İnsan varlığını
devam ettirebilmek ve ideallerini yaşatmak için birileriyle olmaya mecbur ve
mahkumdur. Yaratılışımızdan sahip olduğumuz birlikte yaşama hassamızı özellikle
zor zamanlarda korunak olarak kullanmak, hiç düşünmeden ve gurura kapılmadan
hepimizin tercih ettiği en geçerli yoldur.
Sevinçlerimizi ve
hüzünlerimizi ilk paylaştığımız en küçük ve çekirdek çevremizden dünyaya ve
hayata nihai duruşumuzu temsil eden toplum ve devlet temelli geniş sığınağımıza
kadar her yerde aradığımız bir emniyet ve aidiyet duygusudur. Kabullenilmek ve
desteklenmek bir bakıma. Ve tabii ki emin olmak, varlığımızın ve duygularımızın
devamlılığına bir zarar gelmeyeceğinden emin olmak...
İşte biz buna
aslında imandan kaynaklanan bir kardeşlik diyoruz ve aslında mü’min olmak
dünyevi ve uhrevi emniyet arzusuna sahip olmak demektir. İman bir açıdan ‘en
çok Allah’a güvenmek’ demek değil midir? Ve iman kendini yalnız Allah’ın
saltanatının hüküm ferma olduğu bir dünyayı kurmaya memur ve mecbur görmek
değil midir?
Ve ‘muhakkak ki mü’minler kardeş’ (Hucurat
10) değil midir?
Mü’min elinden ve dilinden diğer insanların emin
olduğu kişidir! (Tirmizi
ve Nesei)
Ortak kaygı ve
idealler insanları birarada tutan en değerli bağlardır. Birarada olmaya İslam
ıstılahında ilk günlerden beri hep cemaat denilegelmiştir. Bunda şüphesiz
birlikteliğimizin en net göstergesi olan namazlarımızdaki cemaatlerimiz ve bunu
gerçekleştirdiğimiz mekanlarımız olan camilerimiz yalnız uhrevi bir
birlikteliğin değil dünyalık ihtiyaç duyduğumuz birlikte yaşama ve toplumsal
güveni arayacağımız ilk yerler olmuştur. Bugün birçok bakımdan yıpranmış veya
yıkılmış toplumsal yapımıza rağmen herhangi bir coğrafyamızda bir Cuma
cemaatinin arasına karıştığınızda dışarıda kaba-saba gördüğümüz insanların cami
ve cemaat arasında ne kadar munis ve efendi mensuplara dönüştüklerini görmek
mümkündür.
İşte bu
sebepledir ki, İslam coğrafyasının fitnelerle ve saldırılarla yıpranmaya ve
müslümanlar dünyanın çirkin yüzüyle karşılaşmaya başladığı ilk zamanlardan bu
yana itikadi ya da siyasi duruşumuza olması gerektiği gibi ‘Ehli Sünnet ve
Cemaat’ demişiz! Bu bir isimlendirme değil bir anlayışın ve duruşun, ruh ve
vücut bulmasının ortaya koyduğu sıfatıdır. Ruhumuz sünnet vücudumuz ise
cemaattir yani ne ruhsuz bir beden ne de bedensiz bir ruh değiliz ve
olamayız...
En kısa tarifiyle
Ehli Sünnet; İslam’ı, Allah’ın Rasulü(sas) ve ashanının(r.anhum) anladığı ve
yaşadığı gibi anlamak ve yaşamaya gayret etmektir. İslam, hayatın her kesimine
hükmeden topyekun bir nizam olduğu için ferdi, siyasi ya da ictimai gibi
ayrımlara gitmeden tüm alanlarında Ehli Sünnet duruşunu sergilemek bizim
müslümanlığımızın gereği ve sonucudur.
Burada tabir ve
sıfat olarak gözden kaçırmamamız gereken ayrıntı, Ehli Sünnet olmanın cemaat
olmaktan önce geldiğidir. Bir diğer ifadeyle Ehli Sünnet olmayanların cemaat
olmalarının mümkün olamayacağıdir. Her aklı selim sahibi kabul eder ki, dünyevi
ve uhrevi kedef ve kaygıları ortak olmayan, aynı inanca ve bunun yaşantısına
sahip olmayan toplulukları birarada tutacak birtakım yollar ve isimler
bulunabilse de bunlar bizim İslam ile öğrendiğimiz cemaat olmazlar, olamazlar.
Mesela vatandaşlık gibi siyasi isimler kullanılabilir.
Bu girişten sonra
son devirlerin revaçta kavramlarından vahdeti inceleyebiliriz. Bu noktada
vahdetten kastımız, siyasi olarak sık sık gündeme getirilen ve özellikle farklı
inanç gruplarının mezheplerarası birlikteliğidir.
Eğer vahdetle
hedeflenen bir tür cemaat olmak ise bunun pratikte mümkün olamayacağı çok basit
ortada olduğundan bunu hemen eleyelim. Zira cemaat olabilmenin ilk ve asla
gerçekleşmeden aşılamayacak şartı yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığımız gibi
Ehli Sünnet olmaktır. Cemaat olamadıklarımızla dinimize dayalı bir
birliktelik/vahdet ancak bir ütopya olur. Bu noktanın mefhumu muhalifi ise,
cemaat olabildiklerimizle birlikte olmamız gerektiğidir.
Yani bir vahdet
arıyorsak doğru adresler, herhangi bir siyasi ya da fıkhi sebeple ihtilafa düşmüş
yahut fitnelerle düşürülmüş, coğrafya ve ırklardan bağımsız olarak Ehli Sünnet
ve Cemaat ehli mü’minlerdir, müslümanlardır. Sevinci ve hüznü bir hatta düşmanı
da bir olan bu toplumun vahdetini/birliğini sağlamak herbirimizin üzerine bir
vecibedir.
Evet çok net ve
kesin olarak söylüyorum ki, İslam dini nasıl Muhammed(sas)’e indirilmiş ise en
doğru anlayış ve yaşayışta O’nun ve ashabının anlayış ve yaşayışıdır.
Birilerinin sonradan keşfedeceği hiçbir hakikat yoktur. Bu din mükemmel
kılınmış ve mükemmel olarak anlaşılmış ve mükemmel olarak yaşanmıştır. Bu temel
anlayışta birlikte olamadığımız insanlarla vahdet ya da başka bir isimle bu
dine dayalı bir birlikteliğimiz olmamıştır ve olamayacaktır.
Tarih, buna
şahittir! Bu şahitliği izaha sayfalar yetmez ancak şu kadarını söylemek
kafidir: 14 asırlık tarihimiz boyunca hep bizimle savaşmış ama düşmanlarımızla
barışmış bir duruş ve anlayışla karşı karşıyayız. Tarihi tersine çevirmek veya
Fırat’ı tersine akıtmak isteyenler buyursunlar bu beyhude hedef uğruna enerjilerini
sarfetsinler.
Biz dinimizi yani
Kur’an’ımızı yani sünnetimizi yani dünyamızı yani ahiretimizi kendilerinden
aldığımız ve kendilerine kendimizden çok güvendiğimiz sahabeye küfür ve
hakareti ‘dini’ ya da mezhebi bir gereklilik görenlerle hangi din ya da isim
altında bir vahdet oluşturabiliriz! Oluştursak bile bu nefret ve kin üzerine
bina edilmiş inanç yapısına ne kadar katlanabiliriz veya neden katlanalım?
İslam, suçun ve
cezanın şahsiliği prensibini fıtri bir hukuk kuralı olarak yeryüzüne getiren
dindir! Babaların ve ataların günahlarının vebalini evlatlara yüklemeyi kabul
etmediği içindir ki en azılı düşmanlarının çocukları bile en değerli
müslümanlar zümresine girmiştir. Buna rağmen Ehli Sünnet’in Nebi(sas)’in
ciğerparelerine yapılan zulüm ve katlin sorumlusu olduğunu iddia eden ve
intikam için her fırsatta beşikteki bebelerimize kadar vahşice katleden bir
inanç grubuyla neyin vahdetini kurabiliriz? Ki onlarla Ehli Beyt’in kimler
olduğu hususunda bile bir birlikteliğimiz yoktur.
İslam,
kavmiyetçiliği mutlak olarak yasaklayan ve kardeşlik için imanı esas alan
dindir! Bu sebepledir ki bu din ilk yıllarında en yakınlarından işkence gören
ve sonra en yakınlarıyla savaşan sahabe neslinin sırtlarında taşınmıştır.
