23 Şubat 2019

Mukaddes devletler dünyası


İnsanlık tarihi boyunca tartışmaları, kavgaları ve savaşları tetikleyen en önemli sebep olarak kimin idare eden, kimlerin edilen olduğunu tayin etme meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Dindar ya da seküler hemen herkesin, devletin gerekliliği ve önemi hakkında hemfikir olduğu da ayrı bir gerçek olarak tarihe yazılmıştır.

Kendi yaşam tarzını güvende tutmak ve dahası yaymak, hakim kılmak gibi hedeflere ulaşmak için de devlet gücü hep gerekli görülmüştür.

Geçmişin değişik dönemlerinde adalet ve merhametle idare edilen devletlerde, farklı hayat tarzlarının emniyet içinde yaşayabildikleri de olmuştur. Bunların İslami modelleri, yakın devirlere kadar uygulanmış ve hepimizin az-çok bildiği; çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü toplumlar kurulmuş, insanlar dilleri, dinleri ve nesilleri konusunda bir endişe taşımadan hayat sürmüş hatta milletler varlıklarını muhafaza edip bugünlere kadar gelebilmişlerdir.

Yüzyıllar boyu Osmanlı hakimiyeti altında kaldıkları halde, her yönüyle kültürlerini koruyabilen Balkan halkları bunun en kolay bilinen şahitleridir. Yunan ya da Sırp veya Bulgar gibi çok duyduğumuz ve gerek dinleri gerekse dilleri bakımından bizden farklı bu milletler, -ister kabul etsinler ister reddetsinler- İslam medeniyetinin sağladığı özgürlüklerin gölgesinde varlıklarını bugünlere taşımışlardır.

Bugünün medeni(!) batısının atalarının bizimle ilk mücadelelerinin, 11. Yüzyıl sonunda ele geçirdikleri Kudüs’te tek bir Müslüman ve Yahudi sağ kalmayıncaya kadar katliam yapmakla başlatabileceğimiz anlayışları, son birkaç yüz yıldır dünyanın hemen her yerinde devam eden soykırımlarla sürmüştür.

Çok fazla tarihe dalmaya gerek kalmaksızın, biz yaşarken yapılan nesillerin soykırımları ve kültürlerin imha hareketleri ile dünyaya nizam vermeye çalışan, bu vampir ve asalak batı canavarının insanlığa sunduğu en korkunç şey; devletlerin kutsiyeti ve insanların tanrılara kurban edilmesinin sıradanlaşması oldu.

İslam kültüründe devlet ya da güç, mukaddes olan ve insana ait değerler diyebileceğimiz her şeyi koruma altına almak olarak anlaşılır. Yani devlet değil korumakla yükümlü oldukları mukaddestir.
Batı, bugünlere gelinceye kadar kendi devletlerinin gücünü ve kutsallığını korumak uğruna; hem nesillerini feda etmekten çekinmemiş, hem de dünyanın neresine eli uzanabiliyorsa oraların tüm varlıklarını kendisi uğruna harcamaktan, tüketmekten çekinmemiştir.

Neticede gerek batıda gerekse doğuda bugün hakim olan anlayış; devletin kutsallığı üzerine bina edilmiştir. Bu kutsal tanrı devletleri, gerektiğinde kurban istemekte ve elbette istediğini almaktadır. Kurban; halkının canı, malı, nesli ya  da dini olabildiği gibi, aklını da gerektiğinde devletine kurban etmesi istenmektedir.

Dünyanın son 40 yılında, bizzat yaşayarak gördüğümüz olaylar bunu anlatıyor. Devletler özelinde örneklendirecek olursak; Türkiye’de 28 şubat mağdurları diyebileceğimiz insanların o dönemde devletin istediği kurbanlar oldukları ve adeta bu sebepten geri alınamadıklarını söyleyebiliriz. Tepeden halka, hemen herkesin eleştirdiği o günün yargısının uygulamalarının iptal edilememesinin başka bir izahını bilmiyorum.

İran’da bunu 1979 devriminden sonra yaşananlarda çok rahat görebiliyoruz. Devrim esnasında ve sonrasında halkının canları ve kanları ile kurulan düzeni muhafaza edebilmek uğruna, gerektiğinde savaşı, gerektiğinde dini kullanan bir rejim anlayışı halen Ortadoğu’nun bir çok bölgesinde kendine kurbanlar aramakta ve kolayca bulmaktadır. Mukaddes devlet uğruna can vermeye halkını ikna etmesi çokta zor olmadığından, fakru zaruret içindeki halkın en ufak kıpırdanışını kanla bastırmak ve idam sehpalarını meydanlara kurmak yoluyla da ikna metotlarını genişletebiliyorlar.

Suudilerin krallıkları uğruna, batıya yaranabilmek için halklarının zenginliklerini onlara peşkeş çekmekten gocunmayan devlet anlayışı, gerektiğinde halkının ve onları uyandırma ihtimali olanların canlarını almaktan çekinmemektedir. Son olaylarda görüldü ki; bu bir tür manda devleti, zenginlerini hapsedip mallarından bir bölümünü bağışlamaları karşılığında serbest bırakırken, gerektiğinde sözünü dinlemeyen vatandaşlarını vahşi metotlarla parçalamakta bir mahzur görmemektedir.

Kaddafi’nin Libya’sı ya da Saddam’ın Irak’ı da bunlardan pek farklı değildi elbette…

Mısır’ın firavunu ise devirler değişse de zulümle tahtında kalmaya devam ediyor. Firavun, bir şahsın adı değil bir düzenin temsilcinin adıdır, o düzen de kutsal devlet uğruna halkının kanını içerek beslenen bir krala dayanır. Dün adının Mübarek olmasıyla bugün Sisi olması arasında bir fark yoktur.

Tanrılarına insanlarını kurban eden ilkel kabilelerle bugünün modern devletleri arasında pek bir fark yoktur. Belki ifadeler, şekiller biraz değişti ama o kadar, dahası yok…

20 Şubat 2019

Rüzgara karşı duruş



Hayatımızın en kaçınılmaz gerçeği olarak, birbirimizle ve hele de güç ve otorite sahipleriyle münasebetlerimizi, bir düzene ve eksene oturtmak gibi erdemli ve ahlaklı davranış şekli olma zorunluluğu vardır.

Kendisinden bir şekilde sıyrılma, kurtulma ya da uzak durma ihtimalimiz olmayan hemen her canlı-cansız mahluk ya da etkene karşı, erdemli bir duruş geliştirmek mümkündür.

Rüzgara direnmek bir duruştur; yıkılmamak ya da kırılmamak için eğilmek bir duruştur, dik durup kırılmak ya da yerinden sökülmekte bir duruştur. Rüzgarı durdurmaya gücümüzün yetmediği ve sığınılacak bir emin mekan bulunmadığı zamanlarda bunlardan birini seçmek insanidir ve normaldir.

Yağmura direnmek bir duruştur; ıslanmamak ve üşütmemek için şemsiye açmak bir duruştur, başını göğe kaldırıp ciğerlerine kadar ıslanmayı göze almakta bir duruştur. Yağmuru durdurmaya gücümüzün yetmediği ve altına sığınılacak bir emin mekan bulunmadığı zamanlarda bunlardan birini seçmek yine insanidir ve normaldir.

Zamanın getirdiği akışın karşısınca kürek çekmek bir duruştur, çoğunluğun hoşuna gideni değil Allah’ın rızasını uyanı seçmek bir duruştur.

Güçlünün değil zalimin karşısında olmak bir duruştur. Zulme engel olmak için çırpınmak, kolunu-kanadını mazlumlara germek bir duruştur. Kenara çekilip sessiz kalmakta bir duruştur, dikilip seyretmekte…

Zalimi alkışlamak ise bir duruş değil bir boyun eğiştir!

Zalime yaltaklanmak bir duruş değil, insanlık izzetinin yerlerde sürünüşüdür.

Zalime karşı durmaya güç yetiremediği, zulümden korunmak için bir emniyet bulamadığı zamanlarda bunlardan birini seçmekte yine insani ve normal bir davranış şeklidir.

Herkes kahraman olamaz, olmak zorunda da değildir, olmamalıdır da. Yoksa kahramanlığın bir değeri kalmaz zaten.

