25 Mart 2014

Siret'ten günümüze siyasi fetva çıkarmak

Mekke'nin ileri gelen müşriklerinden bir grup (Velid b. Mugîre, Âs b.Vâil, Esved b. Muttalib, Esved b. Abdi Yağus, Haris b. Hanzale(Razi)) bir defasında Allah'ın Rasulü'ne gelerek şöyle dediler:

"Eğer bizim sana iman etmemizi istiyorsan, bize; içinde Lât'a, Uzzâ'ya, Menât'a tapmayı bırakmak ve ilahlarımızı yermek gibi, hoşumuza gitmeyen, bizi kızdırıyor olan; öldükten sonra dirilmek, âhiret mükâfat ve cezası, gibi imkânsız saydığımız şeyler bulunmayan başka bir kitap getir!

Eğer Allah sana öyle bir Kur'ân indirmezse, sen kendinden uydur! Yahut, şu elinde bulunandakinin tehdit âyetlerini tebşir âyetine, tebşir âyetini tehdit âyetine, haramı helale, helali harama çevir! Azab âyeti yerine rahmet âyetini koy! İlahları ve onlara tapmayı yeren âyetleri onun içinden çıkar! Sana inanalım, sana tâbi olalım!" dediler. (Hazin, Zemahşeri, Beyzavi, Razi ve Taberi)

Birgün, Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa, bir grup müşrike; "Ey Kureyşliler! Muhammed'in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam, nasıl olur? Umulur ki, o bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz. Böylece kendisi de belki bize karşı yaptıklarından vazgeçer" diye teklif etti.

Topluluk tarafından teklif kabul edildi.  Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haram'da bulunan Rasulullah'ın yanına vardı ve sözüne şöyle başladı:

"Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın."Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!"

Resûl-i Ekrem; "Söyle ey Velid'in babası! Seni dinliyorum" deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya başladı:

"Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın. Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım. Yok eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evhâm, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedâvi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım."

Utbe tekliflerini yapmış ve susmuştu. Konuşma sırası Resûl-i Ekrem'e gelmişti. Utbe'ye; "Ey Velid'in babası, söyleyeceklerin bitti mi?" diye sordu. Utbe'den, "Evet" cevabı gelince, Resûl-i Ekrem; "O halde, şimdi sen beni dinle" dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresinin 1-36 arasındaki âyetleri okumaya başladı:

"Hâ mim. Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah'ın rahmetiyle müjdeleyici ve O'nun azâbından sakındırıcı olmak üzere, âyetleri açıklanıp ayırd edilmiş arapça bir Kur'ân olarak Rahmân ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler..."

Sûreyi secde âyetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Utbe'ye döndü ve, "Ey Velid'in babası, okuduklarımı dinledin! Artık gerisini sen düşün!" dedi.

Kur'ân, Utbe'nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki, bunu Kureyşliler fark ettiler. Birbirlerine söylendiler:

"Vallahi, Ebu Velid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!" Yanlarına gelince, "Ne getirdin, anlat bakalım?" diye sordular.

Utbe, "Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim. Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir!" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

"Ey Kureyş topluluğu! Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın!
Yemin ederim ki, benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin dışınıza kalan Arap tâifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Araplara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Onun sayesinde insanların en mes'ud ve bahtiyarı olursunuz."

Utbe'nin konuşması, Kureyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi, tepki göstererek, "Ey Velid'in babası, o, seni dili ile büyülemiş" dediler.

Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, "O halde, istediğinizi yapın!" diyerek yanlarından uzaklaştı. (İbni Hişam, Taberi)

Sirette bu olay farklı şekillerde rivayet edilmekle birlikte Mekke şehir devletinin kurumsal yapısı da birçok siyer kitabında incelenmiştir.

Ortak kanaat şudur ki Mekke'de bugün sandığımız şekilde bir yönetim yoktu. Reislik makamı ise Abdulmuttalib ve Ebu Talib gibi Rasulullah'ın muhafızlarının elinde olduğu zamanlarda bile kimsenin zulmüne engel olamayacak kadar etkisiz bir sembolik durumdu.
Mekke'nin meşhur Dar'un Nedve'si bugünkü anlamda bir şura ya da meclis değil sadece kabile temsilcilerinin gerektiğinde bir araya geldiği ve yine sadece katılımcılarını bağlayan kararların alındığı sabit olmayan ve mutlak sayılmayan kararların alındığı geçici toplantıların yapıldığı Kabe yanında oluşturulan köşenin adı idi.

Sanılanın aksine Mekke'de müslümanlara uygulanan işkenceler bir yönetim kararı değil kişiseldiler. Tek ortak karar meşhur ambargo uygulamasıdır ki o da malum Kabe'ye asılan bir anlaşma ile uygulamaya konulmuş ve herşeye rağmen buna katılmayıp Şi'bi Ebi Talib'e yiyecek yollayan müşrikler de olmuştur.

Bu tekliften ve durumdan yola çıkarak bugüne fetva vermek ayrı bir konu ancak vakıayı doğru anlamak daha önemlidir.

Teklifin detayında teklif edilen reislik makamının Ebu Talib gibi hiçbir konuda müşriklerin dinlemeyeceği sembolik ve kelimenin tam manasıyla sadece 'şan ve şöhret' maksatlı olduğu ortadadır.

Hüküm vermekten bahsetmiyorum, sadece doğru bilgilerle doğru değerlendirmeler yapmamız gerektiğimi anlatmaya çalışıyorum. Oy vermek yahut gayri islami yönetimlerde görev almak konusunda delil olarak bu hadisenin kullanılması doğru değildir. Bu sebeple bu konuda hele de küfür ve şirk gibi büyük fetvalar vermek için çok daha net delillere ihtiyaç olduğu açıktır.


Ayrıca eğer Mekke ile günümüz arasında bir paralellik kurmamız gerekiyorsa bunu sadece müşrik yönetim açısından değil kendi açımızdan da kurmamız gerekir ki bunun fıkhi boyutu ayrı bir olay olur. Fikirlerimize uygun deliller bulmak mümkündür her zaman ancak asıl maksad hakkı tespit olmalıdır.

Dikkat etmemiz gereken bir noktada yaşadığımız topluma Mekke gibi bir şirk toplumu hükmü vererek kenara çekilmemizin mümkün olmadığıdır. Buna kanaat eden ulema ve avam tüm müslümanların bir şirk toplumunda yaşamanın sonuçlarına ve gereklerine göre amel etmelidirler. Aksi halde sadece başkaları için hüküm vermelerinin bir değeri olmayacaktır.

Bazı hızlı müslümanların sabah-akşam sürekli birilerinin şirke bulaştığını ve birilerinin de küfre düştüğünü ilan etmekle meşgul olmaları kendilerine, İslam'a ve İslami davete herhangi bir katkı sağlamadığı gibi aksine hem bu tür konularla meşgul olanların sahih ve salih amellerden uzaklaşmasına hem de garip durumdaki ümmetin onların katkılarından mahrum kalmasına sebep olmaktadır.

Kendileri için cihadı, diğer müslümanların durumları ile ilgili fetvalar vermek ve bir araya geldikleri her ortamda hatta sohbet ve derslerinde bile sürekli bir kadı gibi küfür fetvaları dağıtarak kendilerini en sahih iman ehli ilan etmeyi bir vazife bilen islami grup ve şahısların bu şekilde nefislerini temize çıkarıp tatmin ettiklerini düşünüyorum. Böylelikle tek sahih hareket olarak kalan bu küçük islami cemaatlerin hep öyle kalmaya, cihaddan ve ümmetten kopuk kendi dar çevrelerinde kendi hikayeleriyle süsledikleri bir ütopyada yaşamaya devam ettiklerini görüyoruz. Bu durumda her türlü vahdet çağrısına, 'gelin bize tabi olun' cevabı verilmekte; cihad ise kıymetli davet elemanlarının kaybı olarak görülmeye başlanmaktadır.

Her nasıl oluyorsa herbiri vazgeçilmez ve kaybedilmeleri ümmetin ve dinin helakına yol açacak kadar değerli bu alimlerin kurduğu dev(!) cemaatler, tüm büyük ve eşsiz faaliyetlerine rağmen ana hedefleri olan islam devletine dair bir arpa boyu dahi yol katedememektedirler. Elbetteki sonuç Allah'tandır, ancak o kadar kendi metod ve cemaatlerinden emindirler ki ister-istemez akla neden o halde yıllardır en küçük bir gelişme ya da ilerleme olmadı sorusu gelmektedir.

Tabii ki bu lider alimler kesinlikle cihada katılmamaları gereken ve nedense ya bundan bir mazeretle muaf görülen ya da dava için cephe gerisinde çok daha önemli -her ne ise- işlerle meşgul olmaları gereken kişilerdirler. Kendileri cihad meydanlarına bizzat katılan ve büyük bir kısmı şehid olan sahabe, tabiin ve ulemadan daha önemlidirler! Ve bunların peşine takılan samimi müslümanlar bir türlü bu zatlara ne zaman cihada izin verilen ayetlere gelineceğini, hangi cephenin gerçekten cihad olduğunu ve kendilerinin neden cephede olmadıklarını bir türlü soramamaktadırlar. Aylar ve hatta yıllar boyu küfür, şirk ve cihad işleyen bu yapılar teorik birer akademi olabilirler ancak İslam teori dini olduğundan ziyade pratik dinidir ve 'söyledikleri ile amel etmek' müslümanların şiarıdır.

Allah hepimizi ıslah etsin..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...