Böyleyken sadece İran-Safevi saltanatına son verdiği için bir güzide sahabeye
küfretmeyi inanç esası sayanlarla nerede bir vahdet sağlanabilir? Bizim
adaletiyle itibar ettiğimiz birine hakareti şart görenlerle ne işimiz olabilir?
İslam, emniyet ve
samimiyet dinidir! Kur’an’la yalan ve ifitra olduğu ilan edilen bir hadisede (Nur
11-20) mü’minlerin annesine iftira atmayı ve aslında farkında olarak ya da
olmayarak bu şekilde insanların en temizine hakareti normal gören bir inanç
temsilcileriyle hangi noktada birlikteliği sağlayabiliriz? Bizi dünyaya getiren
annemize iftira eden ve küfreden birini bugün nasıl ve ne kadar kardeşimiz
görüyor ve birlikte hareket edebiliyorsak o kadar belki!
Bütün bunların
üstüne şunları eklemek gerekiyor:
Ehli Sünnet, bir
mezhep değildir hele de Şia ile muadil konuma düşürülerek eşdeğer görülüp
terazinin bir kefesine konularak tartılacak bir mezhep hiç değildir. Ehli
Sünnet eğer mezhep olarak görülecekse ancak sahabenin mezhebidir denilse
yakışırdı. Zira mezhep, takip edilen yol
demektir ve biz onların yolunu takip etmeyi kendimize yol edinmiş olmakla
onların mezhebine izafe edilmeyi en çok hakedenleriz. Pratikte onların
benzerleri olmayı beceremesekte teoride yolları yolumuzdur ve biz onları örnek
ve önder biliriz.
Ehli Sünnet ya da
sünnilik bir diğer ifade ile Muhammedilik’tir ancak geçmiş ümmetlerin
sapkınlıkları ve nebileri ilah edinmeleri sebebiyle kullanılan İsevilik ya da
Musevilik gibi bir dalalete engel olmak ve sapıtmanın yolunu kapatmak için
kullanılmaz. Manası itibariyle Muhammed(sas)’e tabiiyeti ifade etmek şartıyla
belki... Ama ulemamız bunun yerine en cahilimizi bile korumayı hedefleyen Ehli
Sünnet tanımlamasını kullanmış ve olası karmaşaya meydan vermemişlerdir. Allah
onlardan razı olsun.
Muhammedilik
tabirini dünyaya bakışımız ve dünyaya karşı duruşumuz olarak kullanan Yahya bin
Muaz(ra) ne güzel söylemişti:
‘Ey insanlar!
Görüyorum ki, evleriniz Rum kayserine, lükse
hayranlığınız Kisra‘ya, servet peşinde koşmanız Karun’a, saltanatınız Firavun‘a,
nefisleriniz Ebu Cehil‘e, gururunuz Ebrehe‘ye, yaşayışınız sefihlere benziyor.
Allah için söyleyin! Muhammedî olanlar nerede?’
Ve sözün
nihayetinde biz; eli kanlı katillerin
yanında saf tutarak, yeryüzünün en zalim devletleriyle yanyana, yalnızca
onların politik çıkarlarını kabullenmediği için, Ehli Sünnet evladı olmaktan
başka hiçbir vebali olmayan kadın ve çocukları, yaşlıları ve gençleri, çaresiz
ve güçsüzleri en ağır bombardımanlarla yokeden bir iğrenç zulmün temsilcileri
ile el sıkışmak gibi ahmak bir maksatla elimizi o çarkın dişlileri arasında
sokmayacağız!
Tarih, katilleri
ve zalimleri lanetlerken bizim adlarımızı zalimlerin kan ve gözyaşıyla yazılmış
çirkef adlarının yanına yazamayacak!
Ve elbette
kıyamet gününde hem kendi ellerimiz ve ayaklarımız, hem de mazlumların makbul
dualarını seslendiren dilleri ve zulmün ağırlığı ile yaşaran gözleri bizi
zalimlerle yanyana görmeyecek, kaydetmeyecek ve anmayacak!
Adaletin onuruna
leke sürmeyen bir anlayışın adı olarak Ehli Sünnet ve Cemaat olarak yaşayacak
ve ad ve hal üzere terkedeceğiz dünyayı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder