27 Aralık 2021

Direniş ve kurtuluş mirası

 

Milletlerin ve fertlerin hayatlarını şekillendiren, bugünlerine yön veren ve onlara bir karakter çizen dünler vardır. Dün yaşananların sürekli hatırlatılması gerekmeden devam eden etkileri biraz dikkatli bakan gözler tarafından görülür.

Bazı milletler ırkçıdır mesela, yüzyıllar öncesinden gelen bir faşizmin kurbanıdır ruhları. Bunu yeni yetme bebelerinde de, görmüş geçirmiş ninelerinde de görürsünüz.

Bazıları zalimdir! Nesiller boyu hep birilerinin kanları ve canları ile beslenmiş ve öyle bir gelecek kurgusu bilinç altlarına yerleşmiştir.

Bunu biraz daha küçük ölçekli örneklerle de anlayabiliriz. Her şehrin halkının iyi olduğu bir alan, tanındığı bir huyu olabilir. Bazı aileler biliriz, nesiller boyu iyilikler ve güzelliklerle anılırlar.

Gaziantep’in direniş ve kurtuluş hikayesinin bu şehrin halkının ruhunun derinliklerinde ne gibi silinmez izler açtığını görmek zaman geçtikçe zorlaşsa da, hala bazı minarelerindeki kurşun yaraları gibi silinmeyen hatıralar bulunuyor.

Mesela Antepliler yemeğe düşkünlükleri ile tanınırlar, boşuna değildir. Zamanında az yokluk ve kıtlık görmemişlerdir. Dedeleri ya da nineleri açlık ve korku ile imtihan olunmuş, bir lokma ekmek için günlerce beklemiş olan nesil, hala hayatta ve o hatıralarla yaşamaya devam ediyor.

Anteplilerin kendilerini beğenme ve gurur noktasında gözle görülür bir farkları vardır. Konular değişse de, bir yerde ortaya çıkan bir Antepli kibri de denebilir buna. Bu da boşuna değildir.

Üstüne döneminin en büyük silahlı güçlerine sahip ve en acımasız işbirlikçi yerli hainlerin desteğini almış Fransız ordusu geliyor ve siz bu orduya aylarca kök söktürüp direniyorsunuz. Hem de kimseden bir destek almadan! Bu da bir nebze genlere gurur olarak işleniyor adeta.

Sonra Antepliler devletçidir genelde, sadıktırlar devletlerine. Devlet onların yok olmak pahasına ortaya koydukları ama açlıktan savaşacak güçleri kalmadığında kaybettikleri şehirlerini, bir anlaşma ile geri almış ve işgalciler bir 25 Aralık günü artlarına baka baka defolup gitmişlerdir.

Nüfusundaki olağan sosyolojik değişikliklere ve modern hayatın getirdiği bütün karmaşaya rağmen, bu şehrin halkının bilinç altında hala bu verilerin oluşturduğu duygular hakimdir.

Şüphesiz bu gibi zamanlarda hatırlanmakla yetinilmemesi ve çağdaş hormonlu kuşaklara aşılanması gereken, aktarılması elzem olan bilinç; maddi ve manevi her tür işgale karşı direniş ruhudur.

Zaman geçip nesiller değiştikçe bu ruhu kaybetmeye başladığımızı görebiliyoruz. Atalarından üç beş parça araziyi miras olarak devralan ve sonra har vurup harman savuran bir mirasyedinin kaybından çok daha büyük ve değerli bir mirasın üstünde oturuyoruz.

Toprağı ve memleketi değerli kılan, üstünde kurulan ve altındakileri incitmeyen bir dünyadır; şehri ve insanı değerli kılan ise, ortaya koyduğu medeni duruş ve ahlaki yaklaşımdır.

Gaziantep bugün sahip olduğu insan ve kültür zenginliğini, geçmişinden aldığı mirasa ve değerlere borçludur.

Antep lehçesi bize bir imparatorluk hikayesi anlatır aslında. Selçukludan Osmanlıya uzanan bir mirasın semeresi olan lehçedeki zenginlik, yediklerimize ve içtiklerimize, dahası ruhumuza da sinmiştir.

İnsanlar ve şehirler, pek çok türden ağacın oluşturduğu bir orman gibidirler. Her ağaç kendi başına bir şeydir ama orman dediğimiz ve içinde bir başka dünyanın hayat bulduğu ve dünyaya da hayat bahşeden zenginliğin derinliklerinden çıktığı şey, tek başına elde edilemez.

Kurdun ve kuşun, hatta birçok zayıf canlının barınabildiği bir ormanı ancak kökleri derinlerde olan ve uzun yıllar aynı yerde sebatla yeşermeye devam eden ağaçlar oluştururlar.

Gaziantep’in direniş destanını ve kurtuluş hikayesini hatırlarken, anlarken ve aktarırken aklımızın ve gönlümüzün bir köşesinde, bu mirasa sahip çıkmanın ve büyütmenin kaygısı olmalıdır. Bu ormana bir fidanla da olsa katkıda bulunmayı hepimiz becerebiliriz. Dallarını kırmamayı, meyvelerini israf etmemeyi başarabiliriz.

20 Aralık 2021

Mülk Allah’ındır, biz emanetçiyiz!

 

İnsan, kendini beğenmeye ve elindekilerin gerçekten sahibi olduğuna inanmaya pek bir meyillidir. Ölenlerin yanlarında gözle görülür bir şey götüremediklerini her cenazede hatırlasak da, hiç bırakmayacak ve hiç elimizden alınmayacak gibi dünyaya sarılmamız biraz da bundandır.

Oysa; kendi nefesimize bile tam olarak sahip olamadığımız gibi, dünyanın her yanına serpilmiş nimetlerin ve güzelliklerin de sahibi değiliz. Emanetçi ve nasip olduğu kadarını kullanıcı olmaktan öte geçmek gibi bir şansımız yoktur. Dünya var olalı beri, hiçbir insanın da böyle bir seçeneği olmamıştır.

Ne peygamber kral Süleyman(a)’ın, ne zalim Cengiz’in ne de adil Kanuni’nin giderken yanlarında amellerinden başka bir sermayeleri olmadığı gibi, hükmettikleri dünyadan avuçlarında tuttukları bir tutam kuru ot bile onlarla gitmemiştir.

Havası, suyu ve toprağı ile, bitkisi, hayvanı ve hatta bakterileri ile bu dünya Allah(cc)’in mülküdür ve O’nun hükümranlığında, ondan başkasının müdahale etmesine izin vermediği, hiçbir alanda, hiçbir güç sahibi, bir yaprağı bile dalından koparamaz.

Kimse rüzgarlara hükmedemez, bulutlara yön veremez!

Kimse yağmurları engelleyemez ya da dilediği yere dilediği kadar yağdıramaz!

Baksanıza, susuzluktan ve kuraklıktan dert yanan ve çare arayan herkesin tek düşünebildiği, daha dikkatli su kullanımından başka bir şey değildir. Kimsenin bir damlacık suyu, yoktan var edecek takati yoktur!

Hiç ama hiç kimse, yerden biten berekete hükmedemiyor.

Son yıllarda beldelerimize düşen yağış miktarında görülen aşırı düşüş karşısında hepimizin, umutla ve dualarla başımızı göğe kaldırmaktan başka bir marifetimiz olmadı. Neyse ki, Alemlerin Rabbi olan Allah(cc), günahsız bebelerin, beli bükülmüş salih ihtiyarların, dertlerini anlatamayan hayvanatın ve sair mahlukatın bereketiyle yağmurunu indiriyor. Hem de felaket değil rahmet olarak!

O dilerse umutla beklenen yağmuru felakete dönüştürür de, kimse bunun önüne geçemez!

Bu bir meydan okumadır ve insanlığa güçsüzlüğünü hatırlatmadır. Kibirlerin kırılması ve boyunların O’nun hükmü karşısında tevazu ile bükülmesi için, Allah(cc)’in altımızdaki toprağı başımıza geçirmesine, sağlam durduğunu sandığımız dağları yerinden oynatmasına, akan suları durdurmasına, yağan karları azaltmasına gerek olmamalı!

Aklı başında, izanı yerinde her kul için, haşyet ve nedametle bakışlarını kendine çevirme, acziyet ve zaaflarını görme, toparlanmak ve toprağa girmeden önce, iyilerin arasına girmenin ve iyilerden olarak kayıtlara geçmenin zamanı yoktur, mekanı da…

Çevreci bakışların, doğal düşüncelerin ise çağımızda hemen pek çok konu gibi sloganlar arasında kaybolan anlamlarını, ancak kulluk ve ibadetin, hesap ve ahiretin şuuruyla yeniden bulabiliriz.

Ağaçların ve böceklerin haklarına riayet etmek gibi bir inceliği barındıran idrak ve medeniyetimizin, suya ve toprağa dair yerleştirdiği müstesna ahlakı hatırlamamız, yerin altındakilere ve üstündekilere hürmetimizin gereğidir.

Evet bizim medeniyetimizde; toprağa, suya, hayvana ve bitkilere yaklaşmanın, muamelenin, kullanmanın ve faydalanmanın da bir ahlakı vardır.

Başıbozukluk ve keyfilik İslam’ın dışındadır.

Acımasızlık ve zulüm İslam’ın karşısındadır.

Cimrilik ve israf insan fıtratının zehirleridir.

Çiçeğe de böceğe de, suya da havaya da nimet gözüyle bakmak İslam’dandır.

Toprağa ve üstünde yetişen her bitkiye rahmet ve bereket gözüyle bakmak imandandır.

Hoca Nasreddin nüktesi gibidir hayat bazen, ne rahmetten kaçılmalıdır ne de rahmet idrak edilmeden tepelenmelidir.

13 Aralık 2021

Sele direnmek gibi

 

Yaşadığımız günlerin en çok konuşulan ve herkesi bir şekilde etkileyen ekonomik şartları, sıkıntıları ve çileleri, gerçekleri ve yalanları ile bizi bir karanlığa çekiyor.

İnsan ve toplum için herhalde en büyük yıkım, umutların kırılması, hayallerin ve beklentilerin yıkılması, güne ve geleceğe dair heyecanın yok olmasıdır. Endişe ve vehimlerin işgal ettiği hayatın meyvesi, faydasız ve tatsızdır.

Bu yüzden ne gerçekleri görmezden gelmek, ne de olanı olduğundan büyük görerek felaket tellallığı yapmak gibi yollara sapmamak gerekiyor.

Gidişatın birçok kısmına müdahale etme, değiştirme ya da bir şekilde engel olma gibi güç ve imkanlarımızın olmadığını hepimizin kabul etmesi gerekiyor.

Dünyayı bir gecede değiştiren, duman altı ergen devrimci muhabbetlerinden bize bir fayda olmadığı aşikardır. Ne bu ülkenin ne de dünyanın kaderine hükmetme şansımızın olmadığını, değiştiremeyeceğimiz şeylerin ıstırabı ile kahrolmak yerine, elimizin ereceği, gücümüzün yeteceği yerlere uzanmanın, daha hayırlı ve verimli olacağını görmemiz gerekiyor.

Bu minvalde; kendi şartlarımızda yapabileceğimiz küçük de olsa güzelliklerin ve iyiliklerin peşine düşmek, varılması muhtemel hedeflere yönelmek, dinlenecek sözleri söylemek herhalde daha verimli ve belki de daha radikal olacaktır. Öyle ya; herkesin asıp kestiği, yakıp yıktığı bir ortamda, mutedil olmaktan radikal bir duruş mu olur?

Bütün dünyayı kasıp kavuran ve ülkeleri kendi şartları içinde zorlayan, bizim ülkemizi de kişisel, sosyal ve siyasal sıkıntılarımızdan dolayı daha çok etkileyen bir ekonomik kriz yaşıyoruz.

İdarecilerimiz bu süreçte, fırtınalı havada ortaya çıkan kaptanın maharet ve becerisini göstermekle, tüccarımız ve esnafımız insaf ve insanlığın gereğini yaparak, adil ve dengeli kazanmanın şerefine uygun davranmakla, halkımız yani bizler ise, parçası olduğumuz toplumla aynı gemide olduğumuzu fark etmekle, başarılı yöneticilerin ve dürüst tüccarların değerini takdir etmekle ve desteklemekle yükümlüyüz.

Bizim yönetim anlayışımızı en güzel tasvir eden söylemlerden olan ve bir efsane gibi Sultan 2. Abdulhamid’e izafe edilen, ancak kimin söylediğinden çok sözün kendisinin değerli olduğu bir bakış açısı vardır.

Bizde idare anlayışı, en altta halkın durduğu standart görüntüye göre değil, en altta devlet başkanının durduğu ve bütün bir halkın yükünü onun omuzladığı ters piramit şeklindedir. Her görevli, sorumlu olduğu insanları omuzlarında taşır.

Bu anlayış, idarecilere söylenecek bütün nasihatlerin ve uyarıların temeline yerleştirildiğinde aslında söylenecek çok şey kalmaz. Devletin en ücra köşesinde kurdun kaptığı kuzunun hesabını kimin veya kimlerin vereceği bellidir.

Esnafın toplum hayatındaki yeri ise, en az yönetici ve ilim sahipleri kadar belirleyicidir. Dünya tarihinin en maharetli idarecilerini toplasak, yanlarına en bilgin yardımcıları eklesek bile, ticaret ehlinin dürüst olmadığı bir yerde toplumun felahı ve refahı mümkün olmayacaktır.

Bazı zamanlarda ise tüccarın ve esnafın sadece dürüst olması da yetmeyebilir. Üstüne bir de insafın eklenmesi ve geminin kurtulması için biraz da onların fedakarlık yapması gerekebilir. Bugünlerde olduğu gibi.

Sattığı malın yerine yenisini koyabilmek ve kendi iaşesini de sağlamaya devam edebilmek için zaruri olandan daha fazlasını fiyatlara eklemek, zulmün ve fırsatçılığın bu gibi zamanlarda en alasıdır.

Bu yüzden imkanı olan, gücü yeten ve altından kalkabilen insaflı ticaret ehlinin, şartları daha da zorlaştırmamak adına, dengeli fiyatlar tayin etmeleri elzemdir.

Bizlerin ise, hem kendi menfaatimiz hem de zor zamanlarda mert duruş sergileyenleri destekleme adına, insafını cüzdanında taşımayan, ahiret hesabı için dertlenen ve kul hakkı konusunda eli titreyen insanları arayıp bulmamız gerekiyor.

Her duyduğumuzu yaymamak, her dedikoduya inanmamak ve nihayetinde işlerin sonunun mutlak ve kesin olarak, Alemlerin Rabbi olan Allah(cc)’in elinde olduğunu unutmamak zorundayız.

O Allah ki, dilediğinin rızkını daraltır, dilediğini genişletir. Dilediği toplumu ihya eder, memleketlerini mamur eder, dilediklerinin ise yurtlarını başlarına yıkar.

Verilenleri şükretmek, eksilenlere sabretmek ve kardeş olduğumuz unutmamak temennisiyle…

06 Aralık 2021

Hakkını ve haddini bilmek

 


Büyük işler yapan ya da büyük medeniyetler inşa eden fert ve toplumların ortak genel özelliği herhalde, herkesin kendi işi ile meşgul olması ve haddini bilmesidir.

Haklarının neler olduğunu herhangi bir kibir ya da eziklik hissetmeden idrak etmiş olmak ve şuurlu bir taleple bunları elde etmek için gayret etmek ise, en az had bilmek kadar medeniyet iddiasının ayrılmaz parçalarındandır.

İnsan için haklarını bilmesi ve istemesi ile başkalarına karşı haddini bilmesi, topluma karşı sorumluluk ve görevlerinin bilincinde olması, ahlak ve erdemler üzerine bina edilecek medeniyet yolculuğunun vazgeçilmez azığıdır.

Bunun kişinin konum ya da imkanlarıyla da alakası yoktur. Hangi konumda olursa olsun, Müslüman için ne kendi haklarından vazgeçmek, ne de başkalarının hukuku çiğnenerek hadsizlik yapmak kabul edilebilir bir davranış değildir.

İdarecilerin, kendilerine aslında ağır bir imtihan ve vebal olarak yüklenen görevleri sebebiyle başkalarına üstünlük hissine kapılmaları çok ağır bir ahmaklık olur. Zira ahirette halktan biri hesap verirken, dünyada muamelede bulunduğu insanlar dışında kimseyle hak davası ile karşılaşmazken; idareciler halkın tamamının yanında, bölgelerinde bulunan hayvanların bile hakkının hesabını vereceklerdir.

Ahiret ve hesaba, sorgunun şiddet ve korkusuna inanan biri için bu, herhalde bütün kibir ve benzeri üstünlük duygusunu kül edecek kadar büyük bir ateştir.

“Emir’ul Mü’minin Ömer bin Hattab (ra)’ın; “bir aileden bir kurban yeter” tespiti bütün örnek idarecilik hayatının özeti gibidir.

İdarecilerin azgınlığı, sınırları çiğnemeleri ve zulme meyletmeleri, insan fıtratının zayıflığının ve kendini kaybetmeye bu kadar açık oluşunun delili gibidir. İnsanın, biraz etki ve yetki sahibi olunca, sağlam ayaklar üzerinde durmayan her nesne gibi kayma ihtimali çok büyüktür. Yalnız yüklendiği ağırlığın altında sapasağlam durabilen ve sarsılmadan yolun sonuna kadar gidebilenler müstesna…

Pek ideal olmasa da, alıştığı şartların daha üstünde imkan ve muameleye muhatap olan ahalinin şımarması ise, en az idarecilerin zulme düşmesi kadar vahim bir medeniyet sorunu, yıkıcı bir toplum felaketidir.

Böylesi durumlarda insanlar, kendilerine yetecek olan 3 değer iken 5 elde etmişler ve sonra bunun birini kaybederek 4 ile kalmışlarsa, aslında onlara 3 yettiğini unutarak ve ellerinde hala 4 olduğunu göz ardı ederek, “neden 5 olanı kaybettim” diye feryat, figan ve feveran edebiliyorlar.

Bunun fıtrata dayanan gerekçeleri olsa da, terbiye ile kontrol altına alınan ve ihtiyaç ile alışkanlığı ayırt edebilen fertler olmamız gerekiyor.

Gelecek günlerin ne getireceğini kesin olarak bilemiyoruz ancak, aşırı doymaya alışan bir bünyenin açlığa herkesten daha az dayanabildiğini biliyoruz.

Ayrıca, verilen nimetlere şükretmek yerine nankörlük edenleri, nimetlerin Rabbinin mahrumiyetle cezalandırdığını da biliyoruz.

Bolluğa ve bolca tüketmeye o kadar alıştık ve o kadar benimsedik ki, çöpe dökecek ekmeği ya da yemeği kalmayanlar bile kendini daha iyi hissediyor! Öyle ki, bu artık bir marifet olarak algılanıyor.

İdarecilerinden kibir ve aşağılama görerek yetişen bir fert ya da topluma, hak ettiği normal muamele gösterildiğinde, şımarması ve muhataplarına olan saygısını kaybederek, haddini aşması da bir başka açıdan nankörlüğün alametidir.

Zira iyi bir idareci, refah içinde yüzen bir toplumda yaşamak, dünyalık nimetlerden doyasıya faydalanmak hem büyük bir nimet, hem de büyük bir imtihandır. Şımaranlar ise kaybederler.

Nerede ve hangi konumda olursak olalım, insanların haklarına riayet etmek zorundayız. Ancak onların şımarıklık veya edepsizliklerine katlanmak gibi bir mecburiyetimiz yoktur.

Haklarının çiğnenmesine ve kendilerine hürmetsizlik edilmesine alışanların, gördükleri normal muameleyi, çok özel sanarak şımarmaları ise maalesef sık karşılaşılan bir durumdur.

Kendini ve haklarını bilmek, başkalarının sınırlarına dikkatle yaklaşmak ve çiğnemekten çekinmek medeni insan olmanın bir gereğidir. Toplumları ıslah eden ve medeniyet yolunda taşıyanlar da bu gibi fertlerdir.

 

29 Kasım 2021

Hayat ölümün ayağına gider

 


Dünyanın bütün meselelerini, şehrin ve insanın tüm sorunlarını, hayatın gailesini bitiren, sevinç ve acıları unutturan, gelmesiyle gidilen elçi ölümdür.

Kalabalıkların arasından tek tek, azar azar insanları eksilten ama çoğumuzun hiç farkında olmadığı bir avcıdır ölüm.

Şehrin caddelerini aydınlatan lambaların, ışıklarına çarpan simaları tanımaması gibi; gözlerimize yüzleri takılan ama tanıma ihtimalimiz olmadan hayattan ayrılan insanlarla birlikte yaşıyoruz.

Günlük onlarca cenazenin kalktığı şehir mezarlıkları ve farklı yönlere tabutlar taşıyan belediye cenaze nakil araçları hiç durmadan faaliyetlerine devam ediyorlar.

İnsanın dizlerini kıran, belini büken acıları karşısında; yanında olan ve bu işlerini kolaylaştıran, düşünmesine gerek kalmadan çözen, buna karşılık bir maddi külfet yüklemeyen ve bunu artık sıradan bir hizmet gibi sunan belediyelere de ciddi bir teşekkür borçluyuz.

Şehirlerin kıyısında birer büyük liman gibidir mezarlıklar ve şehir büyüdükçe mezarlıklara daha çok yaklaşır evler. Sonra kaçınılmaz komşuluklar oluşur. Penceresinden, sokağından bakıldığında mezarların görüldüğü, mezarlık manzaralı evlerde, ölümü unutarak yaşamaya devam eder insanlar.

Mezarlıklar çeker şehri kendine doğru, insanları çeker, hayatı çeker kendine mezarlıklar.

Hayatın son bulduğu yer değil başladığı kapıdır mezar ve aslında mezarlıklar bir kapılar şehridir, şehrin kapılarıdır her bir mezar. Bu defa dikey değil de yataydır kapı ama neticede geçilir ondan ve başka bir ortama, aleme ve hayata ulaşılır.

Ölüm, bir başka hayatın adıdır!

Bir başka hayat için doğumun adıdır.

Bu yüzden insan ölümden değil aslında o gideceği hayattan endişe etmelidir. Neticede çaresiz geçilecektir mezar denilen kapıdan.

Bütün mesele, bu hayatın uzunluğu ya da kısalığı değil, nerede ve nasıl geçirildiği ile ilgilidir. Mesele, ölmek değil, nerde ve nasıl ölündüğü ile ilgilidir.

Daha dün dört genç, hayırlarla ve iyilik yolunda yürürlerken yolları mezar kapısına dayandı. O kapının onlar için hayırlar ve iyilikler getirmesi en büyük umut ve teselli oldu. Tanıyan tanımayan herkes bu güzel hayatların ardından gözyaşı ile dualar etti.

Nerede, nasıl ve ne zaman geleceğini bilmediğimiz elçi mutlaka bize de uğrayacak ve izin istemeden dalacak hayatımıza ve onu bizden alacak.

Bu gerçek, amir ve memur, zengin ve fakir, güçlü ve zayıf, yaşlı ve genç hepimiz için tartışılmaz bir sonun haberidir.

Koşarak eşiğine gittiğimiz kapı mezardır; tıklatmadan açılır ve açılmamak üzere kapanır.

Hayat; bütün süsleri ve zevkleri ile, acıları ve tatları ile koşar adım gelir ve mezar kapısında durur. Başka gidecek yeri olmayan çaresiz bir yolcudur hayat!

Bundandır, bizim medeniyetimizin mezarları ve mezarlıkları hayatın içinde tutan anlayış ve pratik uygulamaları. Cami hazirelerinde, mahalle aralarında, şehrin kenarlarındadır mezarlar.

Ölümü unutmayın diye!

Öyle ya da böyle, bugün ya da yarın ama mutlaka tadılacak olan bu şerbetin tadını yaşarken için kattığımız iyilikler belirleyecektir.

Hayat, ölümün ayağına gider ve mezar taşlarına kapanıp gözyaşı döker yaşayanlar.

Unutmayın efendiler, öleceğiz…

22 Kasım 2021

Başarıya tapınmak



İnsan, eşrefi mahlukattır. Diğer yaratılmışlardan üstün kılınmış, alem hizmetine sunulmuştur. Bu büyük sıfatın karşılığında ise ondan, tek bir Allah’a kulluk etmesi ve kendi de dahil kimseye tapınmaması, kendi hevası dahil hiçbir heves uymaması istenmiştir.

Yaşadığımız çağda artık bir Firavun yahut benzeri ilahlık taslayıp da insanları secdeye zorlayan kimseye rastlanmazken, dolaylı ve sistemli bir şekilde insanların gerek kendi arzularına, gerekse başkalarının isteklerine boyun eğmeleri sağlanmaya çalışılmaktadır.

Fert olarak her birimize ben merkezli bir bakış empoze edilirken, topluma da farklı açılardan ve değişik dozlarda ama sürekli olarak yücelik aşılanmakta. Hayatın hemen her aşamasında yer alan fertler, kendini imkan ve ortam nispetinde, çevresindekilerden üstün görmeye, onlara hükmetmeye hatta gücü yeterse zulmetmeye kalkıyor.

Her evde kendisine tapınılan çocuklara rastlamak mümkün, her işyerinde kendisine tapınılan patronlara rastlamak sıradan, her kamu kurumunda kendisine secde edilmesi istenen bir Firavuna rastlamak olağan bir vehamete dönüşmüş durumda.

Toplum düzenimizin bu hale gelmesinde, istisnasız hepimizin katkısı var. Daha yetişme çağından itibaren çocuklara, başarılı olmak ve diğerlerinden öne geçmek mecburiyetini dayatıyoruz. Bu konudaki uzmanların hep söylediği gibi, bir nevi yarış atı muamelesi gören çocuklar; büyüdüklerinde canları istediğinde şaha kalkmayı, hoşuna gitmeyenleri tekmelemeyi ve dahası sırtına semer vurulmasını normal görmeye başlıyorlar.

Öğrencilik hayatı sürekli yükselen puanlara ulaşmak ve hep birilerini geçmek zorunluluğu ile kurgulanan, alacağı eğitim ya da bilginin değil, yarışta kazanacağı sıralamanın peşinde ter döken çocuklar, toplumun da en rahat, en çok kazanan, en lüks hayat süren kesimlerini kendine hedef alarak yola devam ediyorlar.

Daha sonraki süreçte, hayatın kaçınılmaz bir getirisi olarak bu yarış atlarımız (çocuklarımız) her biri bir yerlere etkili ve yetkili konumlara geliyorlar. Geldikleri yerde de aynı mantığı devam ettirip, önüne geçmeye çalışanlara tekme atarak, bazen de ezerek hep başarıya, hep ileriye koşturup duruyorlar.

Başarısına ebeveyninin tapındığı çocuk, başardığında kendini tapınılması gereken bir put olarak görmeye başlıyor. At gibi yarıştırılan birinin, yarışın sonunda insana dönüşmesi ciddi bir zorluğu getiriyor ve çoğu zaman başarılamıyor.

Makam ve mevki sahiplerinin, idarelerinde bulunan insanlara kendilerini bir tür yarı tanrı görerek yaklaşmalarının temelinde, yetiştikleri süreçte başarıya tapınılmasının etkisi korkunç boyutlarda. Gün gelip de hasbelkader başardığında, Firavunlaşan birinin, Allah’a kulluk etmesi ve buna davet etmesi zaten beklenmiyor.

Benzer durumdaki başarısı, maddi güç olarak kendisine dönenlerin de Karunlaşması ve elde ettikleri sebebiyle kendine ve gücüne, önce kendisinin tapınması sonra da madden ondan zayıf olanların tapınmasını istemesi normal gelmeye başlıyor.

Biliyorum pek çoğunuz, hayat şartları ve günün gerçekleri ile bu gibi teorilerin ütopik olduğunu düşünüyorsunuz. En küçük idareciden ve toplumun geneline göre azıcık zengin sayılan birinden, kibir ve gururdan başka bir şey görmeyi beklemiyorsunuz.

Öyle ki; mütevazi bir idareci veya cömert bir zengin, görmesi gereken normal saygıyı göremez hale geliyor.

Protokoller sadece resmi kabullerde değil hayatın her alanında keskin bir şekilde uygulanıyor.

Camilerde herkesi aynı safa, omuz omuza dizen ve herkese başkasının ayağını bastığı yere secde ettiren İslam; hayatımızın diğer alanlarında kendine yeterince yer bulamıyor, duygu ve davranışlarımızda görülemiyor.

Sözüçok tanıdık bir hatırlatma ile bitireyim:

Buyurun hep birlikte bir Kelime-i Şehadet getirelim!

15 Kasım 2021

Medeniyetin temeli ahlaktır

 


İnsanlık, Adem(a)’ın dünyaya ayak bastığı günden bu yana, kendisine vahiyle bildirilen gerek maddi imkan ve keşiflerle, gerekse manevi ibadet ve ahlakla, onu diğer yaratılmışlardan üstün kılan farklılığını koruyabilmiştir.

Halen yeryüzünde karşımıza çıkan ve modern bilimlerin, aklımızla bulduğumuza hepimizi ikna etmeye çalıştığı birçok medeni adımın temelinde, kuşkusuz vahiy yani bizim aklımızın da üstünde bir yönlendirici güç vardır, işaret vardır.

Bilim; bizim, buğdayı ekip sonra biçerek un yapmayı ve ardından hamur yoğurup ekmek yapma aşamasına geçmeyi Kabil’in düşünerek bulduğuna inanmamızı ister. Yahut hayvanları evcilleştirip sürüler halinde beslemeyi ve ardından sağken sütünden ve yününden, ihtiyaç olduğunda ise kesip etinden ve derisinden faydalanmayı Habil’in düşünüp keşfettiğine inanmamızı bekler.

Bunun yapmaktaki temel hedefi; bir sonraki yani manevi hayatımızla ilgili kararlara Allah(cc)’in karışma ihtimalini daha baştan engellemek ve yaratılış ve gelişmeyi kendiliğinden olan, ilahi kudretin dışında, evrimle izah etmeye çalışarak, ilahi bir minnet ya da hamd ve şükür mecburiyetinin altına girmekten kaçmaktır.

Bilimin yaratılışı inkar ederek elde ettiği ve kendince insan aklına, gerçekte ise insanın heva ve hevesine bırakmak istediği, kişisel ve sosyal hayata yön veren ahlak kurallarını koyma yetkisini elinde tutmak, sorgu ve hesaptan kurtulmak ve tabi bu mümkün olamayacağı için, kestirmeden bunları inkar etmek, kendince bulduğu basit, bayağı ve kibirle ortaya koyduğu bir küçüklük ve düşüklüktür.

Bu yüzden medeni olmanın temel çıkış noktasının ahlak olması kaçınılmaz bir zarurettir.

Mekanik ya da teknolojik gelişme ya da ilerlemeler medeniyet olsa idi, geçen yüzyılın başında, insanlığın hayallerinin üstünde bir teknik gelişmeye yol açan Nazilik mukaddes bir yol olur, Hitler bir peygamber gibi anılırdı. Zulüm ve ahlaksızlık bu sürecin medeniyet olmadığına herkesi ikna etmeye yetti.

Şimdi aradan geçen bunca zamandan sonra, insanlığın yeniden ama bu defa daha ustaca bir metotla, teknolojik üstünlüğün, paraya hükmetmenin medeniyet olduğuna inandırılması söz konusu. Hitler’in yaptırdığı füze teknolojisiyle uzaya gidip bununla insanlığa üstünlük algısı empoze etmek gibi, aslında ilahi kudretle savaşan ancak bunu açıkça itiraf etmekten kaçınan, iki yüzlü ve zalim bu zenginliğin medeniyetle bir alakası yoktur.

Fert planındaki tanıdık örneklerle bunu sıklıkla yaşarız. Sonradan görme tabirinin temsili mahiyetindeki bazılarının, çok pırıltılı ve süslü hayatlar yaşamaları, lüks ve ihtişamda boğulmaları onları asla medeni birer insan yapmaz. Bunu onların ahlak ve yaşantısından, insanlara yaklaşımlarından ve sosyal hayatlarından anlayabiliriz.

Zengin ancak terbiyesiz, varlıklı ancak ahlaksız bir adamın değeri, normal insanlar nezdinde ne ise; bunun devlet versiyonu da ancak aynı değere ulaşabilir. Mahallenin yüz karası bir adam ya da aile gibi, dünyanın yüz karası devletler ve toplumlar vardır.

Karun’a imrenen insanların, onun yerin dibine geçen saltanatı karşısında ulaştıkları idrakin Kur’an-ı Kerim’de bize aktarılmasından elde edeceğimiz temel mesele, medeniyetin zenginlikle olmadığıdır.

Üstünlüğün, büyüklüğün veya değerin yaslandığı temelin ahlak değil de güç ya da zenginlik olduğu durumlarda, medeniyetten bahsetmemiz pek mümkün olmayacaktır.

Şehirlerimizi imar ederken, ihya ederken, zenginleştirirken, kalabalıklaştırırken kısaca her bakımdan büyütürken, ahlaksızlığı küçültmemiz medeniyet yolculuğumuzun göstergesidir.

Ahlakın azaldığı yerde artan zenginlik, azgınlığın destekçisi ve göstergesi olurken; azgınlığın arttığı yerde çoğalan fakirlik, haksızlığın çokluğunu gösterir.

Medeni toplumların hedefi, dünyanın tüm hengamesine rağmen, insanların elde ettikleri ile huzur ve sükûnete ulaşmalarını sağlamaktır.

Dünya durdukça gelir dağıtımındaki eşitsizlik devam edecektir. Bu hayata Allah(cc)’in koyduğu bir kanundur, imtihandır.

Yine, dünya durdukça azgınlıklar ve serkeşlikler olacak ve insanlar bunlardan dertlenecek, rahatsız olacaklardır. Bu da yine “sünnetullah”tandır.

Mesele, insanların genelinin kendisine haksızlık yapılmadığına kani olmasındadır. Aldığı ücrette diğer kamu hizmetlerine kadar, layıkıyla karşılık gördüğüne ikna olan fert huzurlu olur. Böylesi fertlerin çoğunluğu teşkil ettiği toplumlarda ise huzur hakim olur.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...