Hep söylenir; “insanların sadece akıllarına nazar değmez”
diye. Boşuna değildir tabi, başkasının aklını nazar edecek kadar beğenmek pek
yaptığımız hatta hiç yapmadığımız bir şeydir zira. Yok desek de, neticede
durumumuz budur: En akıllı benimdir, en doğruyu ben düşünürüm tabii ki, başka
kim olacak?
Bu en yaygın bencillik türüdür ya da hadi hafifleterek
söyleyelim, bu hemen hepimizde bulunan kendini beğenme halidir. Yine de pek
hafif olmadı sanki. Ama akıllarımıza bunun böyle olduğuna ikna edecek pek
makbul bir yol yok gibi.
Hayatın dengesinde devam etmesi ve özellikle insani
ilişkilerin ve sosyal düzenin, adil bir düzende devam etmesi için bu kendi
aklını beğenme, kendi doğrusuna inanma, kendi keyfine göre davranma gibi insani
heveslerin kırılmasına, kırılamayanların da kontrol altında tutulmasına ihtiyaç
vardır.
İşte bu ihtiyacı gideren görev dağılımındaki en temel
ayrışma olan; yöneten ve yönetilen olma halidir. İnsanoğlunun bir zümresi
idareci olurken, diğerleri de idare edilen olmak zorundadır. Ortak kuralların
uygulanması ve kuralların çiğnendiği durumların denetlenip, gerekli düzenleme
ve cezaların tatbiki için de buna kesinlikle mecburuz.
Peygamberlerin görevlendirilmesi, vahyin inmesi ve insan
hayatını düzenleyen ilahi fermanların varlığı ve halen devam ediyor olması,
kıyamete kadar da devam edecek olması; bu düz ve temel insani sorunun çözümüne
dünyevi bir çözüm olmaları bakımından en doğru ve ilk çözümün de adresidir.
İdeal yolun temel kurallarını belirleyen dinin sosyal hayata sunduğu düzen ve
kuralların insan aklından değil ilahi vahiyden kaynaklanıyor olması büyük bir
denge sebebidir.
İnsan uymak zorunda olduğu kural ya da kanunun, kendisi gibi
bir insanın değil de mutlak kudret ve otorite sahibi Allah(cc)’in hükmü
olduğunu bilmesi, temel itiraz ve benlik noktası olan, aklını beğenme veya
aklına uydurma, işine gelmediğinde reddetme gibi, zaaf ve isyanlarını bastırma
noktasında oldukça etkilidir.
Bu noktada karşımıza çıkan bir itiraz noktası, vahyin devam
etmemesi ve insanlığın sürekli yeni dert ve sorularla hayatlarını ikame
etmelerine karşın, dinin çözüm üretme sisteminin nasıl devam edeceğidir.
Din usulü ya da fıkıh usulü gibi teknik bakımdan yeryüzünün
en sağlam hukuk sisteminin varlık ve işleyiş inceliklerine, bugün itibariyle
haberdar olanların azlığı ve insanların “müftünün fetvasının yettiği” devirleri
geride bırakmış olması, meydana birtakım hokkabazların çıkmasına ve bu alanda
bir boşluk varmış intibaı vererek, kendi akıllarınca uydurdukları güya
gerçekleri din diye insanlar sunma cüreti, maalesef yayılmaya devam ediyor.
Bunlar insanlığın en akıllılarıdırlar, onlardan önce çok az
insan bunların ulaştığı muhteşem ve ulaşılmaz seviyeye gelmiş ve çok az zat bu
incelikleri kavrama gibi üstün özelliklere sahip olabilmiştir.
Biraz cesaretlerini topladıklarında; sahabeden başlayarak
bizden önce bu dini gönüllerinde tutan ve dünyanın hemen her yerine davetini
ulaştıran, ihlas ve gayretle Allah(cc)’in adının yüceltilmesi için,
gerektiğinde malları, gerektiğinde canları ile mücadele eden, dünyaya ilim ve
irfan nedir öğreten geçmişin örnek şahsiyet ve toplumlarını, önce reddetmeye,
sonra kötülemeye ve en sonunda aşağılayıp hakaret etmeye varan, azgın bir
cüretle saldırıyorlar.
Biraz dikkatle takip edildiklerinde aslında kendi akıllarına
tapındıkları ama kurdukları tezgahın dağılmaması için Allah(cc)’e ibadet
ettiklerini söyledikleri görülebiliyor.
Kendi hevesini ya da arzusunu ilah edinmenin, İslam
kılıfıyla sunuluyor olması, bir müddet kabul görmelerini sağlasa da, bu
kontrolsüz zeka sahiplerinin ayaklarının sık sık kayması kaçınılmaz bir son
oluyor. Bütün mesele, samimi Müslümanların bu adamların ne yapmaya
çalıştıklarını idrak etmelerine bağlı.
1400 yıllık bir mirası bir cümleyle kenara itebilen,
Allah(cc) ve Rasulü(sas) için tazim ve salavat okunmasından rahatsız olan,
kendi aklından başka fetva makamı tanımayan ve şimdilik Müslümanım diyen ama
pek yakında deist olma ihtimali bulunan bu zevatın, samimi bir şekilde
insanların dinlerinde ıslah ve hayatlarında maslahat elde etmelerine yardımcı
olmak gibi bir dertleri olmadığını, en ufak bir itiraz ya da reddiyede,
düşmanca saldırmalarından anlayabiliyoruz.
Peygamberlerin davet yolundan nasipleri olmadığı gibi,
sahabe ya da onların izindeki imamların gayret ve tevazularından da payları
yoktur ki; fitne ve fesattan başka bir faydaları dokunmuyor.
Bazılarının emperyal devletlerle münasebetleri ve hatta
onların beslemeleri olmaları da normal ve samimi bir çalışma yürütmediklerinin
en net delillerinden biri. İçinde yaşadığı toplumu şu ya da bu sebeple, başka
bir devlete köle etmek gibi bir niyetin sahih bir anlayış olma ihtimali yoktur.
Bu din, ilk günlerinden itibaren yazılı kayıtlara alınmış,
yüzyıllardır en doğru bir şekilde nesilden nesle aktarılmış, yaşanmış ve
toplumların dertlerine derman olmuştur. Tarihin fikir ırmağında ana damarlar bu
dinin mensuplarının arasından çıkmıştır. Çözümsüz bir soru, çaresiz bir dert
bırakmadan bugünlere kadar gelinmiştir.
Şimdi birilerinin kendi hevalarını bize dayatmaları kabul
edilecek, hoş görülecek bir durum değildir. Bırakıldığında bu ifsat
hareketlerinin ne gibi sonuçlar doğurabildiğini yakın tarihimizde yaşadık,
tekrar denemeye gerek duymamalıyız.
Elimizdeki en sağlam mihenk, sünnettir! Ona uymakta
savsaklama ya da gevşeklik bir yana, sünnet üzerinde fikir jimnastiği yapma
cüretinde bulunanların, Müslümanlara örneklik ya da önderlik etme iddialarını
kesin bir duruşla reddetmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde dünyadan sonra din de
elimizden gidecektir.
Sünnetsizlik gavurluk alametidir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder