29 Mart 2012

Söylediğini yapmamak ya da yapmak

Yıllar yılı değişmeyen en gelişmiş toplumsal özelliğimiz nedir diye bir soru olsaydı hiç düşünmeden cevabım, 'her birimizin her konuda söyleyecek mutlaka bir sözü olduğu' olurdu. Öyle ki, sözümüz hiç tükenmedi.

Yaptıklarımızı, yapacaklarımızı hatta hayallerimizi konuşmaktan bıkmadık.

Öğrendiğimiz hakikatler bizi daha bir çenebaz yaptı. Kur'an, okunan bir kitap iken biz okumadan üzerinde konuşmayı tercih ettik çoğu zaman. Elimizdeki en mukaddes metne bile yaklaşımımız bu olunca gerisini hiç toparlayamadık ve hep konuştuk.

Hira'da Cebrail(as) tarafından 3 kez sarılıp, sıkılmayla okur-yazar olunduğunu zannederek okumayı da yanlış okuduk. Ama hiç susmadık, hep konuştuk.

Ve tabiidir ki konuşmayı bunca çok severken elimize geçen her yere, her ortama sözlerimizi yazı olarak dökmeyi de unutmadık, o yüzden bunları da konuşmak olarak isimlendiriyorum.

Bazılarımız ellerine/gözlerine tutuşturulan bir kaç ayet ile bütün bir hayatı ve bütün bir dini anladı ve okumayı bırakıp konuşmaya başladı. Bazılarımız ise biraz daha bedbaht olarak ayetlerden de mahrum herhangi bir yazarın bir ya da birkaç kitabını aldı eline ve gözüne...

Konuşanlarımız sözleri bitmesin için sürekli vahiy desteği aldılar. Allah'ın ayetlerini okumak yerine, sözlerine onları payanda yapmaktan çekinmediler. Üzerine biraz da hadis boyası ile çok cilalı konuşmalarımız oldu kulaklar doyuran!

Kitab-ı Kerim'in, iman binalarımızı sarsan, kardeşlik yapımızın depremi olarak saydığı, 'söylediklerini yapmamak ve yapmadıklarını söylemek' gafletinin, 'fi sebilillah' Allah tarafından sevilmememize vesile olabilecek dehşetli bir tehlike olduğunu ilan ve tembih etmesine rağmen bunu da okumaktan aciz kaldık.

Okuyalım:

1. Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmektedir. O, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
2. Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?
3. Allah katında en nefret edilen şey, yapmayacağınız şeyi söylemenizdir.
4. Şüphesiz Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf Suresi)

Sabah-akşam savaşı diline dolayan ve bunu her ortamda dile getiren klavye mucahidleri de dahil olmak üzere herbirimiz sözümüzü artık tamamlayalım. Konuştuğumuzla amel etmeyeceksek hiç değilse susalım. Bütün sözlerini bulundukları ülkenin 'dar'ul harp' olması temeline dayandırarak büyük laflar edenler hiç değilse bir adım sonrasını da öğrenip sussunlar. Ya da kalkıp yollara düşsünler de sözlerinin eri olduklarını bilelim.

Ya söylediklerimizi yapalım, ya da sadece yaptıklarımızı söyleyelim ve bakalım sözümüz o zaman da bu kadar çok olabilecek mi?

Şüphesiz istila hukukunda 'nefir-i am' hususu vardır ve belki de son yüzyılda defalarca şartları oluşmuş ancak müslümanların dağınıklığı sebebiyle uygulanamamıştır. Birçok islam beldesi zalimlerce işgal edilmiş ve insan aklının düşünebileceği bütün eziyetler icra edilmişken, sessizce köşesinde bekleyen dev bir 'ümmet' vardır.

'Nefir-i am' güncel anlamıyla 'genel seferberlik' olarak tercüme edilebilir.

Bu konudaki en kısa bilgi şöyledir:

Herhangi bir islam beldesi kafirler/zalimler tarafından işgal edilirse o beldeye en yakın olanlardan başlamak üzere bu işgali kaldırmak halka halka tüm ümmete şamil olacak şekilde genişletilir. Ta ki sonunda bütün ümmeti kapsayan bir cihada dönüşür. Bu gidişatı ümmetin halifesi tayin eder. İhtiyaç duyulması durumunda daha yolun başındayken yani işgal ya da zulüm icra edilmeden 'nefir-i am' ilan ederek bunu engellemesi de mümkündür.

Buna uygun en son örnek Osmanlı'nın son ve zayıf dönemlerinde yaşanan Fransa'da gündeme gelen bir tiyatro ile alakalı Sultan 2. Abdulhamid'in 'nefir-i am' tehdididir. Halen Topkapı Sarayı'nda bulunan 'Peygamber(sav)'in sancağını açarak ümmet-i Muhammed'e cihad-ı ekber ilan etme' tehdidi işe yaramış ve olay kapanmıştır.

Halen mevcut durumda ümmet-i Muhammed için ne bir 'nefir-i am' ne de bir 'cihad-ı ekber' ilan edecek otoritenin bulunmayışı sebebiyle, başta alim ve liderleri olmak üzere dünya üzerinde ümmete yönelik işlenen bütün zulümlerden hepimizin fert olarak sorumlu olduğunu ve vebal altında kaldığımızı ve bütün bunların hesabını teker teker vereceğimizi unutmamakta fayda var.

12 Mart 2012

Taassub, ırkçılık, -culuk, -çülük

İnsanlar arasındaki münasebet ve muameleleri düzenleyen bakış açıları ya da kurallar hatta kanunlar bir noktada mutlaka ‘fıtrat’ dediğimiz yaratılıştan Mevla’nın kullarına verdiği özellik ve meziyetlere uymak zorundadır.  Aksi halde genel kabul görmeleri mümkün değildir. Ancak zorbalıkla yahut insan heva ve hevesine hitap ederek belirli dönemlerde yaşama şansı bulabilirler.

En eski zorlama ve zorbalık şekillerinden birisi olaral ‘kölelik’ müessesinin geçmişte ya da günümüzde uygulanan bütün versiyon ve şekilleri insan olma fıtratına muhalif olduğundan hiç bir vicdanda ma’kes bulamamıştır.

En yeni ya da en çok yaşanan ve rastlanan haliyle fıtrata en ters yaklaşım tarzı ise ‘taassub’tur.

Taassub, temelde bağnazca ve inatla bir şeye körü körüne bağlanarak ondan başkasına hayat hakkı tanımamak gibi anlamlara geliyor. Genel kullanım olarak ise ‘ırkçılık’ yani kendi ırkını diğerlerinden üstün görmek yerine geçiyor.

Elbette taassubun en katısı ve en kötüsü ırkçılıktır.

Hiçbir insan kendi seçmediği ve hiçbir etkisi ve yetkisi olmadan yalnız ve sadece Allah(cc)’ın kendisini öyle yaratması sebebiyle sahip olduğu herhangi bir özellikten dolayı kınanamazken, herhangi bir ırktan olan birisinin o ırktan olmasıyla diğer insanlara karşı övünmesi de en az kınanması kadar akıl almaz ve insan fıtratına uymaz bir davranış şeklidir.

Ne teninin renginden dolayı kimse kimseye üstündür ne de birisi teninin renginden dolayı kınanıp küçük görülebilir. Irkçılığın her şekil ve açıdan anlaşılması dine muhaliftir, din dışıdır. Allah(cc)’ın Kitab’ında  ve Rasulu’nün hadislerinde tebliğ ettiği islamda ırkçılık yoktur! Bu dine iman eden herkes öncelikle benim ırkım, neslim vs. gibi ırkçı yaklaşımlardan kurtulmak ve hepsine ‘la’ demek zorundadır.

Irkçılığın en mühim ve sinsi yaklaşımlarından biri ise, ‘ben ırkımı seviyorum onunla övünüyorum ama ırkçı değilim kimseyi küçük görmüyorum’ şeklinde ortaya konulan yaklaşımdır. Bu tarz söylemlerin altında ırkçılık gizliden gizliye sırıtır. Kendi ırkını överken muhataplarını da buna tahrik ve teşvik edenler toplumlarda ırkçılığın yayılmasına vesile olurlar. Böylesi bir kötülüğün ateşini yakan ise iflah olmaz.

Kişi kendi ailesini, çevresini ve hatta neslini/ırkını yakın bulur ki bu çok doğaldir. Bununla övünmenin ya da başkalarını kendininkilerden aşağı görmenin anlaşılır bir tarafı yoktur. Herhangi birimiz küçük gördüğümüz hatta hakaret ettiğimiz bir başka ırktan yaratılabilirdik zira mevcut ırkımızı da biz seçmedik.

Bu noktada ırkçılığın çıkış noktalarından bize yakın bir örneği hatırlamakta fayda var:

Peygamber(sav) risaletini ilan ettiğinde buna karşı yahudilerin tepkisinin en temel kaynağı O’nun İsmail(as) neslinden olması idi, zira onlara göre İbrahim(as)’in soyu Sara’nın oğlu İshak(as)’tan devam ediyordu ve Hacer’in oğlu İsmail(as) peygamber neslinden olmadığından Muhammed(sav)’de peygamber olamıyordu. Hatta bazı yahudi alimleri O’nun risaletini duyduklarında ‘eyvah peygamberlik israil oğullarından gitti’ şeklinde feryat etmişlerdi.

Yine Mekke’de yaşanan risalet karşıtı kavgada baş aktörlerden olan Ebu Cehil, O’nun risaletini reddederken, ‘O’nun kavmi ile biz hep yarıştık, ama şimdi onlar bir peygamber çıkardılar ben nereden bulayım peygamberi’ diyecektir.

İmparatorlukları yıkan ve toplulukları dağıtan ırkçılık son yüzyılın en büyük ve en kanlı savaşlarının da sebeplerinin başında gelmektedir. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini gibi faşist liderler ırkçılık temelli dünya görüşleriyle milyonlarca cana ve görülmemiş yıkımlara sebep olmuşlardı.

Türkiye’de ise temel iki unsuru birbirine düşürme niyetiyle Ziya Gökalp adını alan bir kürt milliyetçisi Tekin Alp (Moiz Kohen) isimli bir yahudi tarafından önce kürtçülük yaptırılarak ırkçılık fitnesi yakılmak istenmiş ancak başarılı olunamayınca, hemen karşı propağanda yapmak niyetiyle kürt ırkçısı hızla türk ırkçısına dönüşmüş ve türkçülükle kürtlere hakarete başlamıştır. Nihayetinde de hem kürt hem de türk ırkçılarının ortaya çıkması için fitne ocağına gerekli ateş atılmıştır. Halen bu ateş yanmaya devam etmektedir.

Taassubun diğer şekilleri de en az ırkçılık kadar tehlikeli ve anlamsızdır. Özellikle dini cemaatlerin insanları islamdan çok kendi cemaatlerine davet etmeleri ve hatta kendileri dışındakileri nerdeyse din-dışı görerek ya da göstererek cemaat ya da tarikatlarini tek doğru ilan etmeleri taassubun bu alandaki zirvesidir. İnsanları islama değil kendi liderlerine ve cemaatlerine davet edenler herhalde kalplerini avutacak bir bahane bulmuşlardır.Taassubun temel mantığı içinde ‘en doğrusu benimki, o halde benimkine çağırmakla hakka çağırmış oluyorum’ cevabını çok duymuşluğumuz vardır.

Bu alanda en doğru yaklaşım ise, ‘ben hak olan islama mensubum ama hak benden ve benim mensubiyetimden ibaret değildir yani tek hak ben değilim ama ben haktanım’ demektir. Hak yalnız benim, benim camiam, partim, tarikatım diyen mutaassıptır. Doğrusu benim cemaatim/tarikatım vs.  haktandır demektir, hak ben degilim ben haktanım.

Daha asgari bir örnek ise takım taassubudur ki, günümüz cahiiliyesinin zirve zırvalıklarından biridir. İnsanlar dinlerini, ırklarını bile aşan bir taassubla takımlarına bağlanabilmekte ve taraftarlık yeni bir din ya da hayat nizamı olarak karşımıza çıkmaktadır. Takımı sözkonusu olduğunda cezbeye kapılmış dervişleri bile kıskandıracak bir transa geçen, adeta bir sarhoşluk haliyle, cinnet geçiriyormuşçasına bağırıp çağıran ve hatta Kur’an okuyan ve dua eden dilleriyle iğrenç küfürler edebilen insanlara ne denebilir ya da bu taraftarlık tarzının adı nedir bunu iz’an sahiplerine bırakıyorum.

Dinde taassubun her türlüsü tel'in edilerek yasaklanmıştır; bunların içinde ırk, dil, renk, aşiret, takım, aile vs. vs. hersey vardır. Müslüman dünyalık hiçbir şeyin fanatiği olamaz! Bağımlısı olamaz! Olmuşsa imanını kontrol etmek zorundadır.

‘İnsanları taassuba çağıran bizden değildir. Taassub uğruna savaşan bizden değildir. Taassub uğruna ölen bizden değildir.’ (Sünen-i Ebî Davud, Kitab El-Edeb, Irkçılık Babı, H. No: 5121, c. 5, s.5121, c. 5, s. 354. Müslim-Kitab El-İmare, H. No: 1848)

Mart 2012

09 Mart 2012

Bu din kimin?

İnsanoğlu bir çok konuda garip davranışlar sergiler ki bu onun insanlığının doğal sonucudur. Yaşar, yaşadığını farketmeden ve dahası yaşatanı bilmeden ve merak etmeden. Dünyadan nefret etse de ölmek istemez genellikle, tezatlar insan olmanın gereğidir sanki. Sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı; gecelerde gündüzü, gündüzlerde ise geceyi aramak...

İnsan olarak hepimizin düştüğü en komik hata ise birşeylerin bizim olduğunu sanmaktır. Hayatı ve onu yaşarken elde ettiklerimizi bizim sanıp bir ömür geçiririz, sonra da geride kaldıklarını görüp ardımıza baka baka öteki aleme gideriz. Bizden öncekilerin bu hallerinden ibret almak çok azımızın aklına gelir. Bu halin en acıklı yanı ise; bizim sandıklarımızı dünyada iken kaybettiğimizde gösterdiğimiz anlaşılmaz cinnet halidir. Zaten bizim olmayan ve bir süreliğine emanet olarak bize verilen şeyleri o kadar sahiplenmişizdir ki, kaybetmek felaket gibi gelir.

Dünya kısa bir süre için kalınan ve metaından faydanılan, sonra da geçip gidilen bir yerdir. Dünya metaı dediğimiz şey, geçici olarak dünyada verilen; mal ve evlat gibi sevilen ve bir süreliğine emanet edilen şeylerdir. Vakti geldiğinde elimizden alınırlar ve hiçbir çaba yahut kuvvet Mevla’nın aldığını yerine koyamaz veya almasına engel olamaz!

Bizim sandığımız şeylerin en mukaddesi şüphesiz dinimizdir. Bazan sahiplenmek yani benim diye üzerine titremek ve korumak gibi normal hassasiyetleri ifade etse de, farkında olmadan dinimizi bize ait sandığımız diğer eşyalar gibi kaybetme korkusu ve başkalarından sakınma güdüsü ortaya çıkmaktadır.

Bu durumda ‘bu dinin kimin olduğu’nu doğru tespit etmek hayatımızı kolaylaştıracaktır. Hepimiz bilir ve tasdik ederiz ki bu din Allah(cc)’ındır. Fakat bakış açıları hidayetle yönlendirilmeyenler içinde bulundukları kibirle ve biraz da islam dünyasının ezilen ve fakir bırakılan kısımlarına bakarak bu dini aşağılamaya ve 3. Dünya ülkelerinin gariban halklarının dini olarak yaftalayıp reddetmeye çalışırlar. Hakikatini bilmek ya da sorgulamak yerine küçümseyerek yüz çevirmek onlara daha kolay gelir.

Daha da ilginci biz müslümanların da bunu kabullenir konumudur ki birçoğumuz bunun farkında bile olmadan savunuculuğunu yaparız. Tarihçilerimiz ilk iman edenleri sayarken not düşerler, genelde gençler ve fakirlerdi, diye. Hatta, ‘islam garip olarak başladı ve garip olarak devam edecektir, gariplere müjdeler olsun’ hadisini müslümanların maddi güçten mahrum ve hep ezilip hor görülenler olacakları seklinde te’vil ederek, kanıksayan ve bu şekilde tebliğ eden akedemisyenlerimiz vardır.

Sırf olası ihtimalleri reddetmek için de olsa şunu kaydedelim, bu din arapların ya da herhangi bir ırkın değildir ve olamaz. Zira temel nüansı denge olan islamın herhangi bir üstün sınıfı yoktur. Bu bağlamda peygamberi ırk olarak türkleştirme gayretinde olanların da islam ile alakaları olmadığı ortadadır. Mukaddes beldelerin bugünkü sakinlerinin arap olması oraların onların toprağı olduğu anlamına gelmez. Tıpkı peygamberlerin ortak daveti olan tevhid inancı gibi o topraklar da insanlığın ortak mirasıdır.

İslam’ın garip olması bizim anladığımız anlamda kenar mahalle/varoş dini olduğu anlamına gelmiyor. Tam aksine aslında ilk dönemlerden itibaren bütün toplumlarda bu dini kabullenenler kişisel meziyetleri yüksek, toplumlarının akil insanları olmuştur. Ancak her halukarda ezilen toplum kesimlerinin de bu dine koşması eşyanın doğası gereğidir ki, toplumsal adaletin garantisi olan bir inanca elbette buna hasret kalanlar ve yokluğunu hissedenler duyarsız kalamazlar.

İslam’ın ilk dönemlerinde zannedildiği gibi fakir ve ezilenler  değil Mekke’nin önde gelen zenginleri ve saygın şahsiyetleri de Peygamber(SAV)’in çevresindedirler. Şöyle bir kaç isim hatırlatıldığında birçoğumuz daha kolay idrak edecektir.

En yakın örnek Haticet’ul Kübra(r.anha)’dır ki dönemin tartışmasız en zengin hanımlarındandır. Kendine ait kervanları olan bu hanımefendi, eğitimi, görgüsü ve topyekün kültürüyle aslında bir anlamda o toplumun ‘beyaz’ kesimindendi.

Aynı şekilde bizim büyük ve önder sahabiler olarak tanıdıklarımıza bakalım; Ebu Bekr(r.a.), Ömer(r.a.) yahut Osman(r.a.) ve hatta Ali(r.a.)... Kimlerdir bunlar? Hulefa-i Raşidin diye bildiklerimiz ve dönemin yine en zengin ve kültürlü kesiminden geliyorlar. Saymaya devam edebilirsiniz, Abdurrahman bin Avf(r.a.) ve ya Sa’d bin Muaz(r.a.) yahut Es’ad bin Murare(r.a.) gibi önder isimler de yine aynıdır ve aslında bugün burjuva yahut ‘beyaz’ olarak isimlendirilen toplum kesimindendirler.

İşte bu noktada islam’ın adalet ve denge unsuru devreye giriyor ve ne namaz saflarında ne de hayatın başka bir yerinde hiçkimsenin etiket yahut şöhretiyle öne geçmesine izin vermiyor. Bu denge ve imandır ki, Halid bin Velid(r.a.) gibi dönemin en meşhur komutanının kafasını bir zamanların kölesi Bilal(r.a.)’ın geçeceği eşiğe koyduruyor.

Zira iman ve islam başlıbaşına bir değer yargısı ve takva üstünlüklerin yegane ölçüsü oluveriyor. Toplumun hangi kesiminden gelirse gelsin her mü’min özel ve saygıdeğer bir fert olmakla birlikte, islam’ın sunduğu fıtrata uygun hayat ile de zaten içinde bulunduğu toplumun en saygın ve modern ferdi haline geliyor. Çok uçuk değil bu gerçek, buyrun şu örnekle düşünelim: Her açıdan daha ileride gözüken ama kendi elleriyle yaptığı putların önünde gerdan kıran Ebu Cehil mi daha moderndir, yoksa kendi özgür iradesi ile kabul ettiği inancı canı pahasına terketmeyen Yasir(r.a.) ile Sumeyye(r.a.) mi? Günümüzün ‘beyaz’larına sorulacak en basit soru belki de budur.. Ve bu anlamda bu din, evet, toplumun aydın ve önder kesimleri tarafından kabul edilen ve din edinilen bir akidedir.

İnsanların kafalarının içidir aslolan, yoksa elbette gariban bir gecekondu sakini ile dev bir malikhanede ikamet eden ve kedilerine sıradan bir evin bir günlük mutfak masrafı kadar harcama yapabilen biri mal varlığı olarak mukayese edilemez. Fakat sabahın ilk ısıklarında sokaklarda yalnız iki sınıf insan görürsünüz:

Bir zümre vardır ki; çok rahat bir saltanat ile hayat sürmekte ve kelimenin tam da anlamıyla ‘yediği önünde, yemediği arkasında’dır. Avrupa’da cokça vardır bunlardan ve onları sabahın erken saatlerinde köpeklerinin peşinden bakarken görebilirsiniz.

Diğer bir zümre ise, aynı saatlerde ya evlerinin bir köşesinde yahut mescidlerde Aziz ve Celil olan bir Allah’a ibadet pesindedirler. Şimdi hangi akıl veya vicdan sahibi, bu iki zümreyi mukayese edip bunlardan köpek peşinde koşanları daha modern ve gelişmiş sayabilir ki? Hatta bir adım daha ileri gidelim, bunlardan hangisi acınacak halde ve garibandır? Mevla’nın kendisini köpeğe hizmetçi kıldığı adam mı yoksa O’ndan başkasına boyun eğmeyi zillet gören mi?

Medeniyet denilen şey, insanlık onurunu yüceltmek ise şayet; bir tek Allah’a kulluktur bu!

Ufuk Gazetesi - Mayıs 2011

Ramazan’a Veda

Bu yıldan başlayarak Ramazan ve izin muhabbetleri birbirine girecek iyice. Önümüzdeki yıllarda izinli Ramazanlar yaşanacak bu anlamda. Memlekette tadına baktığımız o ‘sıcak’ Ramazan haliyle burada yerini ‘soğuk’ Ramazan’a bıraktı.

Ramazan bir zamanın adı, zaman içinden seçilmiş özel bir parçanın adı! Ona bu özelliği veren makamın kudsiyetine sırtını dayamış, kendinden emin ve mağrur bir zaman Ramazan. Ramazan kimseye aldırmadan her yıl yeniden hem de daha yıl olmadan yeniden gelmeye devam ediyor ve edecek. Onun her seferinde bize daha erken gelmesi bizim marifetimizden değil Ramazan’ın Rabb’inin rahmetindendir. Hak ederiz ya da etmeyiz ama o her seferinde gelir, bize bir ay boyunca sürecek bir muhabbet sunar. Ki o bir ayda doldurulacak gönüller sonraki onbir ay boyunca ayaklı rahmet temsilcileri olarak gezerler yeryüzünde.

Tam da bu noktada ‘soğuk’ memleketlerin ‘soğuk’ Ramazan’larını yaşayan milyonlarca müslümanın yüreğini ‘soğuk’ sarıveriyor. Rahmet ve muhabbetin ısıtamadığı yüreklerimizle zamanın bu en tatlı devresini üşüyerek geçiriveriyoruz. Güneş gibi Ramazan da bizim buraları ısıtmıyor sanki.

Fakat herşeye rağmen, aramızdaki salihlerin hürmetine bu sevinci yaşamaya devam ediyoruz. Ramazan günleri ve geceleri hala bir neşenin hükmünü yürüttüğü, hiç birşeyin bu saltanatı sarsamadığı bir devrin adı.

Herbirimiz belki de hakettiğimiz kadar, hatta hakettiğimizden daha fazla Ramazan yaşıyoruz. Kısmetimizi aldık ve vedalaşıyoruz her yıl olduğu gibi. Bir dahakine hangimiz, ne kadarı ile müşerref olacağımızı bilmeden ayrılıyoruz.

Ramazan sonrası hayata verdiğimiz özel mola sanki sona erecek ve herşey üzerimize üşüşecek gibi görünüyor. Gerek Hollanda’da gerekse memlekette çok şey değişecek. Hollanda son kırk yılında yaşamadığı kadar büyük bir kırılma noktasına geldi. Hiç olmadığı kadar sağcı bir hükümet kuruluyor, hiç olmadığı kadar çünkü bu hükümetin aşırı sağcılığı kendinden değil dışardan kaynaklanıyor. Hayatiyetini devam ettirebilmek için yapmak zorunda kalacaklarını tahmin etmek hiç zor değil.

Bunun tam aksine genel beklentiler gerçekleşirse memlekette birtakım güzel gelişmeler yaşanacak. Artık uzaklara imrenenlerin ve kaçamayanların ülkesi olmaktan çıkma yolunda büyük bir adım atılmış olacak. Ve belki de uzaklardan memlekete imrenerek bakanlarımız olacak. Avrupa duraklama devrinin sonlarına yaklaşırken biz güzel ülkemizin ‘kuruluş’unu görmenin gururunu yaşayacağız.

Bayram, ‘Ramazan’ bayramı geldi, siz bu satırları okurken belki de geçmiş olacak. Zaten güzel günler çok hızlıdır, saatler gibi geçer. Umarım bu bayram ve sonrasında yaşanacak gelişmeler keyiflerimizi kaçırmaz. Ama eğer birşeyler istediğimiz gibi gitmemeye başlarsa yine gamlanmaya gerek yok, yıllardır sürdüğümüz ama bedelini ödemediğimiz sefamıza sayalım.

Ve unutmamız gereken bakış açısı: Biz işlerin istediğimiz gibi gittiğini düşündüğümüz zamanlarda da tam tersi durumlarda da aslında işler tamamen bizim istediğimizle şekillenmiyor! Hep bizim kararlarımızın çok üstünde bir karar mercii var.

Zamanı durdurmayı bırakın hızını değiştirmeye bile gücümüz yok ve olamaz da zaten. Devran hükmünü icra edecek; her yeni eskiyecek, her doğan birgün ölecek ve geride güzel bir hatıra bırakmak marifet...

Bu vesileyle bayramınızı tebrik eder, sevdiklerinizle nice mutlu bayramlar yaşamanızı dilerim.

Ufuk Gazetesi - Eylül 2010

Ramazan’a Veda Ederken

“Muhakkak ki, Biz onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu nereden bileceksin? Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.” (Kadir Suresi, 1-2-3)

Allah'ın kullarına bir lütfu olan Ramazan ayı, tüm insanlığa rehber olarak gönderilen, Kuran'ın indirildiği ve içinde, “bin aydan daha hayırlı olan,” Kadir Gecesi'nin bulunduğu bereket ayıdır. Yüce Allah, ibadetlerin özü olan namazdan sonra oruç tutmayı, sağlıklı olan her Müslüman'a farz kılmıştır. Allah'ın oruç ibadetini Müslümanlara farz kıldığı gibi, bizden önce gelen diğer ümmetlere de çeşitli şekillerde farz kılınmıştır.

"Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı)." (Bakara Suresi, 183) İçinde birçok hikmet bulunan Ramazan ayının en önemli olanları ise, kişinin gün boyunca Allah'a daha çok yakın olması, verdiği nimetlere şükürle karşılık vermesi, kendi acizliğini fark etmesi, tüm alışkanlıklarında, nefsine karşı sabırla mücadele etmeyi öğrenmesidir.

Oruç ibadetinin, henüz bizim bilmediğimiz çeşitli faydaları olduğu gibi, birçok fiziki ve manevi şifası olan önemli bir ibadettir.

Oruç sadece belli bir zaman diliminde aç kalmak değildir. Sabır, affetmek, aşırılıktan kaçınmak, ikramda bulunmak, paylaşmak ve açlığı tatmak gibi, sayısız faydalarının olduğu bilinmektedir. Oruç kişiyi kin, öfke, nefret, kıskançlık, aşırı hırs gibi olumsuz tavırlardan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca içki, kumar, sigara gibi alışkanlıkları bırakmak için de, büyük bir fırsattır. Oruç tutarak sakin ve huzurlu olan insan, depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklardan da uzak kalır.

Oruç insanın şefkat ve merhamet duygularını geliştirir. İnsanın yaratılışında zaten var olan, ancak günlük hayat koşuşturması ve beraberinde gelen stresle üzeri kapatılan bu güzel duygular, oruçla tekrar hayat bulur. Bunun topluma yansıması ise sevgi, paylaşım ve yardımlaşma şeklinde oluşur. Bu da, mutlu insanlar ve huzurlu toplum demektir.

 

“Ruhuna uygun olarak tutulan oruç, gerek kişisel, gerekse toplumsal bazda, hem fiziksel, hem de ruhta oluşan sağlıklı etkilerle, bizleri bayrama ulaştırır.”

Tüm kötülüklerin başı Allah'ı unutmaktır. Bir aylık manevi eğitim, insanı Allah'a daha da çok yaklaştırır. Oruç tutarak iyi ve güzel huylar kazanırız. İç dünyamıza dönüp, iç hesaplaşmasıyla, ahlak eğitimi yaparız. İrademizi güçlendirerek, köklü bir ahlak terbiyesiyle, üzerimizde var olan kötü alışkanlıkları temizleriz.

Oruç, ruh ve beden sağlığını dengeye koyar ve bedeni arındırıp, dinlenmesini sağlar.

Sindirim sisteminin dinlendirip, bağışıklık sisteminin güçlenmesini sağlar.

Özüne uygun beslenilirse, kanın temizlenmesi ve vücuttan toksinlerin atılmasını sağlar.

Allah, Ramazan dışında da, bazı durumlar da insanlara oruç tutmayı emretmiştir. Bunlar bazen fidye olarak, bazen de adaklarını yerine getirmek için tutulur. Yerine getirilmeyen yeminler için ve kefaret olarak tutulan oruçlar vardır. Bazen de yapılan hataların, henüz dünyadayken affı için Allah'ın rahmeti olarak, insanlara farz kıldığı oruçlar vardır. Hatta ayette belirttiği gibi, Hz, İsa'nın doğumu üzerine, Hz. Meryem'e müjde olarak vahyettiği, “kimseyle konuşmama orucu” da vardır. Görüldüğü gibi, Allah'ın bir lütfu olan oruç, bizim algılayamadığımız çeşitli hikmetlerle doludur.

“Artık, ye, iç, gözün aydın olsun. Eğer herhangi bir beşer görecek olursan, de ki: "Ben Rahman (olan Allah) a oruç adadım, bugün hiç kimseyle konuşmayacağım."(Meryem Suresi, 26)

“(Oruç) Sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutsun)…”(Bakara Suresi,184)

“Ancak buna (imkan) bulamayanlar (için de) birbirleriyle temas etmeden önce, kesintisiz iki ay oruç(yüklenmiştir); buna güç yetiremeyenler altmış yoksulu doyursun. …”(Mücadele Suresi, 4)

“…Onun (yeminin) kefareti, ailenizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. (Bunlara imkan) Bulamayan (için) üç gün oruç (vardır.) Bu, yemin ettiğinizde (bozduğunuz) yeminlerinizin keffaretidir. Yeminlerinizi koruyunuz...”(Maide Suresi, 89)

Rasûlullah (s.a.v.) Ebû Hüreyre'den aktarılan bir haris-i şerifte oruçla ilgili: “Âdemoğlunun her amelinin sevabı on mislinden yedi yüze kadar katlanır. Allah buyurdu ki: (Ancak oruç müstesna. Çünkü o benim içimdir; onun mükâfatını ancak ben vereceğim. Çünkü o, şehvetini ve yemesini sırf benim için terk ediyor.)” buyurur.

Başka bir hadiste: “Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır.” buyurur. Burada orucun ne ile zedeleneceği sorulmuş: “Yalan ve gıybet ile” buyrulmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir başka hadiste de: “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” buyurur.

Yine bir hadis-i şerifte: “Kim bu ayda kendini muhafaza edip de içki içmezse, iftira ve bühtanla bir mü'mini rahatsız etmezse, hata ve günahlardan da sakınırsa, Allah ona her gece, yüz tane huri verir, ayrıca ona altın, gümüş, yakut ve zebercedden bir köşk yapar. Bütün dünya bir araya getirilip de o köşke konsa, bir keçi bağlanacak kadar yer işgal ederdi.

Kim de Ramazan ayında içki içer, bir mü'mine iftira eder ya da bir günah ve hata işlerse, bir senelik amelini Allah iptal eder. Onun için Ramazan ayına karşı dikkatli olun. Zira o, Allah'ın ayıdır. O ayda aşırı davranmamanız gerekir. Tam on bir ay yiyorsunuz, içiyorsunuz her türlü nimet ve zevkten faydalanıyorsunuz, bari Ramazan'da kendinize çekidüzen verip kendinize gelin. Nefsanî arzu ve hevâyı temayüllerden uzak durun!” buyrulur.

Bu güzelliklerin yakın bir zaman içinde bizi terkedeceklerini bilmenin hüznünü ve affedilmiş, günahlarını geride bırakmış olmanın tadını hissedenlerden olmamız umuduyla şimdiden Ramazan Bayramı'nızı tebrik ederim…

Aslında bu köşeye alabileceğim, günlerdir haber bültenlerinden inmeyen sıcak konular vardı. Ama hepsine inat, Ramazan'ın mukaddesiyatına hürmeten, orucun şerefini ilan için gündemimiz sadece Ramazan ve Oruç!

Ufuk Gazetesi - Ekim 2006

01 Mart 2012

Sahabe nedir, sahabe kimdir?

Sahabe kelimesi, sözlüklerde arkadaşlık etmek, birlikte birşeyler yapmak, sohbet etmiş olmak manalarına geldiği gibi; sahib kelimesinden türemesi sebebiyle arkadaşlığı ön plana çıkarır. İslam ıstılahında ise "Peygamber(sav)'in arkadaşları" için, daha geniş kapsamıyla Resulullah'ı gören müminler için kullanılmıştır. Sahabi ve çoğulu olan ashab terimleri de aynı manayı ifade eder.

Bu tarif üzerinden yola çıkan alimlerimiz sahabenin Peygamber(sav)'e yakınlığı ve arkadaşlığı temelli bir sınıflandırma ile onları tabakalara ayırmışlardır. Kur'an temelli bu ayrım faziletler ve iman etmede öncelik gibi gayet net bir sınıflandırmadır. Yine bu ayrıma sebep olan Ömer(ra)'ın hilafeti döneminde yaşanan bir hadisede de ortaya çıkmaktadır.

Bir gün bazı sahabiler Emir-el Müminin olan Ömer(ra)’le görüşmek istiyorlar. Bilali Habeşi(ra) içeri giriyor ve Ömer(ra)’e; Ya Emirel Müminin dışarıda falanca falanca isimler var sizinle görüşmek istiyorlar. Ömer(ra)’in cevabı 'Önce bana Ammar'ı getir, sonra Süheyb’i getir, sonra Ebu Süfyan’ı getir, sonra da Süheyl bin Amr’ı getir'. Bilal(ra) bunu söyleyince Ebu Süfyan buna çok sinirlenir; 'Hiç bu kadar hayatım boyunca küçük düşürüldüğümü hatırlamıyorum' der. Suheyl ibni Amr ise;  'yavaş ol, o insanlar Muhammed(sav)’in davetine koşarlarken biz o davete karşı çıkıyorduk. Şimdi elbetteki içeriye girme sırası onların yani bizden daha öncedir' der.

Bir diğer hadisede ise Peygamber(sav)'in sahabe yaklaşımını görüyoruz. Halid bin Velid(ra) ile Bilal(ra) arasında oluşan bir anlaşmazlıkta Peygamber(sav), 'ashabımı üzmeyin' diyerek aslında Halid(ra)'ın şahsında kendisinin kimleri ashabından gördüğünü ifade etmiştir. Karşısındakini de ashabından görseydi, birbirinizi üzmeyin ya da benzeri bir ifade kullanabilirdi.

Peygamber(sav)'in 'Sümeyye'nin oğlunu azgın bir topluluk öldürecektir' ifadesinde  bahsedilen Ammar(ra)'ın Muaviye ordusu tarafından öldürüldüğü tarihi bir gerçek olduğu gibi o savaş sırasında Ammar(ra)'ın Amr bin As'a; 'Amr! Mısır valiliğini ele geçirmek karşılığında dinini sattın!' diye seslenmesi de olaya bakışını göstermektedir.

Bütün bunların üstüne Hucurat suresinden 14. ayeti hatırlayalım:

'Araplar 'inandık' dediler. De ki, iman etmediniz, ama 'teslim olduk' deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Rasulune itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.'

Bu ayette bahsedilen araplar ayetin metninden de anlaşıldığı gibi Peygamber(sav)'in huzurunda iman ettik diyenlerdendirler. Ancak temel asgari sahabe olma şartı olan iman onlardan kabul edilmemiş ve teslim oldukları ifade edilmiştir. Bu durumda bu insanlar sahabe değillerdir. Bunların kim olduklarından çok bu halin adının sahabe olmadığını yani Peygamber(sav)'i her görenin ve iman ettim diyenin sahabe olmadığını kolaylıkla anlayabiliriz.

Sahabe, Peygamber(sav)'le arkadaşlık edenlerin adıdır. Arkadaşlık etmenin insan gönlünde karşılığı bir kerecik bile olsa görmek değildir. O(sav)'nu görmekten maksadın, bakışlarına mazhar olmak olduğunu ve O(sav)'ndan tasavvufi tabirle 'nazar almak' olayı ise ancak hidayete tabidir. Yani iman olmaksızın Peygamber(sav)'i görmenin ve onunla sohbet etmenin de bir anlamı ve değeri yoktur.

Tevbe suresindeki 101. ayet münafıklarla ilgili ayetlerden sadece birisidir:

'Çevrenizdeki Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir.'

Kimsenin elinde bir münafık listesi olmadığından bu konuda ne denilse boştur.

Bütün bunları yazmamızın sebebine gelince, bazıları 'ashabım yıldızlar gibidirler, hangisine uyarsanız kurtulursunuz' hadisini esas alarak dünya saltanat ve şatafatına dalmaya Muaviye bin Ebu Sufyan'dan örnek verebiliyorsa ve bunu da yukardaki hadise dayandırarak 'örnek yıldız' sıfatıyla taçlandırdığı birinin saltanat ve dünyevi şatafatını örnek aldığını söyleyebiliyorsa, bizim de sahabe tanımını ve anlayışımızı gözden geçirmemiz gerekiyor demektir.

Genel kabul gören sahabe tabakalarını sıralayacak olursak:

1. Mekke'de iman eden ilk müslümanlar (Mustafa Asım Köksal kitabında sayılarının 129 olduğunu tespt etmiştir.)

2. Ömer(ra)'ın müslüman oluşundan sonra müslüman olanlar

3. Habeşistan hicretine katılanlar (1. Habeş hicretine katılan 11 erkek ve 4 hanım ile 2. Habeş hicretine katılan 83 müslüman bunlara dahildir.)

4. Birinci Akabe bey'atında bulunanlar (12 kişi)

5. İkinci Akabe bey'atında bulunanlar (73 veya 75 kişi)

6. Peygamber daha Kuba’da iken Medîne’ye giren Muhacirler

7. Bedir savaşına katılanlar (314 kişi)

8. Bedir savaşı ile Hudeybiye musalahası arasında hicret edenler

9. Hudeybiye'de ağacın altında Peygamber(sav)'e ölünceye kadar savaşmak hususunda bey'at edenler (1500 kişi civarında)

10. Hudeybiye bey'atı ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler

11. Mekke'nin fethinden sonra müslüman olanlar (Peygamber(sav) bunları tuleka(1) olarak isimlendirmiştir.)

12. Veda haccında Peygamber(sav)'i görenler ve dinleyenler.

Ashab'ın faziletine ve hayatlarına dair bir çok eser yazılmıştır. Bunlar içerisinde en hacimli ve muhtevalısı, İbn Hacer el-Askalani'nin  el-İsâbe fi Temyizi 's-Sahabe adlı kitabıdır. Bunun dışında şu iki kaynak da büyük önem taşımaktadır: İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Ma'rifeti'l-Ashab ve İbnu'l-Esîr, Üsdu'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahabe.

Tabiinden olan Said b. Musayyib, sahabenin bir veya iki yıl peygamber ile birlikte bulunan bir veya iki savaşta onunla birlikte savaşan kimse olduğunu söylemektedir.

Eş'ari ulemasından Bakıllani ise şöyle demektedir: 'Ümmet arasında yerleşen örfe göre sahabe, peygamberle uzun süre beraber olan kimsedir. Sadece birkaç saat peygamberle kalan peygamber ile birlikte birkaç adım yol yürüyen ve hadis işiten kimse sahabe değildir.'
İmam Ahmed b. Hanbel, Aişe(ra) ile Ali(ra) arasında cereyan eden vakadan sorulunca şöyle cevap vermiştir.

'Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.' (Bakara, 134) mealindeki ayet-i kerimeyi okuyarak soruyu cevaplamıştır.

Bazıları Peygamber(sav)'in veda haccı sırasında hutbelerinde bir kaç kez 'ashabım' hitabını kullanmasından yola çıkarak bütün dinleyenlerin sahabe olduğuna hükmetmişse de aynı hutbelerde tekrarlanan 'ey insanlar' ibarelerini de orda bulunmayan diğerlerine yönelik şeklinde yorumlamışlardır. Halbuki gayet açıktır ki, Peygamber(sav) orada bulunanların arasından bazılarına 'ashabım' diye seslenirken, diğerlerine de 'ey insanlar' diye hitap etmiştir.

Bütün bunların üstüne şunu belirtmekkte fayda var: Ashabın kendi arasında da ihtilaflar ve anlaşmazlıklar olmuştur ve hatta Cemel ve Sıffın vakalarında olduğu gibi kan bile dökülmüştür. Bu konularda konuşmak ve o zamanların fitnelerini bugünlere taşımak bir fayda sağlamayacağı gibi, onları yargılayıp hüküm verme mecburiyetimiz de yoktur. Yukarıda naklettiğimiz İmam Ahmed'in tavrı güzel bir örnektir.

Onlar bizden önceki ümmettiler, geldiler ve geçip gittiler. Hesaplarını bize değil Allah(cc)'a verecekler. Örnek alacağımız halleri onların bize Kur'an ve sünnetten bizzat yaşayarak aktardıklarıdır.

(1) Tuleka: Savaşlarda esir edildiği halde düşmanı tarafından serbest bırakılan esir, yahut artık iş göremez hale gelen hayvanların çiftçiler tarafından serbest bırakılmaları ile onlara verilen isim.

29 Şubat 2012

Bir yad-ı cemil: Kurban

Binlerce yıldır kimler geldi, kimler geçti... Tarih sayfaları, gelip-geçenlerin hikayeleriyle doludur. Ardından söylenenlerden ve söyleneceklerden hiçbirinin haberi olmadı. İçlerinden kimileri bunu da dert edindi ve ardında bir güzel hatıra(yad-ı cemil) bırakabilmek için gayret sarfetti.
İşte peygamberler bu noktada da hep bütün insanlığa örnek oldular. İnsanlık bütün güzellikleri onlardan öğrendi! Geldiler, ama bir daha hiç gitmediler... Adem, Nuh, İbrahim, Musa ya da İsa denildiğinde kim oldukları hemen bilindi. Hep güzel hatıralarla anıldılar. Muhammed(sav) denilince baharın bütün goncaları patladı!
İbrahim(as) onlardan biri, hanımı Hacer ve oğlu İsmail(as) ile öyle hatıralar bıraktılar ki; Allah onların hatıralarını insanlara 'din' kıldı!
İbrahim(as), dost bir peygamber, güzel bir eş, fedakar bir baba idi. Bir emirle getirip Hacer ve minik İsmail'i kuru ve kara taşlarla dolu bir ıssız vadiye bırakıp gitti. Sonra bir emirle eline bıçağı alıp ciğerparesini yatırdı yere... Sonra bir emirle geldi, Kabe'yi İsmail(as) ile birlikte inşa etti yeniden... Haccı ilan etti bütün dünyaya! Vakfeyi ve tavafı hatıra bıraktı... Ateşin bile yakamadığı bir büyük hatıra oldu!
Hacer, ne büyük bir kadındı! Hacer, siyah tenli idi... Hacer, insanlığın yüzakı, gönül aydınlığı, kurtuluşu, umudu, peygamberlerin duası, meleklerin sevdası Muhammed(sav)'in soyuna anne oldu... Öyle bir kadın idi ki; Allah onun evladı için koşuşturmasını bize ibadet kıldı. O gün bugündür insanlık Hacer gibi koşar durur Safa ile Merve arasında... Neslinin felahı için dualarla! Zemzem, Hacer o suya 'zemzem' dediği için hala zemzem! Allah onun duasına öyle bir icabet etti ki; cennet pınarlarından dünyaya su gönderdi. Bununla da bitmedi, o suya Hacer 'zem(dur)' dedi diye durdu su... İçilmekle eksilmez ama hiç te taşmaz bir pınar oldu!
İsmail(as), kurban oldu, kurban olmayı öğretti! Başını, Alemlerin Rabb'inin emrine öyle bir eğdi ki; semada melekler bile gıbta ettiler. Kurban olmanın adı oldu İsmail! İki kurbanlığın çocuğu Muhammed(sav)'e atalık etme şanına ulaştı... Mekke gibi bir şehir kurdu. Peygamber oldu, haccı öğretti insanlığa.
Bir baba, bir anne ve bir kurban çocuk, tarihe yön verdiler... Geldiler, ama hiç gitmediler ve asla gitmeyecekler! Öyle büyük hatıraları var ki; hem anlatılır, hem yaşanır, ama her nesille yeniden canlanır, yeniden büyür!
Kurban ve Hacc onların hatırası olarak kıyamete kadar devam edecek... Kurban kesmeye her niyetlenen bir İbrahim olup, kendi İsmail'ini alacak bıçak altına!
Atamız İbrahim(as)'e selam olsun!
O'nun sünnetini bize de sünnet kılan, bayram kılan Mekke'nin öksüzü Muhammed(sav)'e selam olsun!
Ve kıyamete kadar bu yolu izleyerek öksüz ve yetimleri sevindirenlere, Allah için birbirine 'kurban' olanlara selam olsun!
Kurbanların bayramı mübarek olsun…

Ufuk Gazetesi - Aralık 2006

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...