09 Mayıs 2020

Merhamet Sadakadır


Toplumlar devasa birer yapı gibidirler; temelleri, duvarları, çatısı, iç teşrifatı, dış süslemesi, mutfağı ve hatta ahırı olan bir yapı. Aklınıza gelen her parçayı ekleyebilirsiniz. Hapishanesi, hastanesi, kütüphanesi de olan kocaman bir tek yapı.

Temelleri hayatın olmazsa olmazları ile atılan bir yapının, duvarları halkların gelişme ve çoğalmalarıyla yükselir. Çürük tuğlalar, eksik malzemelerle inşa edilen duvarların ne sıcaktan ne soğuktan korumadığını herkes bilir. Hatta en ufak bir sarsıntıda ilk önce bu duvarlar yıkılır. Yine de eğer sağlam kirişleri varsa binamızın ayakta kalır bir şekilde. Kırık dökükte olsa dikilmeye eder.
Bir şekilde her bir katı, her bir duvarı birbirine bağlıdır, bağlanmayan o yapıdan sayılmaz zaten. Olsa olsa müştemilat olur. Arada bir kullanılan ama çoğunlukla uzak ve sevimsiz.

Toplumumuzun hayatta kalmasını temin eden kanı hakim zihniyetin bakılına göre şekillenir. Kapitalist bir sistemde yapıları ayakta tutan para iken, komünistlerde devlettir. İslam’da ise adalet ve merhamettir.

İnsanların münasebetlerinde birbirinin hukukunu gözetmesi, kul hakkı kavramının ağırlığı, karşılıksız yardımlaşmanın övgüsü, farz olanlardan başlayarak nafilelerle devam eden bir ibadet halkası olarak sadaka müessesi, yardımlaşmanın hayatın bir parçası olduğu komşuluk hukuku, akrabaya sahip çıkmayı vazife gören sıla-ı rahim emri ile İslam!

Hayatın her alanında, hassas bir cerrah neşteri gibi; can acıtan, iltihap üreten, baş ağrıtan, diz büken, bel kıran ne kadar sıkıntı varsa hepsine müdahale yollarını açan, gösteren, emreden ve bizzat ameliyat eden İslam!

Adaleti devletin temeli gören, adaletli bir devlet başkanını kıyamet günü peygamber sancağı altına çağrılan ilk kişi kılan, adalet ve emniyet için fıtrata uygun kanun ve düzenlemeleri dinin gereği sayan, zulmü her koşulda reddeden ve zalim kim olursa olsun engel olmayı, mazlum da kim olursa olsun sahip çıkmayı emreden İslam!

Merhameti insanlar arasında bir lütuf gören, insanlarda meşru bir sebeple ya da hayvanlarda kurban gibi kesimlerde bile incitmemeyi düşündüren, dünyayı emrine verdiği insanı bütün varlıkların hamisi kılan, rahmete layık bir kul olmayı temel hayat kuralı olarak koyan İslam!

Bizden uçuk kaçık ve hayali işler beklemiyor. Gücümüzün yetmeyeceği yüklerin altında ezilmemizi istemiyor. Ferdin fert olarak, devletin devlet olarak görev ve sorumluluklarını net olarak ayırıp, herkesi kendi nefsini ateşten kurtaracak en hayırlı yola girmeye davet ediyor.

Dünyanın gidişatını değiştiremeyebiliriz. Devletin aksayan adalet sistemine müdahale gücümüz olmayabilir. İklim sorunlarını çözemeyebiliriz. Savaşları durduramayabilir, yaraların tamamını saramayabiliriz.

Yapmaya imkan ve gücümüzün yetmeyeceği çok şey vardır bu dünyada. Bizi çaresiz ve aciz bırakan çok dert vardır. Her birine yetişmeye elimizin ermeyeceği çok düşen çocuk vardır.

Var olanları değiştirmeye gücümüz yetmeyebilir, yetmez de zaten. Yetemez!

Ancak merhamete imkanımız her zaman vardır, gücümüz yetecektir, elimiz erecek, sesimiz yetişecektir. Sesimiz merhametle çıkabilir, elimiz merhametle uzanabilir birilerine, bir yere…

Bir tek kişinin merhameti ile ne olur demeyin. Bir kişinin merhameti onun için ve merhamet duyduğu için Allah(cc)’in rahmeti için yapılacak en samimi ve en büyük duadır. Bir damla ile ne olur demeyin; nehir de olur deniz de.

Sadaka bütün yönleri, isimleri, şekilleri ve yöntemleriyle; merhametin temel taşı, insanlığın izzeti, rızkın bereketi, hanelerin süsü, şehirlerin huzuru, devletlerin gücüdür.

Sadakanın zenginlik ya da fakirlikle ilgisi yoktur. Ekonomik sorunlardan, şartlardan, paranın değerinden, grafiklerden ve politik açıklamalardan etkilenmeyecek bir konudur sadaka. Saldırılardan da etkilenmez, kınamalardan da.

Sahip olduklarının şükrü, sahip olamadıklarının duasıdır sadaka. Biri olanın yarımı, onu olanın biri de olsa; azı çoğundan değerli olan tek alışveriştir sadaka.

Allah(cc)’e borç vermektir, hem de kat be kat fazlasını alma garantisiyle, hak etmediğimiz kadar karşılık almamızla haksız kazancın, verdiğimizin 700 katını almamızla bildiğimiz manada faizin olmadığı yerdir sadaka.

Vermenin eksiltmemesi, çıkartmanın azaltamaması ancak ve sadece sadaka ile mümkün olur. Matematik kurallarını tanımayan bir işlemdir sadaka.

Merhametle uzanan bir elin bileğini bükecek kuvvet yoktur dünyada! Merhamete uzanan bir toplumu yıkacak bir güçte bulunmaz insanlar arasında.

Hiçbir gücün yetmediği, hiçbir korumanın işe yaramadığı, denizlerin söndüremediği bir ateşten kurtulmanın yolu, cehennem ateşinden korunmanın metodu, merhametle verilmiş yarım hurmalık sadakadır.

Merhameti duyan, çoğaltan, sırtında taşıyan, eliyle ulaştıran, diliyle bildiren, gözüyle gösteren, ayağıyla götüren insanların dünyamızın gerecek süsleri oldukları, binamızın göze fer, gönle bereket verdikleri bir güzel zamandayız, Ramazan ayındayız.

Merhameti çoğaltmanın, sadakaları çoğaltmanın en güzel zamanıdır.

Merhametin mektebinde, sadakanın dersindeyiz…

06 Mayıs 2020

Kardeşlik hukukuna dair



Herhalde en çok başımıza gelen; düşündüklerimizle söylediklerimizin, söylediklerimizle yaptıklarımızın, yaptıklarımızla aslında yapmak istediklerimizin pek birbiriyle aynı olmamasıdır. Her birimiz ve her bir olay için farklı sebeplerle olsa bile, bu çıkmaz sokağa daldığımız olur.

Kendimizle ilgili yani ikinci bir şahsı ya da toplumu ilgilendirmeyen ve onlara bir zararı da olmayan aksamalarımızın hesabını soracak olan merhameti pek büyük Rabbimiz olduğu için bir nebze umutla bakabildiğimiz bir alan oluyor. Allah(cc)’in rahmetinden emin olup kendimizi kaybetmek riski gibi bir tehlikeli yönü de var bu işin tabii ki.

Konu diğer kişi ve toplumların hukuku olunca; akan suların durması, yürüyen ayakların çakılması, konuşan dillerin lal olması gerekiyor. Çünkü dünyada ve ahirette muhatabımız, bizim gibi bir insan olacak ve kazanacak ya da kaybedecek çok değerli şeylerin olması muhtemel bir konuda bizim hesaplaşmamız herhalde hiç kolay olmayacaktır.

Sonuçta herkesin nefsini düşüneceği ve annenin evladından kaçacağı bir hesaplaşmadan bahsediyoruz. Kim kimi tanır, kim kime iltimas geçer?

Biz Müslümanlar için, yakınlık ve hukuk olarak en önde gelenler; aile ve akrabalarımız olduğu gibi, dinde kardeşlerimiz ve komşularımız da büyük hak sahibidirler. Diğer insanlardan uzak durmak gibi bir imkanla hukuklarını çiğnemekten kurtulma ihtimalimiz olsa da, bu yakınlarımız için uzak durma veya terk etme gibi bir durum başlı başına bir hak ihlali olur.

Akrabaları gözetmek ve komşulara iyiliğin yanında, hayatın değişik alanlarında karşımıza çıkan, bir sebeple münasebet kurduğumuz Müslümanların kardeşlik hukukuna da riayet etmek zorundayız.
Özellikle Ramazan ikliminde olduğumuz şu günlerde ve özellikle iletişimin daha çok telefon ya da internet üzerinden sağlandığı izolasyon şartlarında, çok kolay dilimize doladığımız kişi ve olayların amel defterimizin hangi yanına yazıldığına kafa yormamız gerekiyor.

Salih amellerimizi çoğaltmaya çalıştığımız, günahlardan uzaklaşmak için gayret ettiğimiz şu zamanda, bize ve muhataplarımıza hiçbir faydası olmayacak dedikodu ve gıybetlerle altına girdiğimiz vebalin ağırlığını hissetmiyor oluşumuz da ayrı bir dert.

Hakkında kulaktan dolma birkaç cümleyi geçmeyecek bilgi sahibi olduğumuz insanların, görünüşünden başlayarak davranışlarına, fikirlerinden başlayarak dindarlığına kadar, hemen her alanda, alay etmemizin, kafa bulmamızın, sosyal medyada bunu yaymamızın nasıl bir amel olduğunu azıcık düşünmemiz herhalde Müslümanlığımızın güzelliğine yapabileceğimiz en önemli katkılardan biri olacaktır.

Falanın sakalının şekli, filancanın örtüsünün durumu, diğerinin ağzı, ötekinin burnu, birinin sözü, diğerinin susması, bir başkasının yürüyüşü, daha başkasının gülüşü; bütün bunları eğlence meselesi yapmamızın, daha da ileri giderek hakaret ve aşağılama için kullanmamızın bir hesabı olmayacağını nasıl düşünebiliriz?

Düşünüyorsak, bunların helal olduğunu mu sanıyoruz? Ya da helalleşmenin gizli ve özel bir yolunu mu keşfettik?

Hz. Ali(r.a.)’a atfedilen bir darbı meseldir: İnsanlar bizim için iki sınıftır; ya insanlıkta eşitimiz ya da dinde kardeşimizdir.

İnsanlıkta eşimiz olanlar aynı zamanda dinde davetimize muhatap olanlardır. Muhatap olduğumuzda bu açıdan bir sorumluluğumuz olduğunu ve ona karşı her davranış ve duruşumuzun bir şekilde dinimize/davetimize mal edileceğini de hesap etmek zorundayız.

Kendisine hakaretler ve aşağılamalarla söze başladığımız birinin, bizi ve davetimizi can kulağıyla dinlemeyeceği kesindir.

Kardeşimiz olanlara karşı ise belli bir hukukumuz zaten vardır. Yani İslam bize bir mecburiyet koymuştur. Zulme bulaşmadıkça ve düşmanlık etmedikçe her Müslüman bizim için kardeştir. İşlediği günahlar bunu ortadan kaldırmaz. Hoşumuza gitmese de, itikadına zarar vermeyen fikirlere sahip olması bunu değiştirmez.

Hiçbir gerekçe, bir Müslümanla alay etmeyi, onun İslam’ını reddetmeyi, amelleri ya da fikirleriyle eğlenmeyi, sözleri ve fiilleriyle gıybetini yapmayı bize vazife olarak yüklemez. Ancak diğer Müslümanlara ya da insanlara zarar vermesi beklenen bir ameli hakkında ve sadece bu zarardan insanları korumak maksadıyla günahının ifşa edilmesi ve anlatılması mümkün olabilir.

Müslümanlık dille ortaya konan bir haldir ve ancak dille ya da amellerle aksi yapıldığında ortadan kalkar. Yani kişiyi İslam’a getiren bir tek söz olduğu gibi, yine bir tek söz İslam’dan çıkarabilir. Yine kişinin Müslümanlığına delil ve işaret kabul edilen namaz gibi bir tek amel bile yeterli iken, reddine de İslam’ın herhangi bir emrini -mesela zekatı- inkar etmek sebep olabilir.

Bunların dışında diliyle Müslümanlığını ikrar eden herkes bizim için dinde kardeşimizdir. Aleyhine bir delil bulunmadıkça, aksini iddia eden kendini sözü ile mahkum etmiş olur. Ayrıca herhangi bir kardeşimizin aleyhine delil aramak gibi bir vazifemiz olmadığı gibi, böyle bir durumda hüsnü zan ile lehine yorumlamaya çalışmamız emredilmiştir.

Ülke, ırk, kabile, mezhep, meşrep, cemaat, şehir, mahalle, köy, sokak veya soyadı gibi hiçbir ayrım İslam’ın hükümlerini ve kardeşliğin hukukunu ortadan kaldıramaz!

Dünyamızın eğlencesi yaptığımız insanların, ahiretimizin azabı olma ihtimali ne korkunç!

02 Mayıs 2020

Hakların çatışması



İnsanların hayata bakış açılarıyla alakalı fikirlerinde oluşan değişiklikler kadar kendileri için varsaydıkları imtiyazlar da artıyor. Herkes kendince ürettiği bir vazgeçilmezler listesi üzerinden diğerlerinin saygı ve sınırları belirlemesini istiyor.

“Bence bu, bana göre şu, benim için o” gibi başlama noktaları aslında sabit bir kör noktayı ifade ediyor. Bana göre böyle olan başkasına göre öyle olmayabiliyor. Ve o noktada tıkanıklık yani sosyal sorunlar başlıyor.

Benlik duygusunun tavan yaptığı çağımızda, bunun tek sebebi ferdiyetçilik değil daha çok menfaatçilik olarak isimlendirilebilir. Üstelik bu hal artık yeni yetmelerin, ergenlerin ya da daha genel ifadesiyle yeni neslin değil neredeyse herkesin bir sorunu olarak büyüyüp gidiyor.

Menfaat ve zevk temelli bir hak sistemi kurgusuna kendini kaptıran ve belki de bu saçmalığı savunabilmek için, körü körüne inatla sahip çıkılan bir dogmaya dönüştüren kafa yapısı, bir de üstüne normal insanlardan bu yaklaşımına saygı hatta özel bir özgürlük alanı bekleme şımarıklığı gösteriyor.

Örneklendirmeden belki de meramımın tam anlaşılmayacağını tahmin ediyorum ama ısrarla gayri insani istek ve hak iddialarından herhangi birini örnek vermemeye çalışıyorum. Zira kötü örnek olarak vermek için bile konuşulması, kullanılması tiksindirici bir kötülükler silsilesi bunlar.

Çağdaş ve modern dünyanın; insanlığın vahiy temelli dinden kaynaklanan mukaddeslerine açtığı savaş sonunda ortaya çıkan boşluğu doldurmak için uydurduğu, yerine ve zamanına göre içeriği ile oynama hakkını sadece kendinde gördüğü, istediğinde ve sadece istediği insanlar veya toplumlar için gündeme getirdiği, uygun görmedikleri coğrafyalarda adını bile anmadıkları ama pek değerli, çok mukaddes, oldukça özgür ama bir o kadar aptal bir insan hakları anlayışı var.

Yönetim bazında, bir yerde krallık, diğer yanda diktatörlük bu haklara uyabiliyor.

Bir kıtada renk, diğer kıtada dil, başka bir coğrafyada din bu haklar kapsamına girmeyebiliyor.

Yaşama hakkı gibi temel varlıkla ilgili bir konuda, bazı halkların soykırıma uğratılmaları sorun olmayabiliyor.

Yer altı ve üstü zenginlikler konusunda sömürülmek, kağıt üzerinde en büyük insanlık suçu ya da insan hakları ihlali veya mülk edinme hukukunu ihlal gibi şatafatlı tamlamalarla manşetlere çekilse de, bazı ülkelerde yaşayan insanların bu kategoriye girmeleri ve normal bir insan muamelesi görmeleri düşünülemiyor.

Aile oluşturmak ve neslini devam ettirmek gibi sadece insan türünün değil hemen tüm canlı yaratıkların en doğal ve temel hakları iken; elleri ve dilleri, silahları ve teknolojileri ile gelişmiş ülke ve kurumların, dünyanın geri kalanının çocuklarını nasıl yetiştireceklerine, nasıl yaşayacaklarına müdahale etme, yönlendirme ve hatta itiraz etme cüretinde bulunanları yok etme gibi bir azgınlık işlemeleri, kesinlikle bir insan hakları ihlali sayılmıyor.

Canları, malları, nesilleri, akıları ve dinleri çiğnemekte bir mahsur görmeyen modern insan hakları, ne hikmetse her türlü melanet ve pisliği savunmak için kendini paralayan, paralı militanlara sahip bir terör örgütü gibi, hiç beklenmedik yerlerde, örneğin bir Müslüman mahallesinde salyangoz satmak isteyebiliyor ve bunu en tabii hak olarak ilan ediyor.

Oysa yalnız Müslümanlar için değil, fıtratını kaybetmemiş bütün canlılar için; işlenmesi veya serbest bırakılması, tercih edilebilir bulunması veya saygı duyulması asla mümkün olmayan birtakım işler bunlar.

İnsanların haklarının neler olduğunu belirleme işinin, emperyalist toplumları inşa eden fikir ve sistemlere bırakılması yanlışın ilk adımı idi. Olayın dürüst ve düzgün bir hukuk belirleme amacından çok, kendi menfaat ve zevklerine hizmet eden, kurguladıkları inançsız ve tüketim temelli toplumun oluşmasına hizmet etme noktasına gitmesine sebep oldu. Gidişata isyan ve itiraz etmeyi düşünemeyecek kadar kendi keyfinin peşinde bir insan kitlesi üretmeye yönelik haklar belirlenmesi ve bunları da gerektiğinde izaha bile ihtiyaç duymadan değiştirme yetkisini de batılıların ellerinde tutmaları, neticenin insanlık ve dünya için hayır olmayacağının kesin bir işaretidir.

Ürünün sahibi onlar, tasarımı ve çalışma sistemini onlar kurdu, kullanım koşullarını onlar belirliyor. Canları istediğince üründe ya da kullanım yer ve şartlarında değişim yapma hakkı da onlarda.
İşite tam da bu yüzden, adil ve merhametli bir dünya düzeni için, ne ahlak ne de adalet sisteminin insanların keyfine bırakılması mümkün değildir. Tarihin bilinen bütün devirlerinde ve bugün yaşadığımız bilişim toplumlarında karşımızda duran hakikat budur.

Pek çok insan bilmese ya da yanlış bilse de; insanlığın fıtratına uygun, fert ve toplumu dünyada huzur ve rahat içinde yaşatabilecek kurallar ve kanunlar silsilesi Allah(cc)’in dinindedir. Buna karşı çıkanların büyük bir bölümü inatlarını bir kenara bırakıp, samimiyetle bu dinin hakikatini öğrendiklerinde, bu büyük hakikate boyun eğmekten başka bir yolları kalmıyor.

İçinizde hiçbir endişe ya da tereddüt olmadan, bütün rahatlığınızla, İslam’ın bütün helal ve emirlerine sahip çıkmaktan asla imtina etmeyin ve aynı şekilde, hiçbir acaba hissine kapılmadan, bu dinin bütün haram ve yasaklarına karşı olmaktan geri durmayın.

Bilin ve ilan edin ki; helal ve temiz olan her şey güzeldir, haram ve pis olan her şey çirkindir!

29 Nisan 2020

Sebeplere değil Allah’a inanmak



Takvimler, insanların birtakım planlamalar yapmak için kullandıkları ve zamanın akışına ya da olayların gidişatına etkisi olmayan hesap sistemleridir. Bunu belirtme ihtiyacına sebep olan serzenişleri duymuşsunuzdur.

Pek çok insan, 2020 yılına sitemlerle başlayan cümleler kurmaktan değişik bir teselli buluyor. Oysa zaman takvimlerden bağımsız akmaya devam ettiği gibi, olaylar da takvimlerle alakasız olarak, Allah(cc)’in dünya için tayin ettiği kader çizgisinde cereyan ediyor.

Bu sözlerin en vahim tarafı; Kadir-i Mutlak olan Allah(cc)’in ve O’nun tayin ettiği kaderin unutularak, yaşananları bir devre, bir takvime ya da sebep olan birilerine veya bir şeylere bağlamaktır. Oysa sebepler dünyaya Allah(cc)’in koyduğu kanunlardır.