Ancak kahraman olmadığı halde kahraman pozları vermek bir duruş değildir.

Şecaatten mahrum iken yiğitlik taslamak bir duruş değildir.

Rüzgardan korkan tohum filiz vermemelidir…

12 Şubat 2019

Dünyayı ve yaşamayı seviyoruz



Bütün kızgınlıklarımız ve kırgınlıklarımız bir yana; hepimiz yaşamayı seviyoruz ve bu dünyada yaşamak için gerekli olan her şeyi baya baya seviyoruz. Hatta yaşamak için gerekli olan miktarından fazlasını elde etmeyi seviyoruz.

Özendiğimiz o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez. Bazılarımız bazılarının hayatlarını yaşamak istiyor, ne garip! Bir başkasının yerinde olabilmek mümkün olabilseydi; mesela bukalemunların renk değiştirmesi gibi biz de hayat standartlarımızı değiştirip deneme imkanına sahip olsaydık, herhalde şekilden şekle, kılıktan kılığa, hayattan hayata geçmekten yorulur, biter ve o yolda helak olurduk.

Elimizden gelecek pek fazla bir şey de yok.

En akıllılarımız ve en iyilerimiz, halinden memnun olabilenler oluyor. Yaşadığı standartları ve verilen imkanları kabullenen ve selim bir kalp ile hamd edebilenlerimiz kurtuluyor.

Kurtuluyor dediysem, yalnız dünyada değil elbet, ahirette de kurtuluyor.

Din; dünyada kendisine verilenlerden razı olan bireyler yetiştirme kuralları manzumesidir, şeklinde bir tarif yapsam yanlış olmaz, haddimi de aşmış olmam sanırım.

Verilenden memnun, verilmeyenden razı, istenileni yapan ve yasaklananlardan kaçınan insanlar; mutlu ve mesut bir dünya hayatını ve dahası aynı şekilde bir ahiret hayatını kazanabilme umudu en yüksek olanlarımız oluyor.

Bizi bozan ve yoldan çıkaran, bütün istek ve arzularımızı kontrol altında tutmamızı sağlayacak olan da bu sonra gelecek olan yani ahirimizde elde etmeyi umduğumuz kazançtır.

Gözümüz ve gönlümüz doymak bilmez tamam ama doymayı bilen midelerimizle bile sorunumuzu çözemiyoruz.

Hem dünyanın hem ahiretin en yüksek makamlarına talip oluyor ama tırnağımız incinmesin istiyoruz. Bedelsiz bir sefa sürme sevdasıdır aldı gidiyor…

Gerek geçmiş nesillerden gerekse çağdaşlarımızdan, büyük emeklerle büyük kazançlar elde edenlerin hikayelerine bayılıyoruz. Biz galiba, bilgi çağının her şeyi sadece bilgiden ibaret gören nesilleriyiz. Bilmek yetiyor bize, yapmaya gerek görmüyoruz.

En basit hayat kurallarından en ağır sorumluluklara kadar, kaçabildiğimiz ne varsa kaçmayı marifet biliyoruz.

İdeallerimiz hatta din anlayışımız bile bu keyfin etrafında şekilleniyor. Bizi yoran hayırlardan kaçıyoruz. Kolay ve kısa vadeli zahmetlerle büyük menfaatler elde etmek cazip geliyor. Bunu sorun olarak görmek istemiyoruz, ona da tamam. Ama bari kendimizi dev aynasında görmeseydik…

Kendimizi sigaya çekmekten korkuyoruz. Baksanıza bu satırlarda hep ‘biz’ kullanmışım, hiç ‘ben’ yok. Ucu bana dokunmasın da kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın!

Nasihatlerin fayda etmemesinin ne kadar basit ve anlaşılır bir sebebi olduğunu görmek için çok akıllı olmaya da çok şey bilmeye de gerek yok.

Bizden bir sonraki nesli beğenmememizin haklı yanı elbette var ama biz de bizden önceki nesilden daha iyi değiliz.

08 Şubat 2019

Çünkü biz de insanız



Hayat her birimize farklı sıfatlar ve konumlar tayin ediyor, dünyanın kanunu bu; herkes ve her şey birbirine bağlı gibi ama bir o kadar da bağımsız.

Zenginlik ya da fakirlik, güçlülük ya da zayıflık gibi en sıradan tarifler bile karşılığı olmaksızın anlamsız ve değersiz kalıyor. Yani demem o ki; birileri fakir olmasa zenginliğin ne değeri olabilir, ya da birileri zayıf olmasa gücün ne anlamı kalır?

Dostluk ya da ıstılahi anlamda kardeşliğin de değeri ancak yabancıların, nankörlerin ve hainlerin varlığıyla mı anlam kazanır? Yoksa her açıdan zaten değerli ve eşsiz olan bu erdemli münasebetlerin yokluğuna mı üzülüyoruz?

İnsanız, kim ve ne olduğumuzdan çok ama çok önce insan…

İnsanlığın bu saf ve sade, bu dürüst ve samimi, bu hesapsız ve açık, bu rahat ve kolaylıkla ortaya konmasını da yine insanlığın baş tacı Abdullah’ın oğlu Muhammed(sas)’den öğreniyoruz.

Önce, 1,5 yaşında toprağa verdiği oğlu İbrahim’in ardından döktüğü gözyaşlarında görüyoruz. Mezarındaki sivri bir taşı temizletmesinde görüyoruz. Cansız beden bundan etkilenmez hatırlatmasına “ama yaşayanların canını acıtır” demesinde görüyoruz.

Sonra, çok sevdiği amcasının katilini görmek istememesinde görüyoruz. Bütün insanlara, bütün sıkıntılara, insanların türlü incitmelerine katlanışında ama amcasının katilini görmeye dayanamayışında görüyoruz.

İnsanız ve bir gönül kırgınlığı bütün bir ömür yakamızda diken gibi takılı kalabilir.

İnsanız ve bir acı yüreğimizi yakıp, ciğerimizi eritebilir.

İnsanız ve kardeş ya da dost bildiklerimizden gelen darbenin yarası iyileşse de izi geçmeyebilir.

İnsanız ve bize Allah(cc), hakkımızı alma hakkı vermiştir. Hakkımızdan vazgeçmeme yani helal etmeme hakkımız da vardır. İnsan hakları diye evrensel beyannameler dizen insanlığın yerine koyamayacağı bir takım haklar için Allah(cc)’ın karışmadığı bir hesaplaşma vardır.

İnsanız yani yaratılıştan saygı duyulmayı hak ediyoruz. Kullanılmamayı, kandırılmamayı, dolandırılmamayı becermek zorunda değiliz. Aksine bunlardan korunmak zorunda olmadan yaşama hakkına sahibiz.

Kısacası; hırsızın hiç mi suçu yok diye soran Hoca’nın aradığı cevap şu: Hırsız suçludur!

Haklarına riayet etmediklerimiz değil biz suçluyuz.

Dünya hayatı öyle çok uzun bir zaman değil, göz açıp kapayıncaya kadar geçen yıllardan biliyoruz. Ölüm öyle çok uzak değil, her gün çevremizden eksilenlerden biliyoruz.

Hepimiz iyi değiliz, öyle olsaydık toplumumuz da iyi olurdu. İyi olmayan yanlarımızı görmeliyiz. İyiliği yok eden işlerimizi bulmalıyız. Herkes kötü de yalnız ben iyi değilimdir. Her birimiz parça parça iyilikler ve parça parça kötülükler koyarak bu toplumu oluşturuyoruz.

Kendimizden ve dolayısıyla toplumdan kaldıracağımız her kötülük parçası iyilik yolunda atılmış bir adım olacaktır. Kötülüklerin boşluğunu iyiliklerle doldurmak zorundayız. İyilik dünyanın en hızlı çoğalan nesnesidir hem, tüketildikçe çoğalan bir şey iyilik…

İnsanız ve birbirimize insan gibi davranmak yapabileceğimiz en güzel ve en kolay iştir.

02 Şubat 2019

Trafik aynadır


Meşhur bir söz vardır, ‘yol medeniyettir’ diye. Oysa yolun yapılışı, malzemeleri ya da şekli, ne kadar kaliteli ya da güzel olursa olsun, üzerinde akan trafik vahşi ise medeniyetten değil medeni bir vahşetten söz edebiliriz.

Yine benzer bir kelam-ı kibar vardır; ‘yol bir yere gitmez, o bir duruş şeklidir’ diye. Evet yol bir yere gitmez; durur ve onu kullananlar, yolun medeniyete katkısı olurlar.

Yol, bir şekilde bazı şeyleri gösterir bize. Bu anlamda asfaltın kalitesinden, kaldırımlara kadar; rögar kapaklarının düzgünlüğünden, şerit çizgilerine kadar uzanan bir göstergedir, aynadır.

Yollar medeniyetten çok şehrin idarecilerinin çalışma kalitelerinin ve ileri görüşlü planlamalarının göstergelerindendir. Hep söylerim; herhangi bir şehre ilk kez gittiğinizde yollara, kaldırımlara ve özellikle rögar kapaklarına bakın, o şehirde işlerin nasıl yürüdüğünün en masum şahitleri onlardır.

Çukurlarla dolu yolları, bazısı yüksek bazısı çökük rögarları, kırık-dökük kaldırımları, terkedilmiş orta refüjleri olan bir şehrin, yöneticileri hakkında insanlardan önce konuşan ve şikayet edenleri var demektir. Belki de o yüzdendir, bir yetkili gelmeden önce yolların düzenlenmesi.

Başka işlerin de nasıl yürüdüğünü yine buradan anlayabiliriz. Demek ki, düzeltilmesi gerekenler ancak daha etkili ve yetkili birisi orayı göreceği zaman yapılmaktadır.

Doğru ve net trafik şerit çizgileri olmayan belediyelerin işlerinin de doğru ve net olmadığını çıkarmak kesinlikle altı boş bir hayal değildir.

İdarecileri bize anlatan yollar kadar, insanları bize tarif eden bir önemli şahitte trafiktir.

Kurallara uymak için kamera ya da bir kontrole ihtiyaç duyan bir halk çok şaşırtıcı değildir. İnsan fıtratı gereği kontrol edilmediğinde yoldan çıkmaya meyyaldir zira. Kameraların görmediği noktalarda kural tanımayanları bir şekilde anlamak mümkünse de; diğer insanların haklarını gasp edenlerin izahı yoktur.

En çok rastladığımız örneklerdendir; sıradan bir trafik lambasında herkesin normal şeritlerinde durduğu bir anda, kendini uyanık zanneden biri, en sağda ambulans veya emniyet araçlarının acil geçişlerini kolaylaştırmak amacıyla bırakılan şerit boşluğuna girebilmektedir. Daha da vahimi o boşluğun olmadığı yollarda, şeride yandan burnunu sokarak birilerini rahatsız edip hatta korkutarak öne geçmeye, yol almaya çalışabilmektedir. Oysa bu;bir tür hırsızlık, gasp ya da en hafifinden diğer insanlara hakarettir.

İdarecilerin yolları kurallara uygun inşa etmek ve yine kurallara uyulması için gerekli şerit çizgileri, tabelalar ve ışıklandırma gibi eklemeleri yapmak gibi bir mecburiyetleri olduğu gibi; vatandaşların da bunlara uymak mecburiyetleri vardır.

Tam bu noktada, yol değil onu kullanma şeklimiz medeniyet seviyemizi gösterir demek doğru olacaktır. Öyle ya; en gelişmiş silahlarla en vahşi katliamları işleyenlerin medeni değil aşağılık katiller olduğunu hepimiz biliyoruz. En gelişmiş yollarda, trafik teröristleri pek çok insanın canına mal olan vahşilikler işleyebiliyorlar.

Her yerde ve her zaman, az ya da çok kural tanımayan, kendinin ve başkalarının haklarını bilmeyen insanlar vardır ve olacaktır. Ancak ekseriyetin tavrı, genel durumu hepimiz için daha güzel ve daha yaşanır hale getirebilir.

