Benlik davası herhalde insanlık tarihinin en eski
sıkıntılarından biridir. Adem(a)’ın oğlu Kabil’le başladığını söylemek abartı
olmaz.
Bazı şeyler istediğimiz gibi gitmediğinde, keyfimizin
kahyası memnun olmadığında, elde etmek istediğimizi kaybettiğimizde ya da
emaneten elimizde olan eksildiğinde, hemen devreye giren ve bizi isyankar bir
kula veya vicdansız bir canavara dönüştüren benlik kibri veya gururudur.
Gücümüzün yettiklerinden zorla, yetmeyeceğini
düşündüklerimizden rica ile, bazen savaşla bazen barışla, hatta dalkavukluk
veya hırsızlıkla bile ulaşmayı normal gördüğümüz açlıklarımız, eksiklerimiz ve
belki de zevklerimiz var.
Neticede hep dediğim gibi; insanız, eksiğiz, kusur ve isyan
genlerimizde var!
Kendimiz için istediklerimizin en azından bir kısmını ya da
benzerini, sevdiklerimiz ve değer verdiklerimiz için de isteriz. Bir de
acılarına şahitlik ettiklerimiz için, açlıklarına, yokluklarına, bin bir türden
acılarına şahitlik ettiklerimiz için istediklerimiz olur. Merhametten nasibi
olanlarımız; elbette herhangi bir canın yanmasını istemez, yaranın kanamasına
seyirci kalmaz.
Atılan her adımın, yapılan her hayrın, dünya ve insanlar
nezdindeki değer ve karşılığından çok daha kesin olan ve emin olduğumuz kısmı;
ahirette yani hesap gününde yani iyiliklerin ve kötülüklerin mukayese edileceği
gerçek zamanda, yani azlık veya çokluğun değil sadakat ve samimiyetin değer
göreceği günde, mutlaka ama mutlaka karşımıza çıkacağıdır.
Bütün mesele; kendi imtihanımızı başarı ile vermekten
ibaret. Neyin bizim için imtihan olduğunu bulmamız çok kolay, hele de
bugünlerde hemen her şeyden kolaylıkla haberdar olurken, daha da kolaylaşmış
durumda.
Uzak diyarlarda, elimizin ermeyeceği ve gücümüzün
yetmeyeceği yerlerde birtakım işler oluyor. İnsanlar yalnız ve sadece “Rabbimiz
Allah(cc)’tır” dedikleri için, O’na secde etmek istedikleri, O’nun helalleri
üzere yaşamak ve haramlarından uzak durmak istedikleri için sokaklarda,
meydanlarda ve evlerinde katlediliyorlar.
Peş peşe sayacak olsak, sayfalar dolduracak acılar yaşanıyor
ve sürekli devam eden bir abluka, bir soykırım, bir sürgün var.
İşte bu noktada, dikkatinizi çekmek istediğim yer; yaşanan
olaylardan bigane, gamsız ve tasasız, umarsız ve duygusuz bir hayat geçirmenin,
insani meleke ve İslami hassasiyetlerini kaybetmemiş kimseler için mümkün
olmadığıdır.
Aynı şekilde; her katliamın acısını ciğerinde hissetmek, her
sürgünün ardından hayattan sürülmek, her acının ağrısını yüreğinde hissetmekte
gayet insani bir duygudur.
Ancak abartıldığında ve her şeyden kendini sorumlu görmek
gibi bir noktaya savrulduğunda, iki şekilde batağa saplanmak kaçınılmaz oluyor.
Birincisi; kendini değersiz ve etkisiz görerek hatta
Allah(cc)’in kudret ve kaderini de unutarak gam ve keder bataklığında boğulmak.
Devamında şiirler ve şarkılarla kafa bulup, bir tür acı müptelası, felaket
müdavimi olma riski olan bu sürecin sonu, travmatik bir romantizm olabiliyor.
Sonra boğulduğu bataklıkta yaşamayı bir hayat tarzı haline
getirip, öylece ölüp gidivermek…
İkincisi ise; acı ve ızdırap hislerinin galebe çaldığı her
kalpte olduğu gibi, anlamsız teselliler arayarak gerçekten yapılması gereken ve
yapmaya gücümüzün yettiği işleri de unutmak veya terk etmek.
Bunlar, bahsettiğim benlik davasının bize oynadığı nefsani
oyunlardan ibaret.
“Her şeye ve herkese ağlamalıyız, her olaydan biz sorumluyuz
hesabını vereceğiz, her canın katline ortağız, her malın kaybında dahlimiz var”
gibi sonu gelmeyecek ve aslında olayları şuur etmek ile şiir etmek arasında
gidip gelen bir haleti ruhiyemiz var.
Hayır, İslamlık; böyle insanı helak eden, kahreden ve kendi
duygusal bataklığında boğulmaya terk eden bir hayat şekli değildir. Vicdan
sahibi bir insan olmak; her acıdan pay almak değil, gücün yettiği elin erdiği
kadar acılara merhem olmaktır.
Dünya avucumuza alamayacağımız kadar büyük, uğrunda çok
kahır çekilemeyecek kadar küçüktür.
İşte tam da bu yüzden; şairlerin şiirini yazdığı kavgayı mücahidler
verir, yazarların edebiyatını yaptığı fakirlikle zenginler savaşır,
şarkıcıların seslendirdiği sevdaların acısını aşıklar yaşar!
İşte tam da bu yüzden; ibret amellerdedir, sözlerde değil…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder