10 Mart 2013

Oraya gidin ve namaz kılın!

Hepimizin malumu Birleşmiş Milletler tarafından da bir şekilde ifade edilen devletimsi bir şey daha var orada ve şu an resmen tanınan haliyle Filistin Özerk Yönetimi ve bu yönetimin kontrolünde olduğu söylenilen Batı Yaka olarak tercüme edilen Batı Şeria'nın hiç bir yerinde mutlak Filistin kontrolü yok, içinde hiçbir yahudi asker ya da polisin olmadığı Eriha'da bile girişlerde yahudi askerler kontrol noktaları oluşturmuşlar.

Batı Şeria'nın en önemli şehri el-Halil'de hemen her köşede yahudi askerleri bekliyor, mescid girişleri de extra kontrol ediliyor. El-Halil'deki İbrahim(as) camisinde yaşanan katliam sonrası güya korumak için konulan kontrol noktaları sadece müslümanları taciz ediyor. Oysa bu katliamda Yahudiler sabah namazı kılan Müslümanları katletmişlerdi.

Mescid-i Aksa girişlerinde düzenli olarak Filistinlileri taciz eden yahudi askerleri Türkiyelileri görmekten rahatsız oluyorlar. Sırf onları rahatsız etmiş olmak bile ayrı bir mutluluk ve giriş çıkışlarda yüzlerine bakmadan geçiyoruz kapılardan.. Durdurup nereden geliyorsunuz diye soruyorlar. Kapı içinde bekleyen Filistinli bekçi hemen atlıyor araya giriyor ve ‘bunlar bizim kardeşlerimiz, Türkiyeliler’ diyerek girişimizde sorun çıkmasını engelliyor.

Kudüs girişindeki kontrol noktasındaki yahudi sivil görevli şaşkınlığını alenen ifade etmişti: Noldu neden bu kadar 'türk' geliyor artık. Gerek sivil gerek asker yahudiler bizi orada görmekten çok rahatsızdılar, gözlerindeki kin ve istihza yerleri kirletiyordu..

Filistinliler ise rehberimizin açıkça söylediği üzre; bizi görmekten mutlu oluyor ve emanete ortak olmamız gerektiğini söylüyorlar.

Filistin devleti olarak lanse edilen Abbas yönetimi tamamen hayali bir avuntudan ibaret. Batı Şeria'nın her santiminde iğrenç bir işgal var. Ürünlerin toplanmasına izin verilmediği zamanlarda dallarda çürüdüğünü anlatıyor rehberimiz. Herşeyin izne tabi olduğu işgal altındaki topraklarda sukunet mümkün değil artık! Yurdu işgal edilmiş ve her türlü haksızlığa, hakaret ve aşağılamaya tabi tutulan Filistin halkında kimse boyun eğmesini isteme hakkına da sahip değildir. Şeyh Ahmed Yasin’in dediği gibi; ‘hiç değilse aleyhimizde olmayın’…

Mescidi Aksa çıkışında kimlik kontrolüne tabi tutulan pırlanta gibi delikanlının gözlerinde bir kaç saniyede gördüklerim anlatılmaz. Gençler her yerdeler. Kanuni surlarında oynayan küçükler görüyoruz. Fakirlik kelimenin tam anlamıyla diz boyu. Herşeyi işgal edilmiş bu insanların Eriha’da bize anlattıkları ve adeta bayramı bekler gibi bekledikleri ve belki de çok az insanın bildiği ticaret ve sanayi alanı inşası bittiğinde hiç değilse Eriha bir nefes alabilecek ve dünyanın en kaliteli hurma ve üzümlerini Türkiye üzerinden satma imkanı bulabilecekler. Bu projenin üzerinde Erdoğan damgası var ve tıpkı herhangi bir devlet işi gibi buradaki projeleri takip ediyor. Gerek bu gibi ekonomik projeler ve gerekse İslam eserlerinin restorasyon işlerinde hep aynı eli görüyoruz.

Mescid-i Aksa’da devam eden ve Kubbetu’s-Sahra’yı kubbesini yıkılmaktan muhafaza eden resrotasyon hızla devam ediyor. Proje mühendisi İstanbul’da eğitim almış ve gayet düzgün Türkçe konuşabilen Filistinli mühendis her şeyin Erdoğan’ın himayesinde devam ettiğini anlatıyor. İznik’ten gönderilen çinilerin tam 4 ay kapıda nasıl bekletildiğini ve ancak Türkiye’nin müdahelesi ile içeri alınabildiğini aktarıyor. ‘Türkiye büyük devlet’ derken koltuğunda geriye yaslanıp adeta bunun keyfini çıkartıyor.

Filistinli çocuklar tartışmasız Polat hayranları. Büyükler ise Türkiye'nin bir umut olup olamayacağını tartışıyorlar. Sokakta Türkiyeli olduğumuzu fark eden gençler ‘Polat’ diye sesleniyor ve el sallıyorlar. Bu kesinlikle bir dizinin fenomen olması gibi basit bir şey değil.

Kudüs'ten, etrafı mübarek kılınan Mescidi Aksa'dan, hüzünler prensesi Kubbet'us Sahra'dan ve onların mübarek murabıtlarından ayrılıyoruz. Yalnız Kudüs’ten ayrılmak üzerine bir destan yazabileceğimi biliyorum, ancak bunun yeri burası değil…

Kudüs'e, Mescidi Aksa'ya, Kubbet'us Sahra'ya ve cennetin kraliçesi Meryem'e veda! Filistin bizimle geliyor!

Tüm Osmanlı hayranlarını Yafa'ya davet ediyorum, gelin ve hanların, camilerin nasıl talan edildiğini görün diye. Bir zamanlar Ecyad Kalesi yıkılıyor diye Suud’a ateş püsküren yiğitlerin hemen her hafta yeni bir Osmanlı eserini yok ettiği gerçeğini nedense görmezden geliyorlar!

Yafalı bir genç bizimle 5 dakika konuştuktan ve neler yaşandığını anlattıktan sonra adeta bir suçlu gibi karanlığın içinde kaybolduğunda sorular rehberimizin ‘bu genci bize bir şeyler anlatırken kaydettiyseniz lütfen kayıtları siler misiniz’ cümlesiyle boğazımıza tıkanıyor. Genç durumu anlattıktan sonra, ‘kayıtları silmemizi aksi halde havaalanında yapılacak bir kontrolde bu durum fark edilirse başına gelebilecekleri tahmin edemediğini’ söylemişti.

Her dakika her köşede Filistin gerçeğine en ağır tonlarıyla şahid oluyoruz…

Ben Gurion havaalanı gidiş için de bize gelişimizden daha büyük sürprizler sunuyor. Önce sorgu-sual, sonra: Bir x-ray, iki elle arama, üç tekrar x-ray vs vs ve nihayet 3,5 saatte bir havaalanına girebildik. Burası Tel Aviv.

Ben Gurion havaalanında bize yapılan muamele ile eksik kalan tüm öfke kaplarımızı doldurdular. Aşağılanarak aranan 'soft' müslümanlar gözleri ateş saçarak uçağa bindiler. Bize bunu yapanlar kimbilir, diye başlayan cümleler kuruldu. Soyularak arananlar, hurmaların içine kadar bakılan ve hatta çamaşırların kıvrımları kontrol edilerek yapılan tuhaf işlemler.

Herşey bittikten sonra uçağa geçiyoruz ve yaklaşık bir saat araması devam eden 4 kişiyi bekliyoruz. Bu muamelenin temel hedefi bir daha gelinmesin için diyedir tahminleri ile ayrılıyoruz mübarekliği ayetle sabit topraklardan…

Filistinliler ve orayı görenlerin ortak kanaati; artık içeriden bir ayaklanma vs ile işgalin son bulma ihtimalinin olmadığı oluyor. Filistinliler kadın-erkek her vakit koştukları Mescidi Aksa'nın murabıtları olarak secdelerde, kunutlarda gözyaşlarıyla duaya sarılmışlar. Vaazlar, dualar hep son Filistinli nefes aldığı sürece Aksa'ya sahip çıkılacağı sözleriyle bitiriliyor.

Siyonist işgal öylesine yayılmış ve her yerde kendini silahla ortaya koymuş ki, Filistin halkının umudu ve gözleri artık dışarıya bakıyor.

Filistin sokaklarında serseri gençler var, namazlarda camiye bile girmeyen bu gençler cami kapılarında her çatışmada en ön saftalar ve canlarını yani sahip oldukları tek sermayelerini ortaya koyuyorlar.

En son 12 yaşında plastik silahla oynayan bir çocuğun 6 kurşunla vurulduğu el-Halil'in çocukları ve gözleri unutulmayacak gerçekler. Filistinli çocukların gözleri çok güzel kesinlikle…

Velhasıl-ı kelam Filistin adım adım bitiyor, hem toprak hem halk olarak hem de zihinlerde. Bir 'mucize' bekliyor herkes! Kimileri için bu 'mucize' Türkiye ya da Tayyip Erdoğan.. O şartlarda tutunacak bir 'dal' çok önemli ve bunu çok iyi görerek ve duyarak anlıyoruz.

Filistinli esnaf her fırsatta 'one minute' kullanıyor.. Mavi Marmara bir çok sohbetin değişmez başlıklarından biri. Osmanlı, Filistin'de eserleriyle yaşayan ve büyük bir hasretle yad edilen, efsanevi bir 'umut tohumu'. Kubbetu’s-Sahra’da muallak kayanın altında tüm mescid alanlarını kaplayan seccade modeli halının üstüne serili dokuma halı ayrı bir değerli diyor rehberimiz, onu Erdoğan’ın halısı olarak takdim ediyor.

Bu alanda anlatılabileceklerin kısa bir özeti idi bunlar. Bu ziyaretin hatıralarını bir ömür saklayacak ve her sözüme ve her yazıma mutlaka bulaştıracağım.

Resulullah (s.a.s)'a soruldu: "Ey Allah’ın Rasulü, bize Mescid-i Aksa hakkındaki hükmün ne olduğunu bildir". Resulullah (s.a.s.) da şöyle buyurdu: "Oraya (Mescid-i Aksa'ya) gidin ve içinde namaz kılın." Resulullah (s.a.s) sözlerine daha sonra şöyle devam etti): "Eğer oraya gidemez ve içinde namaz kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere oraya zeytinyağı gönderin." (Ebu Davud, Kitâbu's-Salât, 14)

15 Şubat 2013

Merhaba Hüzünler Prensesi

kubbetus-sahra

Filistin’e gitmek demek İsrail işgal bölgesine girmek demek. Bu dramatik gerçeği bilerek yola çıkmıştık ve nihayetinde meşhur İsrail gümrüğünün olağandışı kontrollerine takıldığımda eski bir arkadaşım olan rehberimizin ‘seni sorgusuz bıraksaydılar, şüphelenirdim’ esprisi eşliğinde çoğunlukla acı acı gülerek uzun uzun bekledik ve kısa sorgu sual faslından sonra nihayetinde ‘işgal edilmiş’ topraklarımıza girmeyi başardık.

Gecenin bir yarısı geçtiğimiz caddeleri ve sokaklarıyla Tel Aviv herhangi bir Hollanda şehrinden farksızdı... Sonra Kudsü Şerif’e girdik, sabaha çok az zaman kaldığı için El-Fındık’ul Vatani’ye yerleştikten sonra kısa bir uykunun ardından Mescid-i Aksa’ya yani uzak mescide doğru yürüdük, zira artık o uzak mescid yürüme mesafesi yakınlığındaydı..
Kudsü Şerif’in kadim kısmı Sultan Süleyman-ı Kanuni tarafından inşa ettirilen surlarla çevrili ve o surların içi tarihi bir hatıradan oluşuyor. Köşedeki İsrail bayraklı polis karakolunun iğrenç katkısı manzarayı bozmaya yetmiyor.
Kadim Kudüs sokaklarından kadim hatıraların kokusuyla geçiyoruz. En çok kadınların duyduğu yasemin kokan Meryem kokusu var sokaklarda!..

Mescidin ana kapısına 2 köpek bağlanmış, gelip geçenlere hırlayan ve pis pis bakan köpekler bunlar. İlk karşılaşmamızda Mescidi Aksa’ya gelmiş olmanın ilk heyecanıyla onlara hiç aldırmadan geçiyoruz kapıdan.. Kubbet’us-Sahra tarafından giriş yaptığımız için ilk merdivenler üstündeki kemerlerin arasından onu görüyoruz. Kudüs’ün mahzun prensesi diyoruz ve artık lakabı ‘Hüzünler Prensesi’ olan Kubbet’us-Sahra’yı dünya gözüyle görmüş oluyoruz.

Yağmur yağıyor!

Meryem’in süpürdüğü basamaklardan ve peygamberlerin secde ettiği meydandan geçiyoruz.

İşte solumuzda hemen Kubbet’us-Sahra’nın önünde ‘Mihrab’un-Nebi’ yani Peygamber(sav)’in diğer peygamberlere imamlık ederken durduğu nokta.. Her köşeden bir peygamber selam veriyor! Her taşa bir başka kahraman baş koymuş, secde etmiş ya da kan dökmüş..

Alacakaranlıkta 'esselamu aleykum Turkiya' selamları arasında mescide girerken 'umut' kokuyordu heryer ve herşey. Nasıl tanıdıklarını bilmiyorum ama bütün Filistinliler Türkiye’li olduğumuzu biliyorlar burada.

Nihayet o kalabalıktan geçerek Kıble Mescidi’ne geliyoruz. İmam, Fetih suresi ile cemaate umut ipi uzatmıştı, insanlar Kur'an ile umutlanıyor burada, ne güzel.. Kapısında İsrail köpeklerinin beklediği, işgal altındaki bir mescidde Fetih suresi Filistinli cemaate nasıl geliyor bilmiyorum ama bana ‘umut’ gibi geliyor.

Sonrasında her göz göze geldiğiniz Filistinli hemen selam veriyor, sürekli selamlaşıyoruz, selam kurtuluş demek, kardeşlik demek zira..

Filistin'i yakında görünce neden film icabı dahi olsa yahudiye kurşun atan Polat'a hayran olduklarını anlayabiliyor insan.. Sokaklardaki çocuklar bizi görünce Polat’ı hatırlıyorlar. Orada burada muhabbetler arasında Mavi Marmara, Türkiye kelimeleri takılıyor kulağımıza.. Uzaklardan yıllar yılı sadece izlediğimiz gerçeklerle burada burun-buruna geliyoruz.

Kudüs’te anladığım ilk gerçek, Mina’da çadırının kapısından bize doğru ‘Mavi Marmara’ diye seslenen ülkesini bilmediğim hacıların neden bu kadar düzgün Mavi Marmara diyebildikleri oldu.

Dışarıdan istediğinizi söyleyin ama evinin dibindeki mescide yahudi askerlerinin kontrol noktasından geçerek ve onların izniyle girebilen bir adam 'one minute'e hayran olabilir.. BU da çok anlaşılır bir durum. Politik açıdan olağandışı görülebilecek olan o çıkış Tayyip Erdoğan’ı Filistinlilerin kahramanı yapmaya yetmiş evet.

Burada, Filistin'de çok yağmur yağıyor ama gök gürültüsü yok; o yüzden belki de gür sesli adamları çok seviyorlar.

Kudüs kan kokuyor, Kudüs binbir çiçek kokuyor.. Ve Kudüs kan ağlıyor, bundan sonrası çok daha zor olacak.. Yazmak ve anlatmak kadar bu hatıralarla yaşamak çok zor olacak!..

‘Evinize, vatanınıza, kıblenize hoş geldiniz’ diye karşılamışlardı bizi.. Oysa biz evimizi böyle görmeye dayanamayız! Vatanımızı böyle siyonist kontrolünde bırakamayız! Oysa biz kıblemizi, Mi’rac yurdunu. Peygamberlerin hatıralarını, Muhammed(as)’ın izlerini, Meryem’in kokusunu bırakamayız ki!

Daha ilk günden içimizi yakan işgalin iğrenç manzaraları altında yurdumuzda, vatanımızda yürüyoruz. ‘One minute’ orada da sloganımsı bir espri artık. Herkesin bildiği ortak dilin, işgale karşı dilin kelimelerinden birisi haline gelmiş.

Filisitinli rehberimizin ‘sizi bekliyoruz, ne zaman geleceksiniz’ sözü kulaklarımıza asılı kalıyor. Oradakilerin yani içeridekilerin, zindan arkadaşlarının artık çıkış umutları dışarıya kalmış.. Tek yapabilecekleri şeyin varolmak ve rahatsız etmek olduğunu anlatıyorlar.

Uzaktan duyulduğunda ne anlama gelir bilemem ama defalarca Filistinlilerin ağzından ve hatta Cuma hutbesinde imamın dilinden şu cümleleri duymak orada çok uzun bir destan okumak ve hatta yaşamak gibi idi:

‘En son ihtiyar, en son kadın ve en son çocuk can verinceye kadar buradayız ve direnmeye devam ediyoruz!’
Gençler ve erkekler zaten öldürülmek için doğdukları ve yaşadıkları için onların adını zikretmeye bile gerek duymuyorlar... Derin bir tevekkülle yaşıyor ve ölüyorlar.

Orada öyle bir hayat yaşanıyor ki; ölüne değil ölüme acıyasın geliyor...

10 Kasım 2012

Güzel yemek yoktur!

Kargaya yavrusunun şahin göründüğünü biz uydurmuşuzdur. Karga nasıl göründüğüne bakmaz halbuki yavrusunun... Annedir ve olay bitmiştir! Yavrunun herşeyi tatlı ve güzeldir.

Anneleri farklı kılan nedir diye çok düşünüyorum...

Yaratan bize kendinden sıfatlar vermiş. O Semi'dir, biz de işitiriz. O Basar'dır, biz de görürüz. O Hayy'dır, biz de yaşarız. O Muhalefet'un lil-Havadis'tir, biz de birbirimizden mutlaka bir yönümüzle ayrıyız. O Alemlerin Rabb'idir, biz sahip olduklarımızın efendileri... Bu örnekleri uzatabildiğiniz kadar uzatın, sonuçta ortaya çıkan O'nun bize kendi sıfatlarından birer parça verdiğidir. Bütün bu sıfatlar herhangi bir cinsiyet ayrımı olmaksızın herkese verilmiştir. Bir tek sıfat var ki o sadece annelere özeldir.

Sadece ve yalnızca annelerin bağrında yaratılır yavrular!
Ve yavrularını en çok hep anneler sever, en çok anneler düşünür, en çok anneler ağlar. Kimsenin gönlü bir anne kadar rikkat sahibi olamaz evladına karşı ve kimsenin kulakları onunkiler kadar hassas olamaz, gözleri onunki gibi göremez.

Bir çocuğa en çok anne sahip çıkar, görür, gözetir ve adeta hayatını kuşatır. İstemeden ihtiyaçlarını bilen odur, sormadan cevaplayan ve mutlaka ama mutlaka sonsuz ve sınırsız sevecek olan annedir.

Tıpkı Mevla’nın kullarına olan merhameti gibidir anne merhameti, kızsa da verir, cezalandırsa da yine onun bağrında yaralar sarılır ve ağlanır. Rahim esmasının en büyük tecellisi anneden evlada tevcih edildiği içindir ki çocuğun barındığı anne karnındaki mustesna organa ‘rahim’ adı verilir.

Ve annelerin herşeyi güzeldir ve belki de herşeyin en güzelini anneler yapar. Annelerin hüneri evlatlarına olan merhamet ve muhabbetlerinde gizlidir. O hünerle ortaya çıkardıkları dünyanın en basit yemeği de olsa tadı bir daha başkası tarafından taklit edilemeyecek kadar güzeldir.

Güzel yemek yoktur, annenin yemeğine benzeyen yemek vardır..

Ve çocuklar..

Herbiri bir annenin ciğerparesi, herbiri bir başka güzel.
Çocuk çiçek, çocuk sevgi, çocuk umut, çocuk hayat demek.
Çocuk sabır, çocuk hasret, çocuk gülücük, çocuk gözyaşı demek.
Çocuk can, çocuk canan, çocuk yâr, çocuk yaren demek.
Çocuk anne, çocuk baba, çocuk kardeş, çocuk arkadaş demek.
Çocuk su, çocuk hava, çocuk ışık, çocuk nefes demek.
Çocuk fidan, çocuk yaprak, çocuk tomurcuk, çocuk meyve demek.
Çocuk anne kalbinden beslenen bir yavru demek.
Çocuk ılık bahar yağmurunun şekle bürünüp yürümesi demek.
Çocuk bir sabah esen tatlı esintinin yanakları okşaması demek.
Çocuk yüce dağlarda eriyen karın ovaya inmesi demek.
Çocuk mutluluk, çocuk huzur, çocuk aile demek.
Çocuk tarih, çocuk gelecek, çocuk bugün demek.
Çocuk sokak, çocuk şehir, çocuk ülke demek...
Çocuk dünya demek!
Çocuk dünyadaki herşey demek!

Bütün çocukların bir daha asla ellerine geçmeyecek olan o dönemi en güzel şekilde yaşamaya hakları var. Bütün çocukların annelerinin şefkat ve sevgisini doya doya hissetmeye hakları var. Bütün çocukların iyi eğitilmeye hakları var. Bütün çocukların öldürülmeme hakları var. Bütün çocukların büyüklerin savaşlarında arada ezilmeme hakları var. Oynamaya, gülmeye, sevilmeye hakları var.

Bütün çocukların çocuk olmaya hakları var. Filistinli, Çeçenistanlı, Iraklı ya da Sur‎iyeli yahut nereli olurlarsa olsunlar bütün çocukların çocuk muamelesi görmeye hakları var. Bütün çocukların doyuncaya kadar yemeye, canları istediği kadar içmeye hakları var. Bazan bir yemeği beğenmeyip gül dudaklarını bükmeye hakları var. Bütün çocukların elbise beğenmemeye, birini çıkartıp diğerini giymeye hakları var.

Bütün çocukların annesinin elinden tutarak yürümeye hakları var!
Bütün çocukların canları yandığında 'anne' diye çığlık atmaya hakları var.
Bütün çocukların şeker yemeye, bisiklete binmeye, oyuncaklardan bir dünya kurmaya hakları var.
Bütün çocukların nazlanmaya hakları var!

Her çocuk güzeldir aslında, olay güzel anne olabilmekte.

‘Her doğan fıtrat üzere doğar, bundan sonra annesi ve babası onu ya Yahudi, ya Hristiyan, yahut Mecusi olarak yetiştirirler.’ (Sahih-i Muslim – 4803)

Fıtrat, yani yaratılıştaki mahiyeti itibariyle her insan lekesiz, tertemiz ve imana en müsait bir haldedir.

Kırmızı ışıkta durmak caiz midir?

Dünyada bir müslüman için aslolanın dinini ikame etmek -yaşamak ve yaşanmasına engel olan gerekçelerden uzak olmak- olduğunu hatırlayarak söze başlayalım. Her ne gerekçe ile olursa olsun dinini yaşayabileceği bir ortam edinmek de bu anlamda her müslümanın kişisel bir sorumluluğudur. Gayr-i müslim bir ülkede ikamet etme durumunda bulunan müslümanların bile nerede ne şekilde dinlerini ikame edecekleri konusunda üzerlerine düşeni yapmaları beklenir. Örnek olarak namazın cemaat ile ikamesi için mescidler inşa etmek yahut çocuklarını islam üzere yetiştirmek gibi..

Bunun yanısıra böyle bir ülkede yaşayan müslümanların tabi oldukları hukuk ile alakalı dinlerinden kaynaklanan bazı sınırlamalara ya da serbestliklere de muhatab olmaları kaçınılmazdır. Şunu hemen tespit ederek sözlerimize devam edelim: Bir müslüman anlaşmalı olarak (pasaport ve vize ile ya da vatandaşlığına geçerek) bir gayr-i müslim ülkede ikamet ederse, bu şahsın o ülkenin asayiş ve sair kanunlarına tabi olması sebebiyle ortaya çıkan durumlarda İslam gayet net  ve açık hükümler belirlemiştir.

Basit bir örnek verelim: Cuma namazına yetişmek için arabasıyla yolculuk eden bir müslüman; 'ben cumaya gidiyorum, yetişemezsem iadesi de yok' diyerek yolculuk sırasında karşılaştığı kırmızı ışıklara uymayabilir mi? Bunu yaparsa iyi bir iş mi yapmış olur? Hiçbir ilmihal kitabında cumaya giderken trafik kurallarına uyma ile ilgili bir fetva bulamayabilirsiniz. Ama bu dinin temelinde en önemli olan kuralın kul hakkı olduğunu bilirseniz bu bile yeter konuyu anlamaya! Bir tek kişiyi rahatsız etmeniz ve onun hakkını çiğnemeniz hele de bu kişi gayr-i müslim ise ve helalleşme imkanı bulmanız da oldukça zorsa cuma namazını kaçırmaktan çok daha büyük bir tehlikenin işaretidir. Ayrıyeten sebeb olduğunuz bu durumdan dolayı müslümanların geneli hakkında bir olumsuz kanaatin oluşması durumunda ise daha büyük bir vebal altına girersiniz. Sizin kural çiğnediğinizi gören birinin 'işte müslümanlar böyle, işte İslam böyle bir din' demesine sebep olmanın vebali bir ömür kılacağınız cumaların getireceği hayrı örtebilir!

Hanefi mezhebinin 19. yüzyılın başlarında yaşamış önemli alimlerinden İbn-i Abidin(vefatı 1836) bu konuda şu fetvayı verir: Gayrı müslim ülkelerde, onların kanunlarına itaat etmek (karşı gelmemek) zarureti vardır. Mallarına, canlarına, ırzlarına saldırmak asla caiz değildir. (Reddu'l Muhtar)

Yine onun hocalarından Abdulğani Nablusi de benzer bir fetva verir: Hükümet mubah bir işi yasak ederse, bu emre itaat vacip olur. Kendini tehlikeye atmak caiz olmaz! (Hadika)

Muhammed Hadimi de nerdeyse aynı cümle ile konuyu bağlar: Hükümetin emrettiği her mubahı yapmak millete vacip olur. (Berika)

Bütün bu fetvalar mubahlar konusundadır, bunların dışında İslam'ın kesin hükmü bulunan haramlarda hiç kimseye, hiç bir ortamda itaat edilemez! Dinini ya da dininin kesin bir hükmünü çiğnemeye davet edilen bir müslümanın itaati onun felaketi olur.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün elbette. Yalan söyleyen ya da resmi bir kurumu dolandıran müslümanın vebali sadece kendi üzerinde kalmamakta ve İslam'ın ve müslümanların genelinin adının lekelenmesine sebep olmaktaysa sonuçlarına ahirette katlanmak durumundadır. İşte bizim için asıl 'fitne' budur!

Sözün burasında 'fitne' kelimesini incelemekte ve doğru olarak anlamakta fayda var. Fitne; topraktan çıkarılan altın gibi kıymetli madenlerin içine karıştıkları diğer değersiz şeylerden arınmaları için ateşte eritilmeleri manasına gelir. Bu işlem sonucunda altın eriyip akar ve ayrılır diğerlerinden... Dindeki manasına gelince; kısaca imtihan demektir. Anarşi, bozgunculuk, günah, şirk, bela ve daha başka manalara gelirse de, ekseriya bölücülük, bozgunculuk anlamında kullanılır. Abdulğani Nablusi fitneyi şöyle tarif eder: Fitne, Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, onları sıkıntıya, zarara, günaha sokmak, insanları isyana kışkırtmak demektir. (Hadika) İmam Birgivi de Tarikat-ı Muhammediye adlı eserinde fitneyi böyle tarif eder.

Bu tarifle fitnenin sözlük manası arasında tatlı nüansı görmemek elde değil! Ateşe atılan altın, gereksiz ve değersiz olanlardan ayrılır. Fitneye muhatap olan insanların ise içlerindeki altın değerinde olanlar ayrılır, ortaya çıkarlar! Sıradan olanlar ise ateşi gördüklerinde daha da sıradanlaşır... Sonuç güzel görünse de fitne asla istenecek bir durum değildir. Ateşe atılarak imtihan edilmeyi hiçbir insan elbette tercih etmeyecektir. Bu sebeple islam 'fitne'yi haram kılmıştır! Ne maksatla olursa olsun insanları bir konuda zorlamak insan fıtratına ters düştüğünden asla tavsiye edilmez. Aksine ikna ve iman yolu gösterilerek teklifde bulunmak daha uygundur. Hatta bu sebeple İslam, fitnenin ortadan kaldırılması için savaşmayı bile emretmiştir. (Bakara, 193) İnsanların arasını bozmak haram olunca; insan ile Allah(cc)'ın arasını bozmak için 'fitne' ise haliyle tamamen haram olur! Yine Kur'an-da 'fitne' adam öldürmekten daha çirkin görülerek (Bakara, 191) müslümanların uzak durmaları emredilmiştir. Hadislerde ise 'fitne' çıkaranlara lanetler okuyan Peygamberimiz (sav), bizi uyanık olmaya davet eder.

Fitne ile savaş arasında yakın bir dostluk vardır. Fitnecilerin temel amacı insanları birbirine karşı kışkırtarak savaşmalarını sağlamak ve bu yolla kendi menfaatlerine ya da iktidarlarına zemin hazırlamaktır. Akl-ı selim sahibi her müslüman başkalarının kendi emellerine ulaşmak için yaktıkları 'fitne' ateşine düşmemeli, İslam'ın ve müslümanların adını ve güvenliğini ön planda tutmalıdır.

İslam; insanların can, akıl, mal, nesil ve dinlerini korumayı görev edinmektir. Bunların sağlanabilmesi için ise yine şu temel kuralları tesis eder:

1. İyiliklerin yayılması,

2. Kötülüklerin önlenmesi,

3. Emanetlerin ehline verilmesi,

4. Adaletin ihya edilmesi.

Bizim olacaksa anayasamızın temelleri bunlar olacaktır.

İslam'ın gerektiğinde savaşı emrettiği noktalar da buralardır.

İslam, bir yerde iyiliklerin yayılmasına engel olanlar varsa o engeli kaldırmak için savaşmayı emreder. Bir müslüman bir garibana ekmek götürmüşse ve birileri o ekmeğin açların midelerine girmesine engel olursa onlarla savaşılır!

Yine İslam kötülükleri önlemek için de savaşmayı emreder. Gariban bir milletin memleketi işgal edilir, kadınlarına tecavüz edilir, malları yağmalanır ve nesilleri yokedilmek istenirken müslüman seyirci kalmaz!

Zulmün kimin tarafından yapıldığı ya da mazlumun ırkı ve dini sorulmaz! Meğer ki haksızlığı yapan müslüman ama bu zulme maruz kalan gayr-i müslim dahi olsa savaşılması gereken zalimdir! Onun müslümanlığı zulmüne rıza gösterilmesini gerektirmez. Müslüman zulme ve zalimlere meyletmez, onun yeri mazlumların yanıdır. Bu insani olduğu kadar da İslami bir vasıftır. Zaten İslam, vicdanlara hitap eden bir dindir... Merhamet ve savaşı bu kadar güzel bir incelikle başka kimse birleştiremez. Bizim savaşımızın sebebi de yine merhamettir çünkü!

Bugün yeryüzünde devam eden ve müslümanların da karıştığı bütün savaşları inceleyen herkes görecektir ki; bu savaşların çıkış sebebi müslümanlar olmamıştır. Aksine müslümanlar ya ihanete uğrayan ya da saldırıya uğrayan taraftırlar... İslamın merhametli bağrına hançer saplayanlar üzerlerine sıçrayan kandan neden şikayet ederler, anlamak mümkün değil! Halbuki hiçbir kasabın üzerine bulaşan kan kendisine ait olmadığı gibi, birilerinin ona haksızlık yaptığını da söylemek mümkün olmaz!

Biz müslümanlar Kur'an-da savaşı istememekle emrolunduk! Savaşa sebep olmamakla emrolunduk... Haddi aşmamak yani başkalarının sınırlarını çiğnememekle emrolunduk. Bu bizim pısırıklığımızdan ya da korkaklığımızdan değil elbette. Kainatın Sahibi öyle istedi, biz de itirazsız kabul ettik... Ancak saldırıya uğradığımızda da ne pahasına olursa olsun; kendimizi ve dinimizi savunuruz! Tıpkı dünyanın bütün mazlumlarını savunacağımız gibi. Hiç kimse bize felanca yerdeki savaşın bizi ilgilendirmeğini söyleyemez. Nerde bir gözyaşı ya da kan akıyorsa biz ondan sorumluyuz. Çünkü müslüman yeryüzünde Allah(cc)'ın halifesi olduğunu iddia eden insandır! Allah(cc), zulmü ve zalimleri sevmez, biz de sevmeyiz! Allah(cc), haddi aşanları sevmez, biz de sevmeyiz. Allah(cc) bozguncuları sevmez, biz de sevmeyiz... Kısacası Allah(cc)'ın sevmediklerini sevmeyiz...

Birilerinin keyfi uğruna; garibanların canlarına kıyılmasına, akıllarının zayi edilmesine, mallarının talan edilmesine, nesilllerinin yokedilmesine ve dinlerine saldırılmasına göz yummak müslümanların izzet ve şerefine ters düşer! Bu saldırıların bizzat müslümanlara yapılması durumunda ise kimse bizden öbür yanağımızı çevirmemizi beklememelidir...

Başlıkta sorduğumuz sorunun cevabı umarım anlaşılmıştır; evet, kırmızı ışıkta durmak caizdir..

03 Kasım 2012

Tehlikeye atmak mı dediniz?

Hicri takvim 52. yılı (bazı tarihçiler 50 veya 55 olduğunu kaydederler) gösterdiğinde islam orduları Kostantıniyye'yi kuşatmıştı.. Hayatlarını Allah'ın dinine adamış sahabeler Sevgili(sav)'nin Rabb'ine irtihalinden sonra Medine'de durmayıp en uzak seferlere kadar katılmışlardı ki; Kostantıniyye seferi de bunlardan biridir.  Ebu Eyyub Halid bin Zeyd(ra) ya da bizim bildiğimiz adıyla Eyyub el-Ensari de bu orduya katılan erlerden biri idi.

Sefere katılanlardan Ebu İmran şöyle anlatıyor:

Biz Kostantiniyye seferindeydik. Mısır ordusunun başında Ukbe bin Amir vardı. Şam ordusunun başında Fudale bin Ubeyd vardı. Kostantiniyye’den büyük bir ordu çıkarak saf tuttu. Biz de onlarla savaşmak üzere saf tuttuk. Müslümanlardan bir kişi Rumlara hücumda bulundu; onların arasına tek başına daldı, sonra dönerek geri geldi. Halk o kişiye bağırarak, 'Subhanallah! Bu kişi kendi eliyle kendisini tehlikeye attı' dediler ve Bakara suresinin 195. ayetini okudular.

Bu sözler karşısında Ebu Eyyub el-Ensari ayağa kalktı ve 'Ey İnsanlar! Siz bu ayeti yanlış anlıyorsunuz. Halbuki bu ayet biz Ensar hakkında nazil oldu' dedi. Devamla 'Allah dinini aziz kıldıktan ve yardımcılarını çoğalttıktan sonra biz de Peygamber’den gizli olarak bir kısmımız diğerine ‘Bizim mallarımız tamamen gitti. Biz mallarımızın arasında bulunsak, zayi olan mallarımızı yeniden kazansak ne güzel olur!' dedik. Bunun üzerine Allah Teâlâ 'Allah yolunda mallarınızı sarf ediniz. Fakat kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin, çünkü Allah iyilik edenleri sever' (Bakara 195) ayetini bizim yanlışımızı reddetmek maksadıyla indirdi. Böylece anlaşıldı ki, cihadı terk edip mallarımızla uğraşmak bizi tehlikeye sürükleyecek bir davranıştır.' Bu sebepledir ki sahabenin tamamı gibi Ebu Eyyub el-Ensari de, ölünceye kadar Allah yolunda savaştı.

Tehlike büyük bir ordunun üstüne şehid olmayı göze alarak hatta kesin olarak bilerek yürümek ve saldırmak değil, cihadı terkederek toprağa ve hayvanlara kapılıp yerinde oturmaktır.

Gerek ordular karşı karşıya gelip savaşlar çıktığında gerekse müslümanlar mustaz'af konumlara düşüp ezilip horlandıklarında mucahid yiğitleri şehadetii göze alıp düşmana saldırmazlarsa ümmetin selameti neyle temin edilebilir ki? Yahut nedir bu insanlardaki şehadet korkusu? Neden şehid olmaktan ictinab edelim ki?

Güç ve kuvvet ile zafer kazanmak bu ümmetin şiarından değildir aksine az topluluklarla büyük orduları mağlub etmek İbrahimî milletlerin sünnetidir. Bunun en mustesna sebebi ise müslümanların şehid olmak için savaşmaları düşmanlarının ise savaştan sağ kurtulmak için gayret sarfetmeleridir.

... Allah'a kavuşacakları kanaatini taşıyanlar ise: 'Nice az topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle, kalabalık topluluğa üstün gelmiştir. Allah da sabredenlerle beraberdir' dediler. (Bakara 249)

Evet müslümanlar için yeryüzünde iki güzelden başka biri ihtimal yoktur.

De ki: ' Allah'ın bizim için yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim dostumuzdur. Mü'minler yalnız Allah'a güvensinler.' (Tevbe 51)

De ki: 'Siz bize iki güzellikten biri dışında bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz? Bizse Allah'ın ya kendi katından veya bizim ellerimizle sizi bir azaba uğratmasını bekliyoruz. Haydi bekleyin, biz de sizinle birlikte beklemekteyiz!' (Tevbe 52)

02 Kasım 2012

Allah adına karar vermek!

İnsan olarak sürekli etrafımızda olan bitenle ilgili kararlar, hükümler vermekteyiz. Müslüman olarak ise çevremizde olanları vahiy kaynaklı bir literatürle okumak mecburiyetindeyiz. Özellikle mevzubahis olan kavramlar direk Allah Teala ile ilgili ise bu nokta çok daha önem kazanır. Zira O'nu kendisinin razı olduğu ile isimlendirmek, sıfatlandırmak veya tefekkür etmek şarttır.

İnsanların Allah Teala karşısındaki durumlarına gelince bunları da yine O'nun razı olduğu şekilde yapmak imanın bir gereğidir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken husus uhrevi ve dünyevi ya da zahir ve batın gibi iki ayrı yüzü olmasıdır. İnsanlar bizim gözümüzde yani dünyalık/zahide kimdirler ve ne ile isimlendirilirler sorıusunun cevabı yine vahiyden alınmalıdır.

Bu isimler hemen hepimizin bildiği mu'min, kafir veya munafık kavramlarıdır ki kendi içlerinde çoğalsalar da temelde bu üç sınıf vahyin insanları dünyada isimlendirme metodunun temelidir. Ahiretteki hallerini ise Allah Teala bilir!

Biz insanların dünyadaki hallerine, duruşlarına bakarak ve kalplerinde olanı Allah Teala'ya havale ederek bu isimlendirmelerden birisi ile muamele edebiliriz. İman ettiğini ifade eden ve bunun gereklerini yaptığını gözlemlediğimiz birinii mu'min olarak isimlendirirken aksini kafirlikle ifade ederiz. Ancak munafıklık kalbi bir durum olduğundan emin olamayacağımız için kullanmaktan imtina ederiz.

Takva sahibi bir mu'mine muttaki, salih amellerle yaşayana salih insan deriz. Kalblerde olanı ancak Allah Teala bilir.

Günümüzde çokça kullanılan iki kavram olan velayet ve şehadet ya da daha türkçesi velilik ve şehidlik tamamen Allah Teala'nın zatını ilgilendiren iki kavram olarak karşımıza çıkar. Zira veliyyullah manasında kullanılan Allah dostu diye tercüme ettiğimiz velilik makamının muhatabı bizzat Zat-ı Zu'l-Celal'dir.

Kabul etmemiz gerekir ki kimin kiminle dost olduğunu en o iki kişi bilir. Allah Teala'nın kiminle dost olduğunu da yalnız O ve O'nun vahiyle bildirdikleri bilebilir. Daha net ifadeyle, felanca zat velidir derken kastımız o kişinin Allah dostu olduğu ise bu büyük bir iddiadır. Hiçbirimizin elinde o zatın Allah Teala'nın dostu olduğuna dair vahiyle yahut başka bir yolla ulaşmış bir delilimiz yoktur. Öyleyse bu iddiada bulunabilme cesaretimizi kontrol etmemiz ve bundan sakınmamız gerekir.

Aynı şekilde şehidlik makamı ancak ve sadece vahiyle bildirildiğinde kesinleşen bir makamdır. Zira şehid, can verirken Allah rızasından başka maksadı olmadığına Allah'ın şahitlik ettiği kimsedir. Dolayısıyla kimse Allah adına karar verme ve bunu bilip ilan etme hakkına sahip değildir.

Bu konuda güzel bir örnek olarak Uhud savaşında büyük yararlıklar gösterdiği ve can verdiği halde Peygamber(sav)'in 'şehid değildir' dediği Kuzman isimli Medinelidir. Kuzman, Uhud için yola çıkan İslam ordusundan geri kalmış ve ancak Medineli kadınların onu kınamaları sonucu savaşa katılma kararı almış biridir. Yani Kuzman, Allah için değil Medinli kadınlar onu kınamasınlar için ölmüştür ve dolayısıyla şehid olmamıştır. Peygamber(sav) emriyle diğer şehidlerden ayrılmış ve Medine'ye yollanmıştır. Yani defnedilirken bile şehidlerin yanına defnedimemiştir.

Hz. Ömer(ra) savaşta ölenlere şehid diyenleri: Biz Peygamber(sav)'e bakardık o şehid derse biz de şehid derdik siz de şehiddir demeyin ancak umulur ki şehiddir deyin, diye uyarmıştır. Bunu şehiddir inşaallah şeklinde formüle ederek kullanmak takva ve hayanın gereğidir. Allah adına konuşmak veya karar vermek bize düşen bir iş değildir. Bırakalım zaten yeterince sorumluluğumuz varken bir de delilsiz Allah adına kararlar vermek gibi bir cesaret(!) göstermeyi..

'Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. O'na kulluk et ve O'na dayan. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.' Hud - 123

21 Ekim 2012

101 - Karia

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ


اَلْقَارِعَةُ


1- Korkunç olay!

Felaket, facia, ortalığı dağıtacak, tar-u mar edecek dehşetli an! Gürültüler koparacak bela...

مَاالْقَارِعَةُ


2- Korkunç olay nedir?

Bildiklerinin hepsini bir kenara koy zira bu onların hiçbirine benzemeyecek!

وَمَا اَدْريكَ مَاالْقَارِعَةُ


3- O korkunç olayın ne olduğunu anlayabilir misin?

Ne olduğunu, ne olacağını tahminle, fikirle, zanla, aklınla ya da sahip olduğun başka bir yetenekle anlayabileceğini mi düşünüyorsun?

يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ


4- O gün insanlar uçuşan kelebekler gibi olurlar.

Bataklıklar üzerinde sürüler halinde uçuşan sayısı belirsiz kelebekler, kanatlı karıncalar yahut pervaneler gibi basit ve çok ama o kadar hafif ve o kadar küçücük varlıklar olarak savrulacak insanlar!

وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ


5- Ve dağlar dağılmış yünler gibi olurlar.

Zannetmeki insanların bu hali onların cüssesinin küçüklüğündendir, hafifliğindendir; zira yeryüzünün en ağır kütleleleri olarak gördüğün dağlar bile o gün rüzgarda savrulup dağılan yünler gibi uçuşacaklar.

فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازينُهُ


6- Kimin tartıları ağır gelirse,

O gün tartılmaya değer amelleri ağır gelenler, salih amelleri olanlar var ya işte onlar...

فَهُوَ فى عيشَةٍ رَاضِيَةٍ


7- O razı olunacak bir hayattadır.

Hoşlarına gidecek bir yaşantıyı elde edecekler, memnun olacakları bir hayata kavuşacaklar..

وَاَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازينُهُ


8- Ve kimin de tartıları hafif gelirse,

Kimin de tartılacak amelleri, salih amelleri hafif olursa, az ise...

فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌ


9- Onun yeri cehennemin dibidir.

Onu sarıp sarmalayıp kucaklayacak olan, bağrına basacak olan, hem de hiç bırakmamak arzusuyla sahiplenecek olan bir çukurdur.

وَمَا اَدْريكَ مَاهِيَهْ


10- Onun ne olduğunu anlayabilir misin?

O da bildiklerine benzeyen ya da sahip olduğıun yeteneklerinle anlaşılacak bir yer değildir. Anlayabilir misin?

نَارٌ حَامِيَةٌ


11- Kızgın ateştir.

Ateşin kızgın olmayanı elbette yoktur, ancak bu ateşin şiddeti senin bildiklerinden de fazladır. Yahut cehennemde başka türden azaplar da vardır da bu kısmı en kızgın olan kısmıdır..

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...