Yeryüzünde hayatın en belirgin ve beğenilen yanlarındandır
yeşillikler, ağaçlar ve ormanlar. Hele içlerinden ırmaklar akan, manzaraları
ile iç ferahlatan, sundukları yaşam imkanı ile sevilen yeşil denizlerin,
gözümüze ve gönlümüze kattıklarını anlamak, çağımız modern şehirlerinde yaşayan
bizlerin çektiğimiz hasretler sebebiyle çok iyi anlayabildiğimiz bir
güzelliktir.
Hayat su ve yeşille kaimdir, bir de bunları barındıran
toprak!
Şehirler ve medeniyetler de su ve yeşille hayat bulur,
susuzluk ve yeşilsizlikle tükenirler.
Şehrin ve medeniyetin de kökleri, ağaçlar gibi toprağa
salınır ve su gibi kültür içerek beslenir. Yerin altında kaldığı zannedilen pek
çok şey, yerin üstündekilerin hayatlarına yön verir. Aslında, hayata toprak yön
verir ve sona eren her hayatı toprak sinesine alırken, bunda şaşılacak bir yan
da yoktur.
Bir şehrin ve medeniyetin kökleri, insanların
gönüllerindedir. İçinde erdem ve ahlak büyüten nesillerin eserleri asırlar boyu
ayakta kalır. Biz tarihi binaların sadece taşlardan ibaret olduğunu zannetsek
de, medeniyetin ruhu oralarda yaşar ve oralarda bilinir.
Bu anlamda yeryüzünün en tarihi binası Kabe’dir mesela,
taşıdığı medeniyet davasının kıblesidir. Mescidi Aksa’dır mesela, doğru ya da
yanlış herkesin bir ucundan tutmak istediği bir mirastır. Kavga da köklere
kimin tutunacağının çekişmesidir ve kazanan o köklere en layık olanlardır.
Bizim medeni şehir anlayışımızın bugünlerde bu kadar
bozulmuş olmasının herhalde en büyük sebebi, şehirlerimizin köklerinden
koparılmasındadır. Bunun ilk sebebinin madde değil mana olduğunu düşünüyorum.
Manevi mirasını kaybeden, kökleriyle bağını kesen bir toplum, ondan sonra
olacakların tamamına kar ve zarar penceresinden bakıp, bir medeniyet inşa etmek
yerine, bir kazanç kapısı açmak noktasına geldi.
Evlerinde “hayat” bulunmayan şehirlerde hayat süren
insanların, medeniyete katkılarında da hayır olmadı. Sahi şimdilerde
bilmeyenler de vardır yazalım: Antep yerel lisanında hayat, evlerin avlusuna
verilen isimdir. Apartman neslinin maalesef hayatlarından çıkarılan bir
hayattır o.
Hayıflanmaların ve artık geri dönülmez noktaların üzerinde
çakılıp kalmanın bir manası yok. Değiştiremediğimiz ve yakın gelecekte bir
başka şekle bürünmesi de mümkün olmayan şehirlerimizin ve hayatlarımızın
ardından ağıt yakmak, kendimizi daha ölmeden gömmek gibi olur.
Hayattayız, yaşıyoruz ve bu haldeyiz. Öyleyse bu halin en
verimli, en beğenilir, en hayırlı, en güzel nasıl kullanılabileceğine kafa
yormak gerekiyor. Bu halde de medeni bir şehrin nasıl mümkün olacağının
yollarını bulmak zorundayız.
Geçmişi, kendisinden beslenilen bir kök olarak görebilir ve
ondan aldığımız su ile yeşil yapraklar açmanın, hatta lezzetli meyveler
vermenin bir yolunu bulabiliriz.
“Nerede o eski…” kalıbında takılıp, döne döne bina okuyan
tembel talebe gibi bunu tekrarlamanın hiçbir getirisi yoktur.
Yeni buradadır ve bunu güzel kılmanın, iyi olmanın, şehri
medeniyete dönüştürmenin her zaman tam zamanıdır. Gecikmişliklerimizin,
engellenmişliklerimizin, eksikliklerimizin, yenilmişliklerimizin mazeretlerine
sığınmak, kifayetsiz politikacı metodudur. Biz yaşıyoruz ve hayat üzerinde
politika yapılamayacak kadar gerçek ve değerlidir. Hoş kendimizden başka
hayatlarımıza oy verecek kimse de yoktur, hizmet getirecek bir kurum da
bulunmaz.
Şehir insandır, şehir sudur, şehir yeşildir. Medeniyet;
insanın kök saldığı toprağa tutunup bir erdem ve ahlak ormanı inşa etmesidir. Köksüz
ağacın meyve verme ihtimali yoktur. Köklerimizi bulmak, onlara tutunmak ve
onlardan beslenerek büyümek bizim yolumuzdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder