12 Eylül 2016

Vahdet değil cemaat

İnsan varlığını devam ettirebilmek ve ideallerini yaşatmak için birileriyle olmaya mecbur ve mahkumdur. Yaratılışımızdan sahip olduğumuz birlikte yaşama hassamızı özellikle zor zamanlarda korunak olarak kullanmak, hiç düşünmeden ve gurura kapılmadan hepimizin tercih ettiği en geçerli yoldur.

Sevinçlerimizi ve hüzünlerimizi ilk paylaştığımız en küçük ve çekirdek çevremizden dünyaya ve hayata nihai duruşumuzu temsil eden toplum ve devlet temelli geniş sığınağımıza kadar her yerde aradığımız bir emniyet ve aidiyet duygusudur. Kabullenilmek ve desteklenmek bir bakıma. Ve tabii ki emin olmak, varlığımızın ve duygularımızın devamlılığına bir zarar gelmeyeceğinden emin olmak...

İşte biz buna aslında imandan kaynaklanan bir kardeşlik diyoruz ve aslında mü’min olmak dünyevi ve uhrevi emniyet arzusuna sahip olmak demektir. İman bir açıdan ‘en çok Allah’a güvenmek’ demek değil midir? Ve iman kendini yalnız Allah’ın saltanatının hüküm ferma olduğu bir dünyayı kurmaya memur ve mecbur görmek değil midir?

Ve ‘muhakkak ki mü’minler kardeş’ (Hucurat 10) değil midir?
Mü’min elinden ve dilinden diğer insanların emin olduğu kişidir! (Tirmizi ve Nesei)

Ortak kaygı ve idealler insanları birarada tutan en değerli bağlardır. Birarada olmaya İslam ıstılahında ilk günlerden beri hep cemaat denilegelmiştir. Bunda şüphesiz birlikteliğimizin en net göstergesi olan namazlarımızdaki cemaatlerimiz ve bunu gerçekleştirdiğimiz mekanlarımız olan camilerimiz yalnız uhrevi bir birlikteliğin değil dünyalık ihtiyaç duyduğumuz birlikte yaşama ve toplumsal güveni arayacağımız ilk yerler olmuştur. Bugün birçok bakımdan yıpranmış veya yıkılmış toplumsal yapımıza rağmen herhangi bir coğrafyamızda bir Cuma cemaatinin arasına karıştığınızda dışarıda kaba-saba gördüğümüz insanların cami ve cemaat arasında ne kadar munis ve efendi mensuplara dönüştüklerini görmek mümkündür.

İşte bu sebepledir ki, İslam coğrafyasının fitnelerle ve saldırılarla yıpranmaya ve müslümanlar dünyanın çirkin yüzüyle karşılaşmaya başladığı ilk zamanlardan bu yana itikadi ya da siyasi duruşumuza olması gerektiği gibi ‘Ehli Sünnet ve Cemaat’ demişiz! Bu bir isimlendirme değil bir anlayışın ve duruşun, ruh ve vücut bulmasının ortaya koyduğu sıfatıdır. Ruhumuz sünnet vücudumuz ise cemaattir yani ne ruhsuz bir beden ne de bedensiz bir ruh değiliz ve olamayız...

En kısa tarifiyle Ehli Sünnet; İslam’ı, Allah’ın Rasulü(sas) ve ashanının(r.anhum) anladığı ve yaşadığı gibi anlamak ve yaşamaya gayret etmektir. İslam, hayatın her kesimine hükmeden topyekun bir nizam olduğu için ferdi, siyasi ya da ictimai gibi ayrımlara gitmeden tüm alanlarında Ehli Sünnet duruşunu sergilemek bizim müslümanlığımızın gereği ve sonucudur.

Burada tabir ve sıfat olarak gözden kaçırmamamız gereken ayrıntı, Ehli Sünnet olmanın cemaat olmaktan önce geldiğidir. Bir diğer ifadeyle Ehli Sünnet olmayanların cemaat olmalarının mümkün olamayacağıdir. Her aklı selim sahibi kabul eder ki, dünyevi ve uhrevi kedef ve kaygıları ortak olmayan, aynı inanca ve bunun yaşantısına sahip olmayan toplulukları birarada tutacak birtakım yollar ve isimler bulunabilse de bunlar bizim İslam ile öğrendiğimiz cemaat olmazlar, olamazlar. Mesela vatandaşlık gibi siyasi isimler kullanılabilir.

Bu girişten sonra son devirlerin revaçta kavramlarından vahdeti inceleyebiliriz. Bu noktada vahdetten kastımız, siyasi olarak sık sık gündeme getirilen ve özellikle farklı inanç gruplarının mezheplerarası birlikteliğidir.

Eğer vahdetle hedeflenen bir tür cemaat olmak ise bunun pratikte mümkün olamayacağı çok basit ortada olduğundan bunu hemen eleyelim. Zira cemaat olabilmenin ilk ve asla gerçekleşmeden aşılamayacak şartı yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığımız gibi Ehli Sünnet olmaktır. Cemaat olamadıklarımızla dinimize dayalı bir birliktelik/vahdet ancak bir ütopya olur. Bu noktanın mefhumu muhalifi ise, cemaat olabildiklerimizle birlikte olmamız gerektiğidir.

Yani bir vahdet arıyorsak doğru adresler, herhangi bir siyasi ya da fıkhi sebeple ihtilafa düşmüş yahut fitnelerle düşürülmüş, coğrafya ve ırklardan bağımsız olarak Ehli Sünnet ve Cemaat ehli mü’minlerdir, müslümanlardır. Sevinci ve hüznü bir hatta düşmanı da bir olan bu toplumun vahdetini/birliğini sağlamak herbirimizin üzerine bir vecibedir.

Evet çok net ve kesin olarak söylüyorum ki, İslam dini nasıl Muhammed(sas)’e indirilmiş ise en doğru anlayış ve yaşayışta O’nun ve ashabının anlayış ve yaşayışıdır. Birilerinin sonradan keşfedeceği hiçbir hakikat yoktur. Bu din mükemmel kılınmış ve mükemmel olarak anlaşılmış ve mükemmel olarak yaşanmıştır. Bu temel anlayışta birlikte olamadığımız insanlarla vahdet ya da başka bir isimle bu dine dayalı bir birlikteliğimiz olmamıştır ve olamayacaktır.

Tarih, buna şahittir! Bu şahitliği izaha sayfalar yetmez ancak şu kadarını söylemek kafidir: 14 asırlık tarihimiz boyunca hep bizimle savaşmış ama düşmanlarımızla barışmış bir duruş ve anlayışla karşı karşıyayız. Tarihi tersine çevirmek veya Fırat’ı tersine akıtmak isteyenler buyursunlar bu beyhude hedef uğruna enerjilerini sarfetsinler.

Biz dinimizi yani Kur’an’ımızı yani sünnetimizi yani dünyamızı yani ahiretimizi kendilerinden aldığımız ve kendilerine kendimizden çok güvendiğimiz sahabeye küfür ve hakareti ‘dini’ ya da mezhebi bir gereklilik görenlerle hangi din ya da isim altında bir vahdet oluşturabiliriz! Oluştursak bile bu nefret ve kin üzerine bina edilmiş inanç yapısına ne kadar katlanabiliriz veya neden katlanalım?

İslam, suçun ve cezanın şahsiliği prensibini fıtri bir hukuk kuralı olarak yeryüzüne getiren dindir! Babaların ve ataların günahlarının vebalini evlatlara yüklemeyi kabul etmediği içindir ki en azılı düşmanlarının çocukları bile en değerli müslümanlar zümresine girmiştir. Buna rağmen Ehli Sünnet’in Nebi(sas)’in ciğerparelerine yapılan zulüm ve katlin sorumlusu olduğunu iddia eden ve intikam için her fırsatta beşikteki bebelerimize kadar vahşice katleden bir inanç grubuyla neyin vahdetini kurabiliriz? Ki onlarla Ehli Beyt’in kimler olduğu hususunda bile bir birlikteliğimiz yoktur.

İslam, kavmiyetçiliği mutlak olarak yasaklayan ve kardeşlik için imanı esas alan dindir! Bu sebepledir ki bu din ilk yıllarında en yakınlarından işkence gören ve sonra en yakınlarıyla savaşan sahabe neslinin sırtlarında taşınmıştır. Böyleyken sadece İran-Safevi saltanatına son verdiği için bir güzide sahabeye küfretmeyi inanç esası sayanlarla nerede bir vahdet sağlanabilir? Bizim adaletiyle itibar ettiğimiz birine hakareti şart görenlerle ne işimiz olabilir?

İslam, emniyet ve samimiyet dinidir! Kur’an’la yalan ve ifitra olduğu ilan edilen bir hadisede (Nur 11-20) mü’minlerin annesine iftira atmayı ve aslında farkında olarak ya da olmayarak bu şekilde insanların en temizine hakareti normal gören bir inanç temsilcileriyle hangi noktada birlikteliği sağlayabiliriz? Bizi dünyaya getiren annemize iftira eden ve küfreden birini bugün nasıl ve ne kadar kardeşimiz görüyor ve birlikte hareket edebiliyorsak o kadar belki!

Bütün bunların üstüne şunları eklemek gerekiyor:

Ehli Sünnet, bir mezhep değildir hele de Şia ile muadil konuma düşürülerek eşdeğer görülüp terazinin bir kefesine konularak tartılacak bir mezhep hiç değildir. Ehli Sünnet eğer mezhep olarak görülecekse ancak sahabenin mezhebidir denilse yakışırdı.  Zira mezhep, takip edilen yol demektir ve biz onların yolunu takip etmeyi kendimize yol edinmiş olmakla onların mezhebine izafe edilmeyi en çok hakedenleriz. Pratikte onların benzerleri olmayı beceremesekte teoride yolları yolumuzdur ve biz onları örnek ve önder biliriz.

Ehli Sünnet ya da sünnilik bir diğer ifade ile Muhammedilik’tir ancak geçmiş ümmetlerin sapkınlıkları ve nebileri ilah edinmeleri sebebiyle kullanılan İsevilik ya da Musevilik gibi bir dalalete engel olmak ve sapıtmanın yolunu kapatmak için kullanılmaz. Manası itibariyle Muhammed(sas)’e tabiiyeti ifade etmek şartıyla belki... Ama ulemamız bunun yerine en cahilimizi bile korumayı hedefleyen Ehli Sünnet tanımlamasını kullanmış ve olası karmaşaya meydan vermemişlerdir. Allah onlardan razı olsun.

Muhammedilik tabirini dünyaya bakışımız ve dünyaya karşı duruşumuz olarak kullanan Yahya bin Muaz(ra) ne güzel söylemişti:

‘Ey insanlar!
Görüyorum ki, evleriniz Rum kayserine, lükse hayranlığınız Kisra‘ya, servet peşinde koşmanız Karun’a, saltanatınız Firavun‘a, nefisleriniz Ebu Cehil‘e, gururunuz Ebrehe‘ye, yaşayışınız sefihlere benziyor.
Allah için söyleyin! Muhammedî olanlar nerede?’

Ve sözün nihayetinde biz;  eli kanlı katillerin yanında saf tutarak, yeryüzünün en zalim devletleriyle yanyana, yalnızca onların politik çıkarlarını kabullenmediği için, Ehli Sünnet evladı olmaktan başka hiçbir vebali olmayan kadın ve çocukları, yaşlıları ve gençleri, çaresiz ve güçsüzleri en ağır bombardımanlarla yokeden bir iğrenç zulmün temsilcileri ile el sıkışmak gibi ahmak bir maksatla elimizi o çarkın dişlileri arasında sokmayacağız!

Tarih, katilleri ve zalimleri lanetlerken bizim adlarımızı zalimlerin kan ve gözyaşıyla yazılmış çirkef adlarının yanına yazamayacak!

Ve elbette kıyamet gününde hem kendi ellerimiz ve ayaklarımız, hem de mazlumların makbul dualarını seslendiren dilleri ve zulmün ağırlığı ile yaşaran gözleri bizi zalimlerle yanyana görmeyecek, kaydetmeyecek ve anmayacak!


Adaletin onuruna leke sürmeyen bir anlayışın adı olarak Ehli Sünnet ve Cemaat olarak yaşayacak ve ad ve hal üzere terkedeceğiz dünyayı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...