Emperyalist batılılar kendi topraklarında sahip olduklarıyla
yetinemediklerinde, dünyayı en yakınlardan en uzaklara kadar sömürmeye
başladılar. Bu işi öyle bazılarımızın sandığı gibi, kibar tüccar pozlarıyla
değil; bizzat silahları ve katilleriyle, gerektiğinde soykırımlar yaparak ve
ülkeleri yakarak, yıkarak gerçekleştirdiler.
Zenginliğin tadını alan ve hesap sorulamayan suçlar
işlemenin vahşi hazzını tadan batılılar, bir daha bu yoldan vazgeçmediler. Halen
de vazgeçmiş değiller. Gerektiğinde fiziksel olarak işgal ederek,
gerekmediğinde ise kontrol ettikleri yerli kuklalar eliyle, sömürmeye ve semirmeye
devam ettiler.
Sömürü düzenlerinin devamı için her şeyi ve herkesi
kullandılar. Toplumsal ayrılıkları, yaraları ve ızdırapları sömürmekten kaçınmadılar.
Zaafları ve açıkları çok iyi kullandılar. İhtilaflardan kendileri lehine
avantajlar ürettiler.
Yakaladıkları sineklerin kanatlarından yağ çıkartıp,
ellerine ve yüzlerine sürdüler!
Sömürecekleri toplumların zayıf kalmasının direnci en aza indireceğini
gördüler ve zayıflık için en kestirme yolun, en sağlam bünyelerin bile, belini
büken iç hastalıklar olduğunu keşfettiler. Mikrop gibi adamlarını saldılar
içlerini ülkelerin, bakteri gibi çoğaldı onlara hizmet etmekten onur(!) duyan
ve onlara yaltaklanmayı şeref(!) zanneden tek hücreli, tek beyinli ve tek
kalpli canlı türleri.
Sonra bir gün iç hastalıkların da bir yerden sonra bizi
yıkmaya yetmediğini görünce, karşımıza kendi türümüzden toplumlar çıkartmayı düşündüler.
Bize benzeyen, bizimle aynı şeyleri yiyip içen ve hatta bizimle aynı dine mensup
olduğunu söyleyen devasa toplumlar türettiler ya da zaten hazırda türemiş olarak
bulunan ama yol yordam bilmeyen sürüleri kontrolleri altına aldılar ve
istikamet belirleyip sürdüler üstümüze.
Üstümüze her gelen bizden bir şeyler aldı, yensek de
yenilsek de kurduğumuz temasla bize de bulaşanlar bulaştı ve kaptık batının
iğrenç sömürge bakterisini. Çünkü artık aşıya dirençli, bizden birilerinin
kanında gelmişti mikrop ve savunmasız yanlarımızdan yakaladılar bizi…
Yaralarımızı biliyorlar, acılarımızı da biliyorlar.
Neremizden tutacaklarını çok iyi biliyorlar.
Biz ise onları ancak buradan tanıyabiliriz.
Karşılaştığımızda ilk akıllarına gelen şey yaralarımız ve
eksik kalan, ezilen yanlarımız oluyor. Bize hitap ederken önce, en zayıf
yanımıza bir dokunuyorlar. Fakirliğimizi, sahip olamadığımızı makamları ve
sosyal durumumuzu çok iyi kullanıyorlar. Hele ırkımızdan dolayı oluşturulan bir
mağduriyet girdabı varsa, onun içine çekmek için en çok onlar seviyor görünüyorlar
bizi. En çok onlar düşünüyorlar bizi.
Böylelikle bizden birilerini veya bizden bazı toplumların
yularlarını ellerine geçirmeleri pek kolay oluyor. Sonra vuruyorlar kamçıyı ve
istedikleri yöne koşturuyorlar. Karşılarına çıkanların dinine, kimliğine ve
kişiliğine bakmadan ve en ufak bir saygı da duymadan ezdiriyorlar.
Soyut bir masal anlatmıyorum aslında ama meramımın anlaşılması
için sadece iki kelime eklemem yeterli olacak sanırım: Yemen ve Suriye.
Aramızda pek çok gönüllü elemanları dolaşıyor. Bizden
elemanlar bunlar, en az bizim kadar bizdenler. Ama sözleri ve duyguları
onlardan yana akıyor. Hatta onlara küfrederken bile onlardan yanalar. Sorsan en
çok onlar düşman ve en çok onlar bağırıyor “Büyük Şeytan” diye, en çok onlar,
hep en çok onlar…
Oysa önce yaramı gören bir bakış masum olmalıydı, en çok
teselliye ihtiyaç duyduğumuz yeri sıvazlayan el dürüst olmalıydı. Bize hep
böyle geldiği için yanıldık ve yanılmaya devam ediyoruz.
Biriyle karşılaştığımızda ilk olarak aklına; makamımız, malımız,
sosyal statümüz ya da ırkımız geliyorsa o bizim dostumuz değildir. İlk aklına
gelen şey, dinimiz ve ahlakımız değilse dinde kardeşimiz de değildir.
Muhatabımız elini elimize uzatırken dilini yaramıza uzatıyorsa
büyük ihtimalle bir vampirdir ve açık yaramızdan kan içmek derdindedir. Dilini
gönlümüze uzatırken elini yaramıza uzatıyorsa doktor olma ihtimali daha yüksektir.
Ne ki, iki yüzlü bir çağa denk geldik! İki yüzlü devletlere,
iki yüzlü toplumlara ve insanlara her devirde rastlanıyordu da, bize denk gelen
baya ağır geldi.
Allah sonumuzu hayreylesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder