Hayatı anlamlandırmakta kullandığımız en önemli verilerden
biri, hiç şüphesiz zaman mefhumudur. İnsan hayatının en kısa tarifinin; “doğum
ile ölüm arasında geçen süre” olduğu düşünüldüğünde zamanla hayatın bağı daha
net ortaya çıkıyor.
Tarih, takvim, saat, ay, gün ve yıl gibi saya saya
bitiremediğimiz, vazgeçilmez bilgi ve düzenlemelerin tamamı, zaman mefhumunun
neticesidir. “Dünya hayatı zamanın geçmesinden ibarettir” desek, abartmış
olmayız. Hayat bir vakittir ve geçmektedir neticede.
Ancak zamanın geçmesi, vaktin süresi gibi kavramların
tamamının aslında göreceli olduğunu ve bunların bir bakıma bizim zanlarımızdan
ibaret olduğunu da yine yaşayarak öğreniyoruz. Rüyasında zamanlar üstü bir
yolculuk yapanlarımız olduğu gibi, saatler süren bir hikayeyi birkaç saniyede
görebildiğimizi modern bilimin tespitleriyle anlıyoruz.
Uyuyan için zamanın bir bakıma ortadan kalktığını, saatlerin
tıkırtılarının rüyaları etkilemediğini yani bu alemde kaldığını ve bu rüyaların
zannettiğimiz ve yaşadığımız gibi bir zamanın geçerli olmadığı, bir başka
alemin varlığının da göstergesi olduğunu fark ediyoruz. Uykunun küçük bir ölüm
denemesi olduğunu, ölümün fragmanı olduğunu bilince; aslında rüyanın da
ahiretin bir fragmanı yani diğer alemin bir tanıtım filmi olduğunu, varlığının
delili olduğunu anlamamız mümkün oluyor.
Ayların ve yılların bizim için geçtiğini, aslında kainatın
yaratılışından sonuna kadar olan her şeyin, ezeli ve ebedi ilim sahibi
Allah(cc) için malum olduğunu; olacakların olduğunu, yazılacakların
yazıldığını, kalemlerin kuruyup defterlerin dürüldüğünü; kaderin hükmünün
icrasını zaman içinde görelim için dünyada olduğumuzu, çok fazla çırpınmanın,
bu hayatı ve alemi çok değerli ve çok gerçekçi zannetmenin büyük bir gafletin
kapısı olduğunu; bedenlerimizin ve canlarımızın, hayatlarımızın ve dünyamızın,
zamanlarımızın ve anlarımızın değerlerinin ancak içini doldurduğumuz iyilik ve
güzellikler kadar olduğunu biliyorum.
İyilik ve güzelliğin de bir nasip işi olduğunu unutmuyorum.
Unuttuğum zaman hatırlatan, zamanın da yaratıcısı olan Allah(cc)’uya hamd
ediyorum.
O’nun kudret ve tayini ile ayların 12 olduğunu, haftanın 7
gün kaldığını biliyorum. Adına ne takvimi denilirse densin, insan fıtratının 12
aylık bir yılı, 7 günlük bir haftayı yaşamak zorunda olduğunu görüyorum.
Bunca etkisiz ve bunca zavallı durumdaki insanın, sanki
kendi tayin ettiği takvimlerle, kainatın ve insanlığın kaderine etki
edebilecekmiş gibi aptalca bir zanna kapılmasını hayretle karşılıyorum.
Varsa bir gücümüz, haftanın günlerinin sayısını 8 yapıverelim
mesele, ya da ayların sayısını 13 yapalım, olmadı 11’e indirelim.
Yapamayız!
Zamanın da hakimi olan Allah(cc)’dur, bunu her takvim
değişiminde bir kere daha hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var.
“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri
yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir…” (Tevbe 36)
Daha önce deneyenler gibi, farklı takvim türleri
yapılabilir. Çok zor bir iş değildir bu. Ayların sayısını da günlerin sayısının
da değiştirebilirsiniz. Ancak bu insanların içine sinmez, kullanımı yaygın
olmaz, genel kabul görmez.
Çünkü, fıtrat yaratılışa tabiidir.
İnsanoğlunun kendince takvim değişimlerini kutlamaya
kalkması kadar, takvim değişiminden kaderin ve hayatın etkilenmesini ya da bir
şeylerin değişmesinin takvimde yazılı sayılarla olabileceğini düşünmesinin, ne
kadar basit ve insan onuruna yakışmayacak bir düşünce olduğunu fark etmemiz
gerekiyor.
Adına miladi ya da hicri de desek, güneş veya ay takvimi de
desek, zaman geçiyor bizim için ve mukadder bir sona doğru gidiyoruz. Bunun
kutlanacak bir yanı olmadığı, takvimin türünden bağımsız bir vakıadır.
İnsanın kendini bu kadar önemli ve değerli görmesi, eliyle
yazdığı sayılarla dünyaya hükmettiğini zannetmesi, ciddi bir kendine tapınma
sapkınlığının göstergesi olabilir. Neyse ki, ölüm var ve insana kendi yerini
hatırlatmaya devam ediyor.
“Varsa gücünüz ölümü durdurun” diye meydan okuyan kudretin
karşısında boyun eğmekten başka çaresi yoktur kimsenin. Ne ki, bunu itiraf
etmekle, ısrarla inkar etmek arasında özgürdür insan. Hayatı boyunca
ölmeyeceğini iddia etse de, ölecektir oysa. Tıpkı öldükten sonra dirilmeyeceğini
zannetse de dirileceği gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder