızıdır, beyazların kanı bile!

Neticede ölümün eşitleyeceği hayatları yaşıyoruz. Bütün temel matematik işlemleri gibi, sonuç eşittir (=) işaretinden sonra gelecektir, yani ölümden sonra…

Kim seçkin, kim değil; kim özel, kim sıradan göreceğiz, gösterecekler…

26 Aralık 2022

Kurtuluşu kurtarmak!

 Kelimelerin ve kavramların, günümüzün her şeyi ezip geçen, yakıp yıkan, hızlı ve değişken, samimiyetsiz ve bir o kadar da sahtekâr yaşam tarzında kendilerini korumaları pek mümkün olamıyor.

Bu kaypak düzlemde insanların ve olayların da ayakta kalmaları, kaim olmaları, geleceğe umutla yürüyebilmeleri de bir o kadar zorlaşıyor.

Günün heveskar ve hızlı değişiminden ve pek çok şeyi yozlaştırma becerisinden, geçmiş de nasibini almaktan kurtulamıyor ve mazinin en değerli hatıraları içleri boşaltılarak, kuru birer görüntüye yahut anın rüzgârı ile uçan bir balona tebdil ediveriyor.

Değerlerin muhafazası, köklerin korunması, dalların kesilmemesi, yaprakların kurumaması, meyvelerin çürümemesi için atılan her adım, bir yerlerden atılan taşlarla, çamurlarla ya da küçümser bakışlarla bir köşeye mahkûm edilmeyi çalışılıyor.

İşte bu ahval ve şerait içinde, her yıl bugünlerde şehrimizin bir mütareke ile kurtuluşunu hatırlarken, esarete düşerken verilen destansı direnişi de yad ediyoruz. Fransızların adını her yıl yere tükürür gibi anarken, dönemin Ermeni çetelerinin ihanet ve vahşetlerini unutmuyoruz.

Salonlarda ve meydanlarda konuşuyor, bayraklar sallıyor ve şiirler okuyoruz. Sonra bugün itibariyle yani 26 Aralık olunca, Ramazan’dan çıkmış Müslümanın sevinçli iştahına benzer bir hevesle hayatımıza devam ediyor ve önümüze konan Fransız artıklarını, Ermeni döküntülerini gayet de mutlu mesut kucaklıyoruz.

Kurtuluşun bir şuur olduğunu ve özgürlük denen şeyin yalnız muhasara edilmiş bir şehirden huruç olmadığını, hürriyetin kutsal olduğunu ve kültür denen şeyin işgal edilmesinin ve yıkılmasının, taşların ve toprağın işgal ve yıkımından daha ağır bir felaket olduğunu unutuyoruz.

İşgalcilerimizin dilleri ve alfabeleri bize ecdadımızın dilinden ve alfabesinden daha sevimli gelmek bir yana, geçmişin izlerine düşmanlık edenlerle omuz omuza bir zafer kutlaması yapacak kadar da rahatız.

Dil ve kültürünü kaybeden şehrin kurtulduğunu kim ve nasıl iddia edebilecek ki? Antep lehçesi sadece skeçlerde kahkaha sebebi olarak kaldı ki, onun da sonu yaklaşıyor gibi. Şehrin kültürü ve medeniyet serüveni unutulmaya yüz tuttu. Yeni nesil Antep’e neden Küçük Buhara dendiğini bilmiyor. İmam Gazali’nin neden Antep kalesinde bir odası olduğunu kimse konuşmuyor.

Zamanın bu küçük Anadolu kazasını/ilçesini Fransızlar hangi sebeple bu kadar yıktılar, hangi amaçla aylarca bombaladılar?

O sebepler mi yok artık, yoksa düşmanlar dost mu oldu?

Yüzyılların medeniyet yolculuğunda önemli bir duraktı Antep ve yıktılar!

Hala yeniden o yolculuğa katılmaması için çalışıyorlar. Şehrin ve halkının din, dil ve kültür namına muhatap bırakıldığı erozyon, tıpkı işgal zamanında olduğu gibi bütün ülke ile hemen hemen aynı ancak bir fark var. O günlerde işgale direnmek kolaydı, düşman belli ve karşıda idi. Şimdi ortalık daha karışık, düşman gizli ve yanımızda dolaşıyor!

Neden ve nasıl kurtulduğumuzu hatırlamak, neye ve nasıl teslim olduğumuzu görmek zorundayız.

Kurtuluşumuzu da kurtarmak gerekiyor artık!

Sevinmekle eğlenmek arasındaki farkı bilecek ve uygulayacak kadar aklımız başımızda olmalı…

Bu vesileyle, direniş günlerinin tarihlerini ve dönüm noktalarını yeniden hatırlamakta fayda var.

Antep Savunması Kronolojisi

15 Ocak 1919 İngiliz işgali

29 Ekim 1919 Fransız işgali

5 Kasım 1919 Fransız ordusunda gönüllü Ermeni birliklerinin Antep’e girişi

23 Kasım 1919 Cemiyeti İslamiye’nin işgale karşı büyük mitingi

20 Ocak 1920 Karayılan’ın Karabıyıklı zaferi

21 Ocak 1920 Şehit Kamil hadisesi

3 Şubat 1920 Şahin Bey’in 1. Kertil zaferi

18 Şubat 1920 Şahin Bey’in 2. Kertil zaferi

28 Mart 1920 Fransız taarruzu ve Şahin Bey’in şehadeti

1 Nisan 1920 Antep muhasarasının başlaması

3 Nisan 1920 Düztepe işgali

16 Nisan 1920 Hacıbaba işgali

17 Nisan 1920 İbrahimli işgali

26 Nisan 1920 Mağarabaşı savaşı

2 Mayıs 1920 Kurbanbaba taarruzu

22 Mayıs 1920 Karayılan’ın Sarımsaktepe zaferi

24 Mayıs 1920 Karayılan’ın şehadeti

10 Eylül 1920 Çınarlı Camii direnişi

14 Ekim 1920 Çınarlı Camii zaferi

1 Aralık 1920 Büyük Fransız taarruzu

18 Aralık 1920 Fransız taarruzu geri püskürtüldü

1 Ocak 1921 Antep’te açlıktan ölümler başladı

7 Şubat 1921 Huruç taarruzu başarısız oldu

8 Şubat 1921 Antep düştü

Gaziantep savunması 11 ay sürdükten sonra açlık yüzünden sona ermiştir. Savunma süresince Fransızlar şehre 70.000 civarında top mermisi atmış, 6.317 Antepli şehit olmuş, en az bir o kadarı yaralanmış, evlerin üçte biri yıkılmıştı.

25 Aralık 1921 Fransızlar, Ankara Anlaşması gereği Antep’ten ayrıldı.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...