Bulutlar toplanacak ve yağmurlar yağacaktır. Yağmuru bulutun yağdırdığını zannetmek İslami açıdan gaflet ve dalalet olurken ,insani açıdan da bunca muhteşem deveranın kendiliğinden ve başıboş vuku bulduğunu zannetmek, zavallı bir ahmaklık olarak kalır.

Hastalığın ya da şifanın sebepleri elbette olacaktır. Sebeplere tapınmak herhalde şirkin maalesef en yaygın şekillerinden biridir.

Olan ya da olacak olayların ardındaki gerçek failin Allah(cc) olduğunu unutmak, o kadar tehlikeli bir haldir ki; bize sürekli bir zikir halinde olmamız emredilirken, aslında bunun her an yaşananlarda Allah(cc)’in kudret ve azametini idrak etmek olduğu ve bunun imanın bir gereği olduğu kadar, selim bir kalple yaşamanın da en güzel yolu olmasıdır.

Hayat ve ölüm gibi temel meselelerde kaderimizin Allah(cc)’in elinde olduğunu unutmamamız gerektiği gibi, hayatın getirdiği sevinç ya da üzüntülerde de, nihayetinde kaderin hükmünün icra edildiğini hatırlamamız, hayatı bize ve çevremizdeki herkese kolaylaştıracaktır.

Kainata verilen muhteşem nizamın, hesap etmekte zorlandığımız ve sadece tahminen şu kadar milyon yıl diyebildiğimiz bir süredir, devam edip bugüne gelmiş olmasını temin eden kudret, şüphesiz Allah(cc)’indir.

Gözümüzle görmekten mahrum olsak da, gelişmelerimiz vesilesiyle yaptığımız ve aklımızın alamayacağı kadar uzaklıkları görünür kılan aletlerimize rağmen, sonunu bulmayı bırakın, hesap bile edemediğimiz uzayın büyüklüğünün, en iyi tahminle, Allah(cc)’in arşının yanında, dünyanın en büyük çölüne düşmüş bir yüzük kadar olabileceğini düşündüğümüzde, ne azametli bir kudretle muhatap olduğumuzu idrak etmemiz için bir adım atmış oluruz.

İşte bu büyüklüğü hesaplanamayan kainatın içinde, bizim gibi ya da bize benzer, yaşadığı dünyayı imar eden ve Allah(cc)’in imtihan olunmakla yükümlü kıldığı başka kullarının olması da pekala mümkündür. Bu, Allah(cc)’in kudreti için bir “ol” emrine bakan basit bir iştir.

2020 yılında şunlar oldu, bunlar yaşandı ve en son artık bir uzaylı teması kaldı gibi bir beklenti anlamsızdır. Olacaksa bunun tarihe bizim verdiğimiz yıl numaralarıyla alakası olmayacağını herhalde tahmin edebiliriz.

Rahat olalım; alemde bizden başka benzerlerimiz varsa -ki olmasına bir engel yoktur- Allah(cc) dilemedikçe buluşamayız, dilediğinde de O’nun kaderi hükmünü icra edecektir.

Şu dünyada tasası çekilecek son şey herhalde budur.

Yaratan ve yaşatan, yöneten ve öldüren ancak Allah(cc)’dir.

Hastalıkların ya da virüslerin de rabbi ancak Allah(cc)’dir.

Doktorların ve ilaçların da ilahı yine Allah(cc)’dir.

Sebeplerin ve sonuçların da yaratıcısı Allah(cc)’dir.

Dünyanın da uzayın da mutlak hakimi sadece Allah(cc)’dir.

Alemlerin Rabbi olan Allah(cc)’a iman eder ve teslim oluruz ki; O’nun dilemesi dışında bize fayda ya da zarar verebilecek bir yaratık yoktur ve olamaz.

25 Nisan 2020

Filiz vermiş bir dal gibi



Çok hızlı yaşıyorduk, çok hızlı akıyordu sular ve elektrik hızlıydı. Işık hızını bile hesaplamıştık. En hızlı uçuşlarla, en hızlı ulaşılan uzaklar yakın olmuştu. Hızlı elemanlar makbuldü. Hızlı hayatlar yaşıyorduk ve hızlı ölümlerle ölüyorduk.

Ölüm de hızlıydı!

Hızlı konuşuyor, hızlı yazıyor ve hızlı okuyorduk. Hız ibreleri sadece arabalarda değil hayatın her alanında vardı; kimisi görünüyor kimisi görünmüyordu ama hız vardı, olmalıydı.

Tam da bu hengamenin ortasında, vazgeçilemez zaruretlerin üstünde, aksamaması gereken trafiklerin tepesinde aniden bir şey oldu.

Pek çok şey durdu!

Bir çok şey yavaşladı. Uçaklar eskisi kadar hatta hiç uçmaz oldu. Otobüslerle bile seyahat edilemiyor. Sokağa çıkmak gönüllü ya da gönülsüz yasaklanır oldu.

Olmazsa olmaz sandığımız her ey bir anda olmaz oldu!

Ölüm bile yavaşladı! Hep olan ama farkında olmadığımız sayılarla ölüm, yavaşça girdi aramıza…
Ama hayat devam ediyor; bir yanda eski akışın hızından beslenenler aç kalırken, diğer yanda bu duruşun duraklığını yapanlar dört köşe oldular.

İnsan yine bir yol buldu, hayat akıyor yine, yine devam ediyor acı ve açlık, yine sevinç duyuluyor bazı şeylerden ve yine insan işte…

Alıştıklarımızdan mahrum kalmanın ne menem bir hal olduğunu anlamak isterken birden kendimizi Ramazan ile karşı karşıya buluverdik.

İşte bütün rahmet ve bereketi ile gelmişti Ramazan; az yiyecek, az uyuyacak, az konuşacaktık. Dünyadan her ne alıyor idi isek -helal olmasına rağmen- hepsinden daha az alacaktık. Rahmet ve bereketin dünyadan aldıklarımızın azalmasıyla ters orantılı olması gereğiyle karşılaştık bir kere daha.

Çok Kur’an okuyacak, çok namaz kılacaktık; çok zikir, çok salavat ve çokça infak! Çok vermek Ramazan’ın değil bütün bir Müslüman hayatının olmazsa olmaz parçasıydı ve şimdi daha çok verecektik. Zekat deyip verecek, sadaka deyip verecek, fitre deyip verecektik.

Dünyalık kaygılarımızı ve alışkanlıklarımızı oldukça sınırlandıran ve engelleyen bir salgının ortasında, her şeye yeni anlam veren Ramazan gelmişti. Hasta olmamak ya da ölmemek için değil, yalnız ve sadece Allah(cc) için bazı şeylerden vazgeçecektik!

Hayatın hikmetini, yaşamanın hedefini, var olmanın nedenini Ramazan ile bir kere daha anlamak ve anlamlandırmak zamanıdır. Şartlar ve hayatın getirdikleri her birimiz için ayrı bir açıdan zor veya ayrı bir açıdan güzeldir.

Seçme ihtimalimiz olmayan mecburiyetlerden dolayı kahrolmanın anlamı yokken, değiştirebileceğimiz aksaklıkların farkında olmanın tam zamanıdır.

Azalan meşgalelerin yerini doldurmak için iyiyi ve güzeli aramanın tam zamanıdır.

Daha az insanla ve daha az muhatap olmanın, kalabalıklardan uzak durmanın, kendinle baş başa kalmanın tam zamanıdır.

Aileyi yeniden keşfetmenin, toplumu yeniden tarif etmenin, şehirleri yeniden isimlendirmenin, yurtları yeniden anlamlandırmanın; devlet ve düzenin değerini, adalet ve sağlığın yerini, ihtiyaç ve israfın şeklini, denge ve sükûneti yeniden bulmanın tam zamanıdır.

Baharın tam zamanıdır; kuru dallardan yeşil gözlerin patlamasının, ağaçların rengarenk ve envai tatta meyvelere durmasının, gökte güneşin gülümsemesinin, yağmurun yeri beslemesinin, yeni doğmuş yavruların toprağa basmasının zamanıdır.

Çokça düşünmenin, çok okumanın ve tekrar çok düşünmenin zamanıdır.

Kur’an’ı idrak etmenin tam zamanıdır!

Ramazan’ın tam zamanıdır!

***
“kıssalarda olur ya;
tam bu şehirde hikmet öldü derken bir şey olur,
şehre bir adam gelir,
bağırmaz,
filiz vermiş dal gibi sessizce çağırır...”

18 Nisan 2020

Komploculuğun dayanılmaz kolaylığı



Hayat, insan için bir açıdan, bildikleriyle tecrübe ettiklerinin kesiştiği yerdir. Saf ve temiz fıtratların öğrendikleri doğrularla karşılaştıkları yanlışların tenakuzunu yaşarken hissettikleri şaşkınlığın telafisi genellikle yoktur. Telafi edilemeyen çıkmazlar tevil edilerek savuşturulur.

Annesinden sevgiden başka bir şey görmemiş çocuğun, annesinin ilk kızgınlığında yaşadığı şok, belki de hayatının geri kalanında başına gelecekler için bir hazırlıktır. Tevili hemen yapılır; kızmıştır ama sevdiğinden…

Sonra ilerleyen yıllarda, her kızanın sevdiğinden kızmadığını anlaması da biraz zaman alacak, hatta birileri bunu hiçbir zaman anlayamayacaktır.

Bütün teviller bir çare arayışının meyvesidir denebilir.

Gücümüzün yetmediği, değiştiremediğimiz, bizi çaresiz bırakan meselelerde teviller ve birilerine sorumluluğu ihale etme yolu her zaman açıktır.

Geri kalmışsak, kesin düşmanlarımızın zalimliğindendir.

Zayıf bırakılmışsak, coğrafyamızın kader oluşundandır.

Cahil kaldıysak, dilimizi ve alfabemizi değiştirenlerin suçudur.

Salgın varsa, egemen güçlerin ve üst akılların üretimidir.

İlaç bulamıyorsak, piyasayı elinde tutanların oyunudur.

Namaz kılmıyorsak vardır illa bir izahı! Oruç tutamıyorsak kesin bir zafiyetimiz vardır.

Düzgün ve dürüst bir hayat yaşamıyorsak, sorumlusu çoktur, bize sıra gelmez.

İyi Müslüman olamıyorsak, biz iyiyizdir ama çevremiz kötüdür.

Güvenilir insan olamıyorsak, şartların suçudur.

Her zor için bir kaçamak, her eksiğimiz için bir tevil, her felaket için bir komplo teorisi, her savaş için mayın eşeği, her barış için hain, her kalkınma için bir dış müdahale, her güzellik için bir kötü söz, her saldırı için bir bahane vardır, bulunur yani, yoksa da buluruz.

Bahane bulmak bizim işimiz!

Aslında komplo teorilerinin çoğu “Allah(cc) belamızı verdi” diyememenin sonucudur, bir kısmı da “belamızı aradık ve bulduk” diyememenin. “Allah(cc) belamızı verdi” diyemeyenler, iman edenlerden iken; “aradık ve bulduk” diyenler genelde deistlerden çıkıyor.

Oysa, bütün tezlerin bir yanı haklı ve gerçek; biz azdık, şükrü terk ettik, adalet ve merhametten nasibimiz azaldı ve neticede Allah(cc) dünyanın belasını verdi.

Kınadıklarımız başımıza geldi!

Hem de daha bu ne ki? Asıl gelmesinden endişe etmemiz gereken daha büyük felaketlerden korunmamıza vesile olan, hayırlarımızı ve hayırlılarımızı hayırla yad etmek gerekiyor. Onların emekleri ve gayretleri ile bizim verdiklerimiz bir nebze kalkan olmasa, dünyanın başımıza yıkılması işten bile değil!

Şükür ki; Allah(cc) rahmet ve nimetlerini hesapsız ve karşılıksız veriyor. Aramızda dolaşan masumların dualarıyla yaşamaya devam ediyoruz.

Efendiler!

Allah(cc) dilemedikçe kuru bir yaprak bile ağacından kopup yere düşemez.

Yerin ve göklerin, mutlak hakimi, Alemlerin Rabbi Allah(cc)’dir.

Bu dünyada; egemen batının, üst akılların, şer güçlerin değil Allah(cc)’in hükmü geçer.

Onlar plan yaparlar, proje üretirler ve alemin başına çorap örerler, işleri bu. Ama netice ve kesin hüküm ancak Allah(cc)’indir.

Komplo teorilerine kafayı kaptırıp, Kadir-i Mutlak olan Allah(cc)’in kudretini göz ardı etmek, bizi yok edecek asıl virüstür.

Rahat olun; dünya Allah(cc)’in mülküdür ve O’nun mülkünde O’nun istemediği hiç ama hiçbir şey olamaz!

Zalimlere mühlet, mazlumlara mihnet veriyorsa; dünyanın kaderi O’nun elinde olduğundandır, ahirette kimin ne muameleye tabi tutulacağı belirleniyor olduğundandır, -dünya hayatının maksadı olan- kimin daha iyi ameller işleyeceği gerçeğinin ortaya çıkacak olmasındandır.

Başkalarını suçlayıp geriye yaslanarak seyretme lüksümüz olmadı, olamaz da. Biz iyi birer insan ve salih birer kul olmakla vazifeliyiz. Vazifemizin zamanı, şartları ve sınırları Kitap ve sünnet ile belirlenmiştir.

“Kim iyilik eden biri olarak yüzünü Allah'a teslim ederse o en sağlam kulpa yapışmıştır. İşlerin sonu Allah'a aittir.” (Lokman, 22)

15 Nisan 2020

Sünnet mihenktir




Hep söylenir; “insanların sadece akıllarına nazar değmez” diye. Boşuna değildir tabi, başkasının aklını nazar edecek kadar beğenmek pek yaptığımız hatta hiç yapmadığımız bir şeydir zira. Yok desek de, neticede durumumuz budur: En akıllı benimdir, en doğruyu ben düşünürüm tabii ki, başka kim olacak?

Bu en yaygın bencillik türüdür ya da hadi hafifleterek söyleyelim, bu hemen hepimizde bulunan kendini beğenme halidir. Yine de pek hafif olmadı sanki. Ama akıllarımıza bunun böyle olduğuna ikna edecek pek makbul bir yol yok gibi.

Hayatın dengesinde devam etmesi ve özellikle insani ilişkilerin ve sosyal düzenin, adil bir düzende devam etmesi için bu kendi aklını beğenme, kendi doğrusuna inanma, kendi keyfine göre davranma gibi insani heveslerin kırılmasına, kırılamayanların da kontrol altında tutulmasına ihtiyaç vardır.

İşte bu ihtiyacı gideren görev dağılımındaki en temel ayrışma olan; yöneten ve yönetilen olma halidir. İnsanoğlunun bir zümresi idareci olurken, diğerleri de idare edilen olmak zorundadır. Ortak kuralların uygulanması ve kuralların çiğnendiği durumların denetlenip, gerekli düzenleme ve cezaların tatbiki için de buna kesinlikle mecburuz.

Peygamberlerin görevlendirilmesi, vahyin inmesi ve insan hayatını düzenleyen ilahi fermanların varlığı ve halen devam ediyor olması, kıyamete kadar da devam edecek olması; bu düz ve temel insani sorunun çözümüne dünyevi bir çözüm olmaları bakımından en doğru ve ilk çözümün de adresidir. İdeal yolun temel kurallarını belirleyen dinin sosyal hayata sunduğu düzen ve kuralların insan aklından değil ilahi vahiyden kaynaklanıyor olması büyük bir denge sebebidir.

İnsan uymak zorunda olduğu kural ya da kanunun, kendisi gibi bir insanın değil de mutlak kudret ve otorite sahibi Allah(cc)’in hükmü olduğunu bilmesi, temel itiraz ve benlik noktası olan, aklını beğenme veya aklına uydurma, işine gelmediğinde reddetme gibi, zaaf ve isyanlarını bastırma noktasında oldukça etkilidir.

Bu noktada karşımıza çıkan bir itiraz noktası, vahyin devam etmemesi ve insanlığın sürekli yeni dert ve sorularla hayatlarını ikame etmelerine karşın, dinin çözüm üretme sisteminin nasıl devam edeceğidir.

Din usulü ya da fıkıh usulü gibi teknik bakımdan yeryüzünün en sağlam hukuk sisteminin varlık ve işleyiş inceliklerine, bugün itibariyle haberdar olanların azlığı ve insanların “müftünün fetvasının yettiği” devirleri geride bırakmış olması, meydana birtakım hokkabazların çıkmasına ve bu alanda bir boşluk varmış intibaı vererek, kendi akıllarınca uydurdukları güya gerçekleri din diye insanlar sunma cüreti, maalesef yayılmaya devam ediyor.

Bunlar insanlığın en akıllılarıdırlar, onlardan önce çok az insan bunların ulaştığı muhteşem ve ulaşılmaz seviyeye gelmiş ve çok az zat bu incelikleri kavrama gibi üstün özelliklere sahip olabilmiştir.

Biraz cesaretlerini topladıklarında; sahabeden başlayarak bizden önce bu dini gönüllerinde tutan ve dünyanın hemen her yerine davetini ulaştıran, ihlas ve gayretle Allah(cc)’in adının yüceltilmesi için, gerektiğinde malları, gerektiğinde canları ile mücadele eden, dünyaya ilim ve irfan nedir öğreten geçmişin örnek şahsiyet ve toplumlarını, önce reddetmeye, sonra kötülemeye ve en sonunda aşağılayıp hakaret etmeye varan, azgın bir cüretle saldırıyorlar.

Biraz dikkatle takip edildiklerinde aslında kendi akıllarına tapındıkları ama kurdukları tezgahın dağılmaması için Allah(cc)’e ibadet ettiklerini söyledikleri görülebiliyor.

Kendi hevesini ya da arzusunu ilah edinmenin, İslam kılıfıyla sunuluyor olması, bir müddet kabul görmelerini sağlasa da, bu kontrolsüz zeka sahiplerinin ayaklarının sık sık kayması kaçınılmaz bir son oluyor. Bütün mesele, samimi Müslümanların bu adamların ne yapmaya çalıştıklarını idrak etmelerine bağlı.

1400 yıllık bir mirası bir cümleyle kenara itebilen, Allah(cc) ve Rasulü(sas) için tazim ve salavat okunmasından rahatsız olan, kendi aklından başka fetva makamı tanımayan ve şimdilik Müslümanım diyen ama pek yakında deist olma ihtimali bulunan bu zevatın, samimi bir şekilde insanların dinlerinde ıslah ve hayatlarında maslahat elde etmelerine yardımcı olmak gibi bir dertleri olmadığını, en ufak bir itiraz ya da reddiyede, düşmanca saldırmalarından anlayabiliyoruz.

Peygamberlerin davet yolundan nasipleri olmadığı gibi, sahabe ya da onların izindeki imamların gayret ve tevazularından da payları yoktur ki; fitne ve fesattan başka bir faydaları dokunmuyor.
Bazılarının emperyal devletlerle münasebetleri ve hatta onların beslemeleri olmaları da normal ve samimi bir çalışma yürütmediklerinin en net delillerinden biri. İçinde yaşadığı toplumu şu ya da bu sebeple, başka bir devlete köle etmek gibi bir niyetin sahih bir anlayış olma ihtimali yoktur.

Bu din, ilk günlerinden itibaren yazılı kayıtlara alınmış, yüzyıllardır en doğru bir şekilde nesilden nesle aktarılmış, yaşanmış ve toplumların dertlerine derman olmuştur. Tarihin fikir ırmağında ana damarlar bu dinin mensuplarının arasından çıkmıştır. Çözümsüz bir soru, çaresiz bir dert bırakmadan bugünlere kadar gelinmiştir.

Şimdi birilerinin kendi hevalarını bize dayatmaları kabul edilecek, hoş görülecek bir durum değildir. Bırakıldığında bu ifsat hareketlerinin ne gibi sonuçlar doğurabildiğini yakın tarihimizde yaşadık, tekrar denemeye gerek duymamalıyız.

Elimizdeki en sağlam mihenk, sünnettir! Ona uymakta savsaklama ya da gevşeklik bir yana, sünnet üzerinde fikir jimnastiği yapma cüretinde bulunanların, Müslümanlara örneklik ya da önderlik etme iddialarını kesin bir duruşla reddetmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde dünyadan sonra din de elimizden gidecektir.

Sünnetsizlik gavurluk alametidir!

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...