Hiç unutamadığım bir anımdır; 90’ların sonunda Gaziantep’te ilk kez araç kullanırken, kırmızı ışıkta durunca arkada kopan vaveyla beni çok şaşırtmıştı. Yanımdaki yeğenime, ‘ne oluyor’ diye sorduğumda, cevap oldukça ilginçti. Meğer kırmızı ışıkta durmama kızıyorlarmış.

Bugün gelinen noktada, gerek yol kalitesi, gerekse denetleme mekanizmalarının çalışması ile bazı şeyler normalleşti. En azından kırmızı ışıkta durana korna çalmıyor kimse. Demek ki öğrenebiliyoruz.

Şahsen umutluyum; önümüzdeki nesil daha güzel yollarda ve daha güzel bir trafikte araç kullanacak. Uyum sağlayamayanlar ayıplanacak ve kınanacak. Bizim kültürümüzde ayıp, para cezasından daha etkindir.

Trafikteki tavırlarımız, insan olarak kalitemizi ve şehrimizin medeniyet seviyesini gösteren bir aynadır; lütfen ayıp etmeyelim…

29 Ocak 2019

Gülümseyin, melekler çekiyor


Hemen hepimiz en kötü devirlerden birine denk geldiğimizi söylüyoruz. Hatta bize kalsa dünya kurulalı beri daha beteri görülmemiş bir çürüme ve kokuşma ile karşı karşıyayız. Bu konuda fertlerin ve toplumların, dünya ve ahiret saadetlerine dair birtakım endişeleri olan her birimizin de kendi çapında çıkış yolları ve kurtuluş çareleri var.

Okuduğum ve dinlediğim bütün ilahi metinler, -Kur’an ve sünnet başta olmak üzere– insanın yaratılış temellerine yani fıtratına döndüğü ve ona çizilen sınırlara uygun yaşayabildiği ölçüde; ideal, sorunsuz ve belki de kâmil insan olabileceğini anlatır.

Yaratılışımızda var olan ancak sonraları birilerinin yönlendirmesi ve zorlaması ile bozulan şey ahlaktır. Ahlak kelimesinin Türkçe karşılığı da zaten yaratılışına en uygun hareket demektir.

Çocuk masumiyeti dediğimiz şey, bozulmamış fıtrattan ibarettir.

İnsanları öyle ya da böyle umumi ahlaka ve kurallara uygun yaşatabilmek, toplumları bunun dışına çıkıldığında felakete sürükleyen günah ve ifsattan koruyabilmek için, envai çeşit metotlar ve türlü türlü sistemler kurgulayarak, düzeni korumaya çalışan akıl; dönüp dolaşıp, çıkmazlardan vazgeçip, yaratılışındaki aslına ancak Yaratan’ın tayin ettiği yol ve metotla ulaşabileceğini anlamak zorundadır.

Baksanıza; dünyanın gelmiş geçmiş en gelişmiş güvenlik sistemlerinin, en etkin güvenlik güçlerinin, en iyi etkileşim araçlarının, en kaliteli kameralarının ve her türden en üst seviye tedbirin günümüzün insanını suç işlemekten alıkoyamadığı aşikardır.

Aynı şekilde; uygulanan ceza sistemlerinin, ömür boyu hapislerin hatta linçlerin bile azgın insanları yola getiremediği ortadadır.

Yine fıtrat gereği; zalim ve ahlaksız, fasık ve edepsiz insanların aramızdan asla bitmeyeceğini, kıyamete kadar bunun da insanlık imtihanımızın bir yanı olduğu gerçeğini unutmadan, olası en geçerli çareyi konuşalım.

Fertlerin gönüllerine, iman temelli ve ahiret hesabını önceleyen bir şuur yerleştirmek, toplumu ve tabi olduğu yasaları da buna göre düzenlemek yegâne çözüm yoludur.

Bir insan; hayatının her anında, mutlak olarak onu gören ve kuşatan ilahi kudreti hissettiğinde ve meleklerin her hareketini yeryüzünün tüm teknolojilerinden daha üstün bir sistemle çekmekte olduğunu idrak ettiğinde, fıtratına dönmek için yeterli sebebe sahiptir.

Bundan sonra artık ona “gülümse, melekler çekiyor” dediğimizde; sözlerinin ve fiillerinin başka bir hesap sorucuya ihtiyaç duymaksızın hesabını yapacak, kendine yani fıtratına dönecektir.

Aynı şekilde, kendisi aleyhine yapılan her işin ve söylenen her sözün de bu sistemle kayıt altına alındığını ve faturanın mutlaka ama mutlaka, hem de en ufak bir adaletsizlik olmaksızın karşısına çıkacağını bilmek, alacak ve vereceklerin ‘bir hurma lifi’ kadar bile sapma olmaksızın sahiplerine ulaşacağından emin olmaktan daha büyük bir kontrol mekanizması olmadığı gibi, teselli de yoktur.

Hiçbir şey gizlenemeyecek ancak Allah’ın örttüklerinden başka!

Hiçbir hak unutulamayacak ancak sahibinin helal ettiklerinden başka!

Öyleyse başımızı kaldırıp meleklere bir gülümseyelim, çekiyorlar, güzel çıkarız belki…

26 Ocak 2019

Yaralarımızla yaşıyoruz


İnsanlar hakikatin değil intikamlarının peşine düşüyor. Hakikatin müşterisi o kadar azaldı ki, karaborsaya düştü.

Enflasyonun en yükseği hakikat fiyatlarında idi tüm zamanlar boyunca, hakikate sahip olmak isteyenler her devirde en yüksek bedelleri ödemek zorunda kaldılar.

Kin ve intikam duygusu yalnızca gözleri değil gönülleri de kör etti.

Adalet dediğimiz hakikat meyvesi dalında kurudu kaldı. Kökü toprağın derinlerinde saklı bir yüce hakikat ağacımız var, dallarına erişemediğimiz… Yapraklarını yabanların kopardığı, olgunlaşamadan dökülen meyvelerine su yürümeyen!

Adalet meyvesinin tadı damaklarımızdan bile silindi. İşportalarda gördüklerimiz hormonlu hakikatler asla gerçek tadını vermedi, veremeyecekte.

Yara alan, açılan derisine benliğini sardı. Bedenlerimiz değil ruhumuz yarıldı, kanadı gibi. Yarasının içine aklını, izanını, imanını doldurdu insanlar.

Düşün denilince yarasıyla, konuş denilince yarasıyla, yürü denilince yarasıyla, yaşa denilince yarasıyla yaşar oldular.

Hırslarımız ve öfkelerimiz bizi birer hakikat katiline dönüştürdü. Adaletten bahsedemeyecek kadar düştük.

Emin değiliz artık, en kötüsü de bu oldu. Güvenilir insanlar olmak meziyetimizi kaybettik.

Konuştuğunda doğru söyleyen, hükmettiğinde adil olan, sığınıldığında emniyet veren insanlar değiliz…

Adil ve emin olamadığımız sürece; neye ve nasıl çağırdığımızın, neyi ve nasıl savunduğumuzun bir değeri kalmadı.

Her sözümüz ve davranışımız muhataplarımızın yaralarına dokunur ve acıtır oldu. Canları yandı ve canını yaktıklarımız bizim can yoldaşımız olamadılar, olmadılar…

Koca koca insanlar değil büyük büyük acılar ve yaralar dolaşıyor ortalıkta. Elimizi sallamayı bırak kıpırdatsak bir yaraya değiyor.

Oysa biz, imanımız gibi sağlam bir emniyet vaadiyle geldik dünyaya, insanlara söylenecek sözümüz vardı ve biz söylediklerinde sözlerinden emin olunanlardık. Dünyaya sunacak bir fikrimiz, bir zikrimiz, bir hayat görüşümüz vardı ve insanlar en değerli varlıklarından emin olacaklardı.

Düşmanımız ya da düşmanlarımız dışarıda değil, daha doğrusu dışarıda olanlar bu kadar tehlikeli ve yıkıcı değiller, olamazlar. Düşman içimizde; kendimizde, benliğimizde, nefsimizde.

Bizi ancak biz yenebilirdik zaten, yendik.

Şimdi kendimizi değiştirme zamanıdır, daha da çok geç olmadan…

Adil ve emin insanlar olma zamanıdır.

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...