Büyük işler yapan ya da büyük medeniyetler inşa eden fert ve
toplumların ortak genel özelliği herhalde, herkesin kendi işi ile meşgul olması
ve haddini bilmesidir.
Haklarının neler olduğunu herhangi bir kibir ya da eziklik
hissetmeden idrak etmiş olmak ve şuurlu bir taleple bunları elde etmek için
gayret etmek ise, en az had bilmek kadar medeniyet iddiasının ayrılmaz
parçalarındandır.
İnsan için haklarını bilmesi ve istemesi ile başkalarına
karşı haddini bilmesi, topluma karşı sorumluluk ve görevlerinin bilincinde
olması, ahlak ve erdemler üzerine bina edilecek medeniyet yolculuğunun
vazgeçilmez azığıdır.
Bunun kişinin konum ya da imkanlarıyla da alakası yoktur.
Hangi konumda olursa olsun, Müslüman için ne kendi haklarından vazgeçmek, ne de
başkalarının hukuku çiğnenerek hadsizlik yapmak kabul edilebilir bir davranış
değildir.
İdarecilerin, kendilerine aslında ağır bir imtihan ve vebal
olarak yüklenen görevleri sebebiyle başkalarına üstünlük hissine kapılmaları
çok ağır bir ahmaklık olur. Zira ahirette halktan biri hesap verirken, dünyada
muamelede bulunduğu insanlar dışında kimseyle hak davası ile karşılaşmazken;
idareciler halkın tamamının yanında, bölgelerinde bulunan hayvanların bile
hakkının hesabını vereceklerdir.
Ahiret ve hesaba, sorgunun şiddet ve korkusuna inanan biri
için bu, herhalde bütün kibir ve benzeri üstünlük duygusunu kül edecek kadar
büyük bir ateştir.
“Emir’ul Mü’minin Ömer bin Hattab (ra)’ın; “bir aileden bir
kurban yeter” tespiti bütün örnek idarecilik hayatının özeti gibidir.
İdarecilerin azgınlığı, sınırları çiğnemeleri ve zulme
meyletmeleri, insan fıtratının zayıflığının ve kendini kaybetmeye bu kadar açık
oluşunun delili gibidir. İnsanın, biraz etki ve yetki sahibi olunca, sağlam
ayaklar üzerinde durmayan her nesne gibi kayma ihtimali çok büyüktür. Yalnız
yüklendiği ağırlığın altında sapasağlam durabilen ve sarsılmadan yolun sonuna
kadar gidebilenler müstesna…
Pek ideal olmasa da, alıştığı şartların daha üstünde imkan
ve muameleye muhatap olan ahalinin şımarması ise, en az idarecilerin zulme
düşmesi kadar vahim bir medeniyet sorunu, yıkıcı bir toplum felaketidir.
Böylesi durumlarda insanlar, kendilerine yetecek olan 3
değer iken 5 elde etmişler ve sonra bunun birini kaybederek 4 ile kalmışlarsa,
aslında onlara 3 yettiğini unutarak ve ellerinde hala 4 olduğunu göz ardı
ederek, “neden 5 olanı kaybettim” diye feryat, figan ve feveran edebiliyorlar.
Bunun fıtrata dayanan gerekçeleri olsa da, terbiye ile
kontrol altına alınan ve ihtiyaç ile alışkanlığı ayırt edebilen fertler olmamız
gerekiyor.
Gelecek günlerin ne getireceğini kesin olarak bilemiyoruz
ancak, aşırı doymaya alışan bir bünyenin açlığa herkesten daha az
dayanabildiğini biliyoruz.
Ayrıca, verilen nimetlere şükretmek yerine nankörlük
edenleri, nimetlerin Rabbinin mahrumiyetle cezalandırdığını da biliyoruz.
Bolluğa ve bolca tüketmeye o kadar alıştık ve o kadar
benimsedik ki, çöpe dökecek ekmeği ya da yemeği kalmayanlar bile kendini daha
iyi hissediyor! Öyle ki, bu artık bir marifet olarak algılanıyor.
İdarecilerinden kibir ve aşağılama görerek yetişen bir fert
ya da topluma, hak ettiği normal muamele gösterildiğinde, şımarması ve
muhataplarına olan saygısını kaybederek, haddini aşması da bir başka açıdan
nankörlüğün alametidir.
Zira iyi bir idareci, refah içinde yüzen bir toplumda
yaşamak, dünyalık nimetlerden doyasıya faydalanmak hem büyük bir nimet, hem de
büyük bir imtihandır. Şımaranlar ise kaybederler.
Nerede ve hangi konumda olursak olalım, insanların haklarına
riayet etmek zorundayız. Ancak onların şımarıklık veya edepsizliklerine
katlanmak gibi bir mecburiyetimiz yoktur.
Haklarının çiğnenmesine ve kendilerine hürmetsizlik
edilmesine alışanların, gördükleri normal muameleyi, çok özel sanarak
şımarmaları ise maalesef sık karşılaşılan bir durumdur.
Kendini ve haklarını bilmek, başkalarının sınırlarına
dikkatle yaklaşmak ve çiğnemekten çekinmek medeni insan olmanın bir gereğidir.
Toplumları ıslah eden ve medeniyet yolunda taşıyanlar da bu gibi fertlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder