07 Aralık 2011

Aşk’a giriş

Bütün güzel kelimelerimi O’na ayırıyorum, bütün hoş seslerimi  ve bütün anlamdırmalarımı O’na has kılıyorum. Bütün övgülerimi ve bütün sevinçlerimi O’na adıyorum. Bildiğim herşey O’ndan ibaret ve tanıdığım varlıklar O’ndan.

Ben O’ndanım ve O benden...

Hergün yeniden ve daha bir üst perdeden O’nunla olabiliyorum ve hergün kelimelerim ve seslerim O’nunla daha bir güzelleşiyor. Hep bir öncekinden daha güzel ve daha hoş ve hep daha güçlü. Daha güçlü bir fırtına, hayır daha güçlü bir hortum ya da tayfun. Tüm tropik ayarları alt-üst eden ama bir o kadar fıtri, bir o kadar doğal yani.

Ve tabii ki bir o kadar da önlenemez!

Biliyorum ne kadar anlatsam ertesi gün yeni bir başlangıç olacak ve başka cümlelerle yeniden başlayacağım, arada hiç susmasam sözlerim tükenmeyecek. Hiç uyumadan ve molasız sürdürsem masalımı ve dünyanın bütün yetimlerine ninniler söylesem, başlarını okşasam, tüm gariplerin elinden tutsam, yine de içimde bir burukluk olmadan göz kapatamıycam.

Az dedim, yetmez dediklerim, eksik kaldım...

Bütün arabesk duyguları üzerlerine Kerbela hüzünleri ekleyerek dillendirsem, bütün söylenmiş ve söylenecek şarkıları toplasam bir aşura kazanına ve bütün aşık dağların zirvelerinden kucak kucak karlar toplasam ve sonra Nemrud’un ateşinden yaksam ayaklarımın altına; ne soğuk ne sıcak, ne bir ürperti ne de bir terleme. Kutuplarından tutup dünyayı ekvatorundan büksem, iki kutbunun soğuğunu ve tüm ekvator kuşağının sıcağını birbirine vursam, sonra da en usta hava durumu yorumcusuna yorumlatsam o hali...

İşte öylesine tarifsiz ve benzersiz!

Dünyanın bütün çukurlarını doldurup, bütün yükseltilerini düzeltsem, yürüyebilen tüm insanları kaldırsam ayağa, dizsem Kabe etrafına, hepsi bir anda ‘lebbeyk’ diye bağırsa ve bilmem kaç milyar insan bilmem kaç milyon tavaf halkası kursa, yeryüzünde Hacer’ul Esved’i selamlamamış tek bir canlı el kalmasa, bahçemdeki mermerler aşınsa ayaklar altında...

Bütün giriş kapılarımın anahtarlarını O’na teslim etsem ve bütün şehirlerimi ve bütün kalelerimi.. İnişlerimi ve çıkışlarımı, tüm düzlüklerimi ve ovalarımı yaysam ayaklarının altına.

Yine de birşey yaptım diyemem!

Kozasına bürünen bir tırtıl gibi sarılsam ihrama, ölsem ve ölsem, ben benim olmasam, sonra bıraksam onun istediklerini ve beğendiklerini yapsam. Kılımı dahi kıpırdatmasam/koparmasam. Bir ceset gibi çıktığım Arafat’tan dirilip sular/seller gibi akarak insem ve toprağı karıştırsam Müzdelife’de ve toprağıma uymayan taşları seçsem, kaldırıp atsam sonra taşlarımı Mina’da ve içimde aslıma uymayan her ne varsa defetsem, şeytanın ve avanelerinin kafasına boca etsem bütün dalaverelerini ve emellerini. Kozadan çıkma vakti geldiğinde rengarenk açsam. Ve sonra yeniden ve günlerce geri dönsem Mina’ya ve aleme ilan etsem; ölü iken de diri iken de çizgimi değiştirmedim aynı yerde aynı kararlılık duruyor ve taşlarımı atıyorum!

Tavaf derken yürümenin ibadet oluşunu, durmanın da bakmanın da sevincin de hüznün de kulluk olduğunu öğrendim. İçinden ve dışından bakabilmenin farkını anladım. Tavaf edenlere içerden bakınca gördüklerim ve duyduklarımla, dışarıdan ve de yukarıdan bakınca anladıklarımın farkını görüp bütün bir hayata dışardan ve yukarıdan bakabilmenin ibadet olmasını kavradım.

Adem ile Havva’nın buluşmasının/kavuşmasının yalnız bir erkek ile kadının insani bir yalnızlık giderimi ya da hasretle gerçekleşmiş bir vuslat olmadığını; birbirinden kopmuş iki parçanın yeniden birleşmesi/vahdeti olduğunu idrak ettim. Dahası bu vahdetin itikadi vahdetten bağımsız olmadığını ve tevbenin aslında aslından kopmuş parçanın kendini olması gerektiği yere monte etmesi ve bir daha kopmamak niyetiyle bağlaması olduğunu ve bu yüzden de Arafat’a çıkanların günahsız inebildiğini gördüm.

Onca günahsızlığa rağmen Arafat’tan ayrılışın bir yükseliş değil hep iniş olarak isimlendirilmesinin boşuna ve sadece coğrafi sebeblerle olmadığını, vahdete ermiş olanın yeniden dünyaya dönüşünün aslında gerçek manada bir iniş olduğunu ve sanki cennetten dünyaya indirilmekle eşdeğer olduğunu yaşadım...

Aslında kelimelerin az geldiği ve anlatılmaz bir yaşayıştan bahsetmek durumunda olduğumun da farkındayım. Zira ‘aşk’ın tek tarifi yok, hangi yönden Kabe’ye yöneldiğimizin bir önemi olmadığı gibi onu da hangi dalından tuttuğumuzun bir ehemmiyeti  yok.

Yeter ki tutunacak bir dalımız olsun!

Hem de kopmak bilmeyen bir dal...

Ufuk Gazetesi - Aralık